Aytun Aktan
Bir halk direnişi olarak Ağrı Dağı Efsanesi ya da masal olamamış bir aşk hikayesi
Ağrı Dağı, Türkiye’nin doğu ucunda yer alan, İran ve Ermenistan’dan da görülebilen, 5137 metre yüksekliğiyle yalnızca Türkiye’nin değil, Orta Doğu’nun da en büyük volkanik dağıdır. Dağın zirvesi, yıl boyunca karla kaplıdır ve çok sayıda akarsuyun kaynağı olan bir buzul barındırır. Yüceliğiyle, insanı kendini ufacık hissettiren coğrafi bir harikadır. Ağrı Dağı, Ermenicede Masis, Kürtçede Çîyayê Agirî adıyla anılır. Aynı zamanda Yahudi ve Hristiyan inançlarında, Nuh’un Gemisi’nin büyük tufandan sonra oturduğu Ararat Dağı olarak bilinir. Ağrı Dağı, büyük tufan sonrası insanlığın yeniden başlangıcını simgelediği gibi, bölgedeki yerel halk anlatılarında aşk ve kahramanlık hikâyeleriyle ilişkilendirilir.
Örneğin, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi adlı eserinde, Ahmet ile Gülbahar’ın imkânsız aşkı bu dağın eteklerinde geçer. Kayıtlara göre dağa ilk tırmanış 1829’da Friedrich Parrot tarafından gerçekleştirilirken, ilk solo kış tırmanışı 1970’te Bozkurt Ergör tarafından yapılmıştır. Ağrı’ya tırmanış, 1990 yılında güvenlik nedenleriyle 8 yıl boyunca yasaklanmıştır. Yaşar Kemal’in anlatısında ise Ahmet, bu imkânsız tırmanışı aşkı ve gelenekler uğruna yapar. Ayrıca, dağın zirvesinin perilerle, cinlerle ve diğer doğaüstü varlıklarla dolu olduğuna dair hikâyeler de oldukça yaygındır. Bazı efsanelere göre, Ağrı Dağı’nın içinde altından bir şehir saklıdır; ancak bu şehre ulaşmaya çalışanların başına kötü olaylar geldiğine inanılır.
Tiyatro, opera, toplum sağlığı ve gündem yazıları derken işin içine bir de gezi yazıları mı dahil oldu diye düşünenleri, bu sınırdan tiyatroya doğru tekrar çekiyorum ve sizi İBB Şehir Tiyatroları’nın sezon açılışını yaptığı Ağrı Dağı Efsanesi oyununa davet ediyorum. Yaşar Kemal’in romanını tiyatroya uyarlayan Yiğit Sertdemir, aynı zamanda oyunun yönetmeni. Sertdemir, kurucu ekibinde yer aldığı Kumbaracı50’nin sanat yönetmenliğini yapmanın yanı sıra oynamaya, yazmaya, yönetmeye ve eğitim vermeye devam ediyor.
Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl, Osmaniye’nin Hemite köyünde doğan yazar, Kürt kökenli bir aileden gelmektedir. Kemal’in çocukluğu yoksullukla ve trajedilerle doludur. Babasını küçük yaşta kaybetmesi ve bir kaza sonucu sağ gözünün görme yetisini yitirmesi, onun derin bir gözlem gücü ve duyarlılıkla hayata bakmasını sağlamış olmalı ki eserlerinde sıkça karşımıza çıkan güçlü insan hikâyeleri merkezdedir.
Yazarın edebiyata olan ilgisinin başlangıcı, halk hikâyeleri, destanlar ve türkülere dayanır. İlk şiirlerini Adana Halkevi’nde yayımlayan Kemal, daha sonra gazetecilik yaparak yazma yeteneğini geliştirir. 1952 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başlayan Kemal, toplumsal gerçekçi bir çizgide ilerleyerek köy ve şehir yaşamını ele aldığı röportajlarıyla dikkat çeker. Kemal, 1955 yılında yayımlanan ilk romanı İnce Memed ile edebiyat dünyasında bir devrim yaratır. Bu roman, yalnızca bir macera hikâyesi değil; toplumsal adalet, toprak mülkiyeti ve insani direnişin güçlü bir metaforudur.
