Sıcaktan yanmış asfaltın üstünde buz gibi ölmek

Haftanın başlamasıyla pazar randevumuz için çalışmaya başlarım. Kararlar, okumalar, notlar ve derken eski alışkanlıklarımla iki gün öncesinden yazımı bitirip demlenmeye bırakırım. Ama bu çağda ve özellikle bizim ülkemizde saatler bile gündemi tepetaklak etmek için oldukça uzun. Bu hafta gündem notlarını sona bırakıp beni bu yazıya sürükleyen Serpil Gül’ün sokakta, güpegündüz öldürülmesini, asla güncelliğini yitirmeyen kadın cinayetlerini ve kadına şiddeti bir kez daha konuşalım isterim.

Pazar yazımı size emanet etmiş, telefonumdan güncel haberleri takip ederken bir kadın cinayeti haberi ve videosu ile olduğum anda asılı kaldım. Bu kayıt ağustos ayı istatistiklerinde rakam olacak olan bir kadın cinayetinin videosuydu. Serpil Gül’ün öldürülme anı. İstanbul Arnavutköy’de, gündüz vakti, dört çocuk annesi, 35 yaşındaki Gül, boşanmak üzere olduğu ve ayrı yaşadığı erkek (kocası ya da çocuklarının babası demeye elim varmıyor) tarafından sokak ortasında, kafasından vurularak öldürüldü. Gül’ün koşarak onu öldürmek isteyen erkekten kaçmaya çalışıp, yere düştüğü an bir film karesi gibiydi. Ama yaşananlar çok gerçekti. O an bittikten sonra Gül ayağa hiç kalkamadı, çocuklarına hiç sarılamadı, yeni kuracağı hayatının nasıl olacağını hiç bilemedi. Sıcaktan yanmış asfaltın üstünde buz gibi öldü, öldürüldü.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun, erkeklerce öldürülen kadınlar için dijital anıt sayacı olduğunu biliyor muydunuz? ( https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net ) Ben size bu yazıyı yazarken 2024 yılı için sayaç 246 rakamını gösteriyordu. Ve Serpil Gül’ün ardından Sedef Çınar, Zülbiye Bahadır ve Öznur Akkaya da tanıdıkları erkekler tarafından öldürüldüler, dijital anıta adları kaydoldu ve artık bu dünyada yoklar. 2023 yılında bu sayaç 414 kadın için, 2022 yılında 404 kadın için kayıt tutmuş. Yıllardır çok sayıda dernek, platform kadın cinayetleri konusunda büyük titizlik ve ciddiyetle çalışıyor. Konunun asıl muhatapları ise kendi vatandaşının derdinden bihaber sınırlar ötesini dert edinmeye ısrarla devam ediyorlar.

Şiddetin coğrafyası var, cinsiyeti var; Türkiye’de kadın cinayetleri var!

Kadının maruz kaldığı şiddet fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik olarak isimlendirildiğinde gerçek istatistiklere ulaşmak neredeyse olanaksız. Ancak kadın cinayetlerinin sayısını biliyoruz. Yani yüksekten düşme ya da intiharlar gibi şüpheli kadın ölümleri hariç. Örneğin bu yılın ilk altı ayı içinde 205 kadın cinayetinin yanında, 117 şüpheli kadın ölümü olduğunu söylersem durumun ciddiyeti belki daha iyi anlaşılır.

Kadınların, kadın oldukları için öldürülmesi son derece sistematik ve politiktir. Bu cinayetlerde kadınlardan nefret etme, küçümseme, tiksinme ya da kadına sahip olma duyguları temel içgüdüymüş gibi sıralansa da kadın cinayetleri ırkçılıkta olduğu gibi sonradan edinilen, öğrenilen, kadından nefret eden motivasyonlarla beslenen toplumsal bir tavırdır. Bu cinayetlerden sadece katiller değil, öldürülen kadınları koruyamayan, cinayetleri engelleyemeyen devlet ve yargı organları da sorumludur.

Biyolojik olarak ayrılmış cinsiyetin, şiddet konusunda kadının aleyhine dönmesinde ‘‘mahremiyet’’ kavramı etkilidir. Kadının yanına namus, önüne aile kavramları konularak onu eve kapatmak oldukça kolay olmuştur. Böylece kadınların mal, köle gibi algılanması sağlanır. Kadının korunmaya ihtiyacı olduğu fikri pekiştirilir. Buna karşılık erkeklerin lider, kavgacı, kahraman, ekonomik olarak güçlü konumda olmaları erkeğin kadına şiddetini doğal bir hak olarak yaşamasına neden olur. Kadına şiddetin özellikle aile içinde fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel olması olağanlaşır.

