Mehmet Tezkan
Babalarımız şanslıymış!
Sadece babalarımız değil annelerimiz de çok şanslıymış. Rahat huzurlu, gıdanın bol ve ucuz olduğu Türkiye’de mütevazı bir hayat yaşayıp göçüp gitmişler…
Kimine göre dedesi… Cumhuriyet Türkiye’sinde doğanlar diyelim…
Yılın son günü siyasette frene basıp biraz eskilere gidip nostalji yapalım istedim…
Eski Türkiye fakirdi, insanlar refah içindeydi…
Yeni Türkiye güya zengin ama insanlar yoksul…
Yaşı 55’in üzerinde olanlar hatırlar açlık sınırı diye bir kavram yoktu. Çok zenginler vardı ama sayıları azdı, çok fakirler vardı ama onlarında sayıları azdı. Türkiye orta halliler ülkesiydi…
Balık boldu… Şimdiki kuşak tadını bilmez ama balık denilince bizim evde ya kalkan tavaya atılırdı ya lüfer ızgara yapılırdı. Bunları yemek zenginlik ölçüsü değildi. Çünkü boldu. Bırakın hamsiyi bırakın istavriti palamut balığının yüzüne bakan olmazdı. Hamsinin kasa kasa denize döküldüğüne çok tanık oldum…
Çok gerilere gitmeye gerek yok 1980’li yıllar da lüferin kasayla satıldığı yıllar oldu. Bir kasa lüfer alıp eve gittiğimi ve o lüferleri tüketemediğimizi çok iyi hatırlarım…
Lakerda, çiroz meyhanelerin değişmez mezesiydi. Meraklısı balık pazarlarına uğrar eve giderken lakerda kestirirdi. Lakerda şimdiki gibi palamuttan değil torikten yapılırdı. Çiroz istavritten değil uskumru kurutularak hazırlanırdı.
Şimdi gençlere sorsak çiroz da ne der, yaşı 30’un civarında hatırlıyorum, görmüştüm yanıtını verir… 1970’lerin, 1980’lerin Türkiye’si gıda cennetiydi. Tamam 12 ay domates olmazdı mevsiminde yenirdi ama domates, domates kokardı. Kavun, kavun kokardı. Yaz meyveleri, yaz sebzeleri vardı, kış meyveleri, kış sebzeleri…
İki karış toprağı olan domates eker, lahana eker, kıvırcık eker, maydanoz eker ihtiyacını karşılardı… Görece fakirlik vardı ama yoksulluk yoktu…
Bugünkü gibi açlık hiç yoktu…
Tek kanallı televizyona mahkum büyüdük ama olsun, şimdi 300 kanal var da ne oluyor. Gençliğimde hatta orta yaşıma kadar cep telefonu yoktu, olmamasının sıkıntısını yaşamadık. Arkadaşlarla bir şekilde buluşuyorduk. O zaman şimdiki gibi lüks cafeler yoktu tahta iskemleli kahvehaneler vardı. Ama çayımızı söyleyip karşılıklı oturduğumuzda sohbet ederdik. Şimdiki gibi herkes oturur oturmaz cep telefonuna sarılmazdı. Çünkü hayatımıza girmemişti.
Sohbet çağı bitmemişti…
Edebiyat konuşurduk, tarih konuşurduk, futbol konuşurduk. Şimdiki gibi salla gitsin anlayışı yoktu. Bilmeden atıp tutan ayıplanırdı. Şimdi bakıyorum adam akademisyen, adam profesör TV ekranına kurulmuş salladıkça sallıyor… Çünkü en çok sallayan en çok bağıran prim yapıyor… Geçenler de bir kanalda profesörün teki Suriye konusunda bir şeyler söyledi, moderatör; ‘hocam biraz önce tam tersini söylemiştiniz’ diye uyardı. Profesör pişkin pişkin düzelteyim o zaman demez mi?
O Türkiye’den bu Türkiye’ye geldik…
1970’lerin son çeyreği kötüydü. Sağ/sol çatışması bezdirmişti. Gazeteler her gün anarşi raporu yayınlıyordu ama fikir savaşı da vardı. Her grup kendi fikrini karşısına kabul ettirmek için daha çok okurdu…
2002 yılına kadar siyasi mizah vardı. Siyasi karikatür vardı. Demokrasi vardı, düşünceye saygı vardı, adalete güven vardı…
Pardon siyasete girmeyeceğim demiştim hemen çıkıyorum…
Doğma büyüme İstanbulluyum. Eskiden arabanız eski de olsa, İETT’nin Leyland marka otobüslerine binseniz de bir yerden bir yere hızla gidiyordunuz. Şimdi altınızda en son model, en pahalı araç da olsa namümkün!..
Bir örnek vereyim. Lise yıllarında Basınköy de oturuyorduk… Okulum Maçka’daydı. Sabah otobüsüne biner 35/40 dakikada taksime ulaşırdık. Akşam üstü Taksim/Basınköy yine 35/40 dk… Şimdi aynı yolu katet en az iki saat…
Eskiden ömrümüz yollarda geçmezdi…
Hayat daha dingin, daha sakin daha hoş sohbetti… En önemlisi kimse kimsenin hayatına karışmazdı; ayıptı… Arkadan konuşmak gıybetti; günahtı…
Hepsi babalarımızın, annelerimizin ülkesinde kaldı…