Anadolu’nun büyülü coğrafyası, onun anlatımında eşsiz bir canlılık kazanır. Bu mekânlar yalnızca bir arka plan değil, kahramanlarının iç dünyasını yansıtan bir aynadır. Kemal, eserlerinde mitolojik ve masalsı unsurları çağdaş bir anlatım diliyle harmanlar. Masalın büyüsünü toplumsal meselelerle birleştirerek okuyucuyu hem düşündürür hem de duygusal bir yolculuğa çıkarır.
Kemal’in eserlerinde ezilenlerin, yok sayılanların ve sömürülenlerin sesi vardır. Sadece hikâyelerinin gücüyle değil, aynı zamanda dilindeki zenginlikle de öne çıkar. Anadolu’nun ağızlarından derlediği kelimeler ve deyimlerle halk kültürünü ve kolektif bilinci gözler önüne serer. Yaşar Kemal, yaşamı boyunca pek çok ödül kazanır ve 2015 yılında hayata veda eder.
Şehir Tiyatroları, Yaşar Kemal’in 1970 yılında yayımlanan; 13 dile çevrilip dünya çapında yoğun ilgi gören ve destan, masal, roman özellikleri taşıyan Ağrı Dağı Efsanesi eserini, 36 yıl aradan sonra farklı bir rejiyle seyirciyle buluşturuyor. Sertdemir oyun için, “Kavuşursan masal olur. Kavuşmazsan efsane. Masal olamayanların efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi. (…) Tüm olamamış aşklarımızın, kaybettiğimiz umutlarımızın, ayrılıklarımızın hikâyesi. Öyle bir ayrılık ki, sanki ortamıza kocaman bir kılıç saplanmış da elimiz birbirine dokunamıyor. Dokunabilse, el ele tutuşacağız ama ne mümkün. Dokunabilse, masal olacağız. Dokunabilse… Ah bir dokunabilse… Masal olamayanların ülkesinde, efsaneye mahkûm bir ahire adım adım gitmek… Belki oluruz masal. Kılıç ortadan bir kalksa. Kavuşuruz. Dokunuruz.” diyor.
18. yüzyılda Doğu Beyazıt’ta geçen bu hikâye, ‘anlatı içinde anlatı’ tekniğiyle seyirciyi derinden etkiliyor. Yaşar Kemal’in doğayı yalnızca bir arka plan değil, başlı başına bir kahraman olarak sunduğu anlatısı, Ağrı Dağı’nı korkulan, öfkeli ve hiddetli bir insana dönüştürür. Rejide de bu yaklaşım, dekor tasarımıyla bir kez daha hayat buluyor. Barış Dinçel’in hareketli parçalardan oluşan dekoru, kıvrımları ve tırmanışlarıyla oyunculara geniş bir hareket alanı sunuyor. Bu tasarım, farklı mekânları kesintisiz bir şekilde seyirciye ulaştırarak, yazarın destansı dünyasını tiyatro sahnesine taşıyor. Dağ, zindan, han, göl, ev ve meydan; ışık, müzik ve hareketin etkileyici kullanımıyla seyircinin algısında sürekli dönüşen diyarlara dönüşüyor. Yiğit Sertdemir, iyi bir mühendislik ve koreografiyle kendi dünyasını bir kez daha başarıyla inşa ediyor. Oyunun ışık tasarımı Osman Aktan’ın imzasını taşıyor.
Oyun, çobanların her bahar güneş doğmadan önce Ağrı Dağı’ndaki Küp Gölü çevresinde toplanmasıyla başlar. Burada kavallarıyla gün batımına dek ‘Ağrı Dağı’nın Öfkesi’ olarak adlandırılan bir ezgiyi çalarlar. Müzik, oyunun duygusal derinliğini ve atmosferini güçlendiren en önemli unsurlardan biri. Oğuzhan Balcı tarafından oyuna özel olarak bestelenen müzikler, hikâyenin dramatik yapısını daha da etkileyici hale getiriyor. Bu eserler, Burçak Çöllü yönetimindeki Şehir Tiyatroları Orkestrası tarafından canlı olarak icra ediliyor. Sahne üzerinde kullanılan çeşitli enstrümanlar ise anlatının zenginliğini artırıyor. Oyun, Kürt kültürünün derin izlerini taşıyan dengbêj geleneğini de sahneye taşıyor. Dengbêjler, Kürt kültüründe birer hikâye anlatıcısı, şair ve tarihçi olarak kültürel belleği canlı tutan önemli figürlerdir. Yazılı edebiyata geçişten önceki dönemde tarihsel olayları, aşiret hikâyelerini, aşk destanlarını ve epik kahramanlık öykülerini aktaran bu sözlü edebiyat geleneği, oyunda Mahmut Han’a dağın öfkesini anlatırken yeniden hayat buluyor. Sertdemir’in rejisi, dengbêjlik geleneğini Batı tiyatrosunun teknikleriyle ustalıkla harmanlayarak, seyirciye bu unutulmaya yüz tutmuş kültürel mirası hatırlatıyor. Sonuç olarak, Yaşar Kemal’in destansı dünyası, tiyatronun güçlü araçlarıyla yeniden yorumlanırken hem geçmişin izlerini taşıyan hem de çağdaş bir estetikle zenginleşen bir seyir deneyimi sunuyor.
