Fransa, 1894. Yüzbaşı Alfred Dreyfus vatana ihanetle suçlanır.
“Almanya’ya askeri sır sattı” denir. Kanıt yoktur, ama öfke büyüktür.
Ordu, hükümet ve basın birleşir: Casus bulundu!
Dreyfus Şeytan Adası’na sürülür. Fransa’nın vicdanı da onunla birlikte gider.
Yıllar sonra gerçek suçlunun başka biri olduğu ortaya çıkar.
Ama ordu hatasını kabul etmez.
Devletin itibarı, adaletin önüne geçer.
Ülke ikiye bölünür:
Dreyfusçular (adalet isteyenler) ve Anti-Dreyfusçular (devleti kutsayanlar).
Ve o sessizliği bir yazar bozar: Emile Zola.
“Suçluyorum!” der.
“Orduyu, hükümeti, suskun aydınları suçluyorum.”
Bir makale, bir ülkenin tarihini değiştirir.
Bugün bir başka ülkede, bir başka isim…
İstanbul Büyükşehir4 Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, “casusluk” suçlamasıyla tutuklandı.
İddia: “Yabancı yazışma programı kullanmış, dijital ordu kurmuş.”
Kanıt? Henüz ortada yok.
Ama gürültü büyük.
Tıpkı Dreyfus’ta olduğu gibi, suçlama bir fikre değil bir yükselişe yönelik.
Dreyfus’un Yahudi kimliği nasıl korkunun bahanesiyse,
İmamoğlu’nun halk desteği de öyle.
“Bu adam fazla güçleniyor. Önünü keselim.”
Tarih boyunca “casusluk” en kullanışlı suçlama olmuştur.
Kanıt istemez, sadece korku üretir.
Çünkü “casus” demek “hain” demektir.
Ve toplum, gerçeği aramaktansa bir hain bulmayı sever.
Bugün “veri sızıntısı”, “kripto yazışma”, “dijital ordu” gibi kavramlar
yeni çağın Dreyfus dosyalarıdır.
Tek fark: Şeytan Adası artık Silivri zindanı.
Adaletin yerini “algı yönetimi” almıştır.
Zola’nın çağında bir cümle yetmişti: “Suçluyorum.”
Bugün milyonlarca insanın “adalet istiyorum” demesi bile zor duyuluyor.
Ama tarihin terazisi ağır işler, sonunda hep aynı yöne döner:
Hakikat yönüne.
Belki bir gün bir tarihçi, bu günleri yazarken şöyle diyecek:
“Türkiye’de bir adam vardı.
Ona casus dediler ama o sadece seçim kazanıyordu.”