Öte yandan savaşlarda sistemik tecavüz, cinsel kölelik, gebeliğe zorlama, gözaltında taciz ve tecavüz, çalışma hayatına katılımların önlenmesi, töre cinayetleri, kızlık zarı muayenesi, zorla evlendirme, kadın intiharları, işyerinde/sokakta cinsel taciz, kız cinsiyetteki gebeliklerinin sonlandırılması, kız çocuklarının ihmali de kadına şiddetin diğer boyutlarıdır.

Şiddetin direkt fiziksel hasarları dışında depresyon, yetersiz beslenme, sosyal izolasyon, travma sonrası stres bozukluk, güvenli olmayan cinsel ilişki nedeniyle gebelik, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, intihara eğilim sık görülen diğer bozukluklardır. Kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanmaları, gebelik sırasında gördüğü şiddetle bebek ve anne hayatını tehdit eden komplikasyonların oluşması, sağlıksız koşullarda yapılmak istenen düşükler ve cinsel yolla geçen birçok hastalık nedeniyle ömür boyu tedaviye ihtiyaç duyacak hale gelmeleri ise şiddetin dile getirilmeyen sağlık sorunlarıdır. İşte birkaç haftadır ısrarla üzerinde durduğum sağlık politikalarında üreme haklarına ilişkin durumlar da şiddettin bir parçasıdır.

Cinsel şiddet kapsamındaki tecavüzlerin mağdurları farklı yaşlarda olmakla birlikte neredeyse yarısı 18 yaşından küçük bireylerdir. Ev içinde yaşanan saldırılarda ise fail çoğunlukla öz baba iken sırasıyla amcalar, enişteler, ağabeyler, dedeler ve dayılardan oluşan diğer erkek akrabalardır. Bu tip cinsel saldırının adı ensesttir. Ensestin kelime anlamı şöyledir; evlenmeleri ahlakça, hukuken ve dinen yasaklanmış (nikah düşmeyen) yakın akraba olan kadın ve erkeğin cinsel ilişkiye girmeleri. Bu arada ensest saldırganları küçük ve savunmasız bireyleri hedef alırken cinsiyet ayırmamaktadırlar. Bir başka örtük cinsel saldırı da evli kadınların nikahlı eşleri tarafından istemedikleri cinsel ilişkiye zorlanmalarıdır. Bunun da adı tecavüzdür ancak suç sayılması ve ispatlanması ne yazık ki oldukça zordur.

Aile içinde yaşanan şiddetin bir sarmal olduğunu, bunun bir yerden kırılması gerektiğini anlamak zorundayız. Evde çocukları yetiştiren kişi çoğu zaman annedir. Erkek çocuk için rol model kişi ise babadır. Annenin aynı evde babadan şiddet görmesi ve erkek çocuğun ilerideki aile hayatındaki bu modelini şiddet temelleri üzerine kurması ne kadar sağlıksız ise tersi bakış açısı ile kız çocuğunun şiddete çocukluktan uğramaya başlaması, annesinin uğradığı şiddeti olağan kabul etmesi ve ileride kendi aile hayatında kader olarak bu duruma suskun kalması tüm bu zincirin erkekler tarafından yönetilmesini sağlamaktadır. Bu döngüden çıkmaya çalışan kadınların öldürüldüğü Türkiye’de, ‘‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’’ diye haykırmak en doğal refleksimizdir.

Toplumun büyük çoğunluğunca yok hükmündeki trans birey cinayetleri arafta bırakılan istatistiklere sahipken, seks işçisi kadınlar ise toplumun dışına itilen, yaşadıkları şiddeti hak ettikleri düşünülen bireylerdir.

Tüm bu sebeplerden ötürü kadın cinayetleri politiktir!

Kadına şiddet sorununa erkek egemen bir bakışla çözüm üretmek şimdiye kadar mümkün olmadı. Şiddet uygulayanın tavizsiz, indirimsiz cezalandıracağının toplum tarafından bilmesi sorunun çözümünde hala en önemli yeri kaplıyor.

Bu soruları hepimize soruyorum; Hakkında uyguladığı şiddet ya da ettiği tehditler nedeniyle uzaklaştırma kararı olan erkeklerce öldürülen kadınlar oldukça kim kendini güvende hissedebilir? Ya da kaç kadın aynı evde yaşadığı erkekten korkusuzca şikayetçi olabilir? Şiddeti olağanlaştıran, kader kabul eden, çözüm yolu bulamayan kadına kim kızabilir? Boşanma ya da ayrılma durumunda öncelikli olarak kendi ailesi tarafından baskı, caydırma ve şiddet gören kadın, sosyal devlet çatısı altında yeni yaşamını nasıl inşa edebilir? Ya da yeni yaşamında sosyoekonomik olarak ayakta kalışını sağlayabilecek kaç kadın vardır?