Oyunda anlatılan hikâye şöyledir: Sorik Köyü’nde yaşayan Ahmet’in kapısına bir gün beyaz bir at gelir. Yaşlı bilge Sofi, Ahmet’e, sahipsiz atı uzaklara götürüp bırakmasını söyler. Ancak at her seferinde geri döner ve Sofi’nin yanında belirir. Sofi, töreye göre artık bu atın Ahmet’e ait olduğunu ve gerçek sahibinin onu geri alamayacağını açıklar. Sahnede bu hafta da bir at var. Ancak Şehir Tiyatroları’nın imkânları, Devlet Opera ve Balesi gibi olmadığından sahneye canlı bir at çıkarmamışlar. Şaka bir yana, Candan Seda Balaban’ın yaratıcısı olduğu beyaz tüllerden oluşturulmuş kukla tasarımı, oyuna etkileyici bir estetik kazandırıyor. Oyuncular, kıvrak hareketleriyle kostümlerinin yakasını başka bir yöne çevirerek, kollarını katlayarak ya da şapkalarını çıkararak sahne üzerinde farklı karakterlere ustalıkla dönüşüyorlar. Kostümler hem hikâyenin geçtiği yüzyılı anımsatan detaylarıyla hem de zamanın dışındaki masalsı duruşuyla seyirciyi anlatının büyüsü içinde tutuyor. Beyaz ata sahnede hayat veren oyuncu Özge Midilli, aynı zamanda Senem Oluz ile birlikte oyunun koreografisini de paylaşmış. Efsanedeki beyaz at, mitolojide ve halk anlatılarında sıkça görülen bir semboldür. Türk mitolojisinde beyaz at genellikle saflığın, özgürlüğün ve doğaüstü güçlerin temsilcisi olarak görülür. Bu hikâyede ise kahramanlık ve özgürlük arayışının bir yansımasıdır. Atın ele geçirilmesi için verilen mücadele, aynı zamanda kaderle ve toplumsal baskılarla olan savaşı simgeler.
Gelelim atın sahibine. Burada işler karışır; zira atın sahibi, güç sahibi olduğundan kendini efsanelerin önünde tutan kibirli Mahmut Han’dır. Beyazıt Sancağı yöneticisi olan Han, çevredeki beyler aracılığıyla atını geri ister. Ancak Ahmet, töreye bağlı kalarak atı vermeyi reddeder. Mahmut Han ise “bir dağlı parçası” olarak küçümsediği Ahmet’le ölümcül bir mücadeleye girişir. Temel çatışmalar burada başlar. Sonra işin içine aşk girer; zira hikâyenin cilvesi bu ya, Mahmut Han’ın kızı Gülbahar, “dağlı parçası” Ahmet’e âşık oluverir.
Han, kızını bile ölüme gönderecek kadar çığırından çıkar. Ancak sonunda, çevredeki halkın saraya karşı ayaklanmasından ve Osmanlı nezdindeki itibarını kaybetmekten korkarak kızını Ahmet’e vermeyi kabul eder. Elbette bu kararını bir şartla bağlar: “Ahmet, Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkıp orada büyük bir ateş yakmalıdır.” Ağrı Dağı, Türk ve Kürt halk kültüründe sıradan bir coğrafi yer değildir. Mitolojik ve kutsal anlamlar taşıyan bu dağ hem ulaşılmazlık hem de kutsallık sembolüdür. Zirvesi, insanların ulaşmaya çalıştığı ama genellikle başaramadığı bir hedefi temsil eder. Efsanede Ağrı Dağı, yasak aşkın trajedisini, aşılması imkânsız engelleri ve insan iradesinin sınırlarını simgeler. Hikâye, Leyla ile Mecnun veya Ferhat ile Şirin gibi aşk uğruna her şeyi göze almayı konu alan destanlarla benzer bir çizgide ilerler.
Ahmet bu zorlu görevi kabul eder. İmkânsızı başarır; dağa tırmanır, ateşi yakar ve Gülbahar’ı alıp götürür. Halkın kalabalığını ve gücünü temsil eden meşalelerle desteklenen bu sahne, seyircinin en çok etkilendiği anlardan biridir. Sertdemir’in rejisindeki bu bölüm, oyun boyunca hafızalarda en çok yer eden sahnelerden biri olarak öne çıkar. Hikâyenin ana teması her ne kadar aşk gibi görünse de daha derin bir mesaj barındırır. Yaşar Kemal, halkın birlik olduğunda hiçbir güç tarafından durdurulamayacağına olan inancını güçlü bir şekilde ifade eder. Ayrıca, yöresel törelerden habersiz bir iktidar ile halk arasındaki mücadeleyi vurgular. Yönetmen, metne sadık kalarak modern güncellemelerden kaçınmış olsa da oyunun toplumsal ve siyasal bağlamı seyirciden beklenen duygusal reaksiyonu almayı başarır.
Oyunun merkezinde bireysel oyunculuklar değil, topluluğun gücü vardır. Ahmet ve diğer dağlılar, sahnede bir bireyden çok bir topluluk olarak şekillenir. Antik tragedyaların ruhunu taşıyan bu yapı, ikisi kadın olmak üzere üç koro şefi liderliğinde organize edilen bir koro tarafından desteklenir. Hikâye ilerledikçe Ahmet, Gülbahar’ı babasından alır ama ona dokunmaz. Bu detay, hikâyeye onurlu bir katman ekler. Ayrıca, oyunun önemli bir sembolü olan kılıç, ilişkilerin tam ortasında yer alarak hem hikâyeyi hem de aşkı farklı bir düzleme taşır.
Sinem Özlek’in dramaturgisini üstlendiği, Şehir Tiyatroları oyuncularının büyük bir başarıyla sahnelediği Ağrı Dağı Efsanesi, seyirciye görkemli bir tiyatro deneyimi sunuyor. Oyuncular; Arda Alpkıray, Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Can Tarakçı, Cihan Kurtaran, Emrah Can Yaylı, Emre Yılmaz, Ertan Kılıç, Hakan Örge, Murat Üzen, Özge Midilli, Serkan Bacak, Uğur Dilbaz, Yeliz Şatıroğlu ve Zeynep Ceren Gedikali, iki perdelik, 2 saat 45 dakika süren bu prodüksiyonda sahnede resmen devleşiyor. Orkestranın canlı performansıyla güçlenen bu ekip, seyircinin alkışını fazlasıyla hak ediyor.
Uzun oyunlar tiyatro dünyasında sıkça eleştirilir. Uzun yazılar da. Ancak, bu eleştirinin altında yatan basit gerçek şu soruyu akla getirir: Yaşar Kemal’in katmanlarla dolu anlatısı daha kısa sürede anlatılabilseydi, kazandığınız birkaç dakikada hayatınıza ne katardınız? Bu oyunun süresi, Yaşar Kemal’in anlatısına sadık kalarak hikâyenin derinliklerini hissettirmek için bir gereklilik. Elbette her tiyatro performansında olduğu gibi Ağrı Dağı Efsanesi de tempo sorunlarıyla karşılaşabiliyor. Sahneleme sanatı, her defasında yeniden inşa edilen bir dünya yaratmayı gerektirir. Oyuncuların bazı günler matine ve suare olarak arka arkaya sahneye çıkması, zaman zaman yorgunluk hissine ve performanslarının dalgalanmasına neden olabilir. Bu, tiyatronun canlı bir sanat olarak riskleri ve güzelliklerinden biridir.
Yaşar Kemal romanlarıyla büyümüş olanlar ya da onun anlatılarına Anadolu’nun masalsı dünyasından bir pencere aralamak isteyenler için Ağrı Dağı Efsanesi bir fırsat. Büyük emekle hazırlanan bu prodüksiyon, yalnızca hikâye anlatımıyla değil, dekoru, müziği ve oyuncu performanslarıyla da izleyiciyi içine çekiyor. Bu büyülü anlatıya dahil olmak ve Yaşar Kemal’in evrenini tiyatro sahnesinde deneyimlemek istiyorsanız, biletlerinizi alın ve unutulmaz bir deneyime adım atın. Şimdiden iyi seyirler ve iyi hafta sonları.