Bu soruların cevapları çok açıkken, çözümler de bellidir aslında. Acil eylem planları yanında uzun vadeye yayılmış eğitime ve kültürel alışkanlıklara dayalı çalışmalar yapılmalıdır. Bu süre içinde mevcut durumun mağdurları için; kadın sığınma evlerinin sayılarının arttırılması ve kadının ekonomik anlamda güçlendirilmesi, eğitilmesi şarttır. Kız çocukları mutlaka okutulmalıdır ama özellikle seküler eğitim veren kurumlarda eğitim görmeleri sağlanmalıdır. Kadınların ölümünden, tecavüzünden sorumlu sanık erkeklerin haksız tahrik indirimi ya da iyi hal indirimi almalarına asla izin verilmemelidir. Adalet herkes içindir. Şiddet tehlikesindeki kadınların can güvenliği tam sağlanmalı, geçinme, barınma sorunlarına hızlıca çözüm üretilmelidir.

Gelelim geride kalan haftanın başlıklarına. Çocuğun elinden oyuncağını alır gibi Instagram’ı topluma yasaklayan hükümet, ‘‘tamam, sana bu kadar ceza yeter’’ diyerek yasakları kaldırdı. Baba figürü eksiği ile yöneticisini belirleyen toplumların böyle ebeveyn tavırlı uygulamaları da anlayışla karşılaması gerekiyor. Zaten öyle de oldu. Sosyal medyasına kavuşanların çok büyük bir kısmı ne yasakların tehlikesini tartıştı ne uğradığı ekonomik kayıpları ne de o sırada gözden kaçırılan şiddet ve yolsuzlukları sordu; kaldıkları yerden paylaşımlarına devam ettiler. İşte tam da o sırada malumunuz üzere çok sayıda sokak hayvanı, sırtlarını devletin çıkardığı yasaya dayayanlarca vahşice katledildi. Oysa bu yasayla sokak hayvanı sorununun çözülemeyeceği, şiddetin artacağı, yeni katillerin hayvanlar üzerinde uyguladığı bu cinayetlerini insanlara yöneltme tehlikesi meclis komisyonunda ve konu hakkında sözü olanlarca defalarca dile getirilmişti. Ama AKP ve MHP milletvekillerince hiçbir bilimsel çözüm dilenmedi ve asla unutmayacağımız sokak hayvanlarının öldürülmesi yasası, bu iki grubun oylarıyla meclisten geçti.

Öfke kontrol sorunu olanların mecliste değil de doktorda olması gerektiğini ringe dönen TBMM genel salonunda yaşananlarla bir kez daha hatırladık. Can Atalay’ın anayasal hakkı için toplanan meclis şahane bir performansla vurdulu kırdılı bir film setine döndü ve umutlar bir kez daha yerle yeksan oldu. Can Atalay konusu konuşulamadı. Dokunulmazlık denen zırhın yumruk geçirdiğini, yasa tanımadığını, meclisin bile kadına şiddeti önleyemediğini hep birlikte canlı yayında seyrettik. Gene başkalarının yaptıkları yüzünden utanç duymak bize kaldı.

Türkiye’nin her yanı yangınlarla küle dönmeye devam ederken, yangın söndürmedeki yetersizliğimize öfkelendik, kayıplarımıza ağladık. O anlarda başka yerlerde gene pikniklerde ateşler yakılmaya, söndürülmeyen izmaritler arabalardan atılmaya devam edildi.

Her türlü pisliğini geride bırakan insanlarca yağmalanan, zarar gören doğa imar izinleriyle de talan edilmeye devam ediyor. Karadeniz’de, Fındıklı Belediyesi’nce düzenlenen sempozyumlarda konunun uzmanları halkla birlikte HES’lerden sonra altın madenleri için de arama izinlerinin çıkması ile ilgili konuşuyor, direnç geliştirmeye çalışıyor. Üstelik muazzam güzellikteki doğanın katledilmesi, doğum yeri Karadeniz olan siyasilerce, belli gruplara servis edilerek yapılıyor. Akıllar şaşakalıyor. Ah bu romantik akıllarımız, hala şaşıracak bir şeyler bulabiliyor.

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nin yıl dönümünde gene hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve 6 Şubat Depremi’nde yaşadıklarımızın katlanarak bize geri döneceğini bilen kurbanlar gibi gündemin canı bizi nereye savurmak isterse oraya sürüklenerek, büyüyen sorunlarımızın içinde yaşamaya çalışıyoruz. İyi pazarlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytun Aktan Arşivi