Aytun Aktan
Aile Varsa, Aile Yalanları Da Vardır
‘‘Bütün mutsuz aileler birbirine benzer. Her mutlu aileninse ortak bir sırrı vardır: Sık görüşmemek.’’ Bu, konuşacağımız oyunun akılda kalan mottosu.
Aile Yalanları oyunu 2 ay önce seyircisiyle buluştu. Tazecik. Zorlu PSM ile birlikte Toy İstanbul ve Melisa Sözen’in ortak yapımcılığını üstlendiği, hoş bir tiyatro oyunu. Artık bu yapımcılık meselesini sıkça duyuyoruz. Tiyatro oyunlarında bütçelerinin uygulanabilir olabilmesi tıpkı sinemadaki gibi yapımcılar ya da yatırımcılar işe dahil oluyorlar. Oyuncuların yapımcı olmaları ise taktide şayan.
Oyunun yazarı Nermin Yıldırım. Onu roman ve öykü yazarı olarak biliyoruz. Benim için güzel bir tesadüftür ki yazarla ilk temasım olan Bavula Sığmayan kitabının novellası, tiyatro oyunu olarak karşımda. Yazarın akılcı, kıvrak Türkçesinin yanında insan ilişkileri, toplumsal roller konusundaki hâkim tavrı ve tespitleri kitabını okurken beni tanıdık bir yerimden yakalayıvermişti. 1980 doğumlu, gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalışan Nermin Yıldırım’ın, Unutma Beni Apartmanı, Rüyalar Anlatılmaz, Saklı Bahçeler Haritası, Unutma Dersleri, Dokunmadan, Misafir, Ev (Duygu Asena–Kadının Hâlâ Adı Yok Roman Ödülüne layık görülmüş) adlarında öykü ve romanları var. Yıldırım Aile Yalanları hikâyesini kendisi oyunlaştırmış. Yazarın bu sezonda ikinci oyunu ise Üç Eksi Bir.
Yıldırım’ın anlatım üslubu tiyatro sahnesinde aynı etkiyi bırakıyor mu sorusuna ise yanlı cevap vereceğim. Tıpkı önce kitabını okuduğumuz ve kendi evrenimizi kurduğumuz o büyünün, sinema yönetmenleri tarafından kendi tekelinde beyaz perdeye aktarılmasındaki gibi bu hikâye de sahnede biraz eksik kalmış. Etkisini yitirmiş. Zira insanın zihniyle rekabet güçtür.
Bu zaaf oyunu iyi ya da kötü yapan bir kriter değil elbette o sebeple bu ön koşullanmamı cebimde tutarak, oyunculuğa, sahne olanaklarının kullanımına, rejinin akışına bakacağım.
Sahnede üç oyun kişimiz var. 68 yaşındaki anne Müzeyyen (Ülkü Duru), yaşı yetmişi geçmiş, işi henüz bitmemiş baba Kamuran (Müfit Kayacan) ve henüz evlenmemiş, aileden ayrı yaşayan kızları Belgin (Melisa Sözen). Ufak, oldukça tanıdık, çoğumuzunki gibi bir aileden, aynı olayı, üç farklı bakış açısıyla dinlemeye hazır olun.
İşin Freud kokan çok yanı var. Bu sebeple siz seyirci olarak hangi deneyimlerden geçtiyseniz özdeşlik kuracağınız, aynayı o oyun kişisinden kendinize tutacağınız bir hikâye sahnedeki. Oyunun (kitabın) başarısı herkesin bir ailesi ve o ailede büyüme, değişim ve farkındalık sürecinin olmasıyla ilgili sanırım. Yani tanışık olma hali. Peki bu tanışıklık sizi sonraki adıma, barışık olmaya ya da karşındakini anlamaya yetecek mi? Oyun bu anlamda soru sordurmuyor. Seyirci bunu isterse ya da arasa bulabilecek. Her yaş ve cinsiyetten, rolden, deneyimden geçmiş seyircilerin buluştuğu tiyatroda kimi karakterler için trajik olan anların kahkahalarla karşılanıyor olması da tam da bu sebepten.
Hikâye, annenin kızını bir gece yarısı arayıp ‘‘Baban beni aldatıyor’’ demesiyle başlıyor. Oldukça çarpıcı bu başlangıç, seyirciyi oyuna davet ediyor. Çünkü baba 74 yaşında. Bundan sonrasını anlatarak seyir keyfinizi sabote etmek istemediğimden üstü kapalı yazmaya devam edeceğim. Kamuran ve Müzeyyen’in evliliğinde, Belgin’in çocukluğu, gençliği, yetişkinliğinde bize bildik gelen ayrıntıların bu kadar fazla olması şaşırtıcı değil elbet. Kız evladın anneye isyanı, suçlayıcı, rekabetçi tavrı, büyüdükçe anlamaya yaklaşması; babaya anneden daha bağışlayıcı ve anlayışlı oluşu; evliliklerin yıkıcılığı, şehvetin şefkate dönüşümü, yaşlanmanın zorluğu; aileden uzakta yaşama seçimi, bekar kalmanın toplumsal kodlara etkisi; annelikle birlikte kadınlığın terk edilişi, fedakarlığın sonuçları… Buyurun, istediğiniz açıdan seyredin oyunu.
‘‘…İnsanın en yakınlarını bile anlamaktan aciz, onlar tarafından anlaşılmaktan mahrum oluşunun altını çizer.’’ diye yazıyor oyun tanıtımının bir yerinde. Evlilik, aşk, ihanet, aile olmak, mutluluk gibi kavramlar üzerine, köpürtülmeye müsait, tek perdelik oyunun yönetmenini okurlarım hatırlayacak. Daha önce sizinle bu köşeden paylaştığım Canavar oyununun oyuncularından, çok sayıda güzel işin de yönetmeni Hakan Emre Ünal. Aile hikayelerini seviyor Ünal.
Aile, varlığı ile de yokluğu ile de yaşamı zorlaştırabilen, şekillendiren toplumsal ciddi bir mesele.
Oyunun dekoru Zorlu PSM prodüksiyonlarını düşündüğümde oldukça sade seçilmiş. Sabit dekor, oyuncuların anlatısıyla sürekli başka bir yeri işaret ediyor. Belgin’in yatağından, aile evinin salonuna, oto gardan, otel odasına durmadan değişiyor. Yani algımızda. Bazen kapının ardından, bazen telefonun ucundan birbirini duyan oyuncular yaratmak istedikleri bu sanal duvarları bir bakışla yok yıkıveriyorlar. Bir iki oyunculuk hatasıyla ve çokça ışık masasının gecikmesiyle bu mekân geçişleri maalesef başarılı olamadı. Benim seyrettiğim oyunda teknik masa sınıfta kaldı. Tepeden sarkıtılan dik dörtgen ışıklar aynı zamanda evin çatısı hissini yaratırken, parçalı yapasıyla da dağılmayı temsil ediyordu.
Oyunda seyirciden alınan reaksiyonlara göre duraklamalar yaşanması, alkış ya da gülmelerin bitmesinin beklenmesi oyunu kesintiye uğratan anlardı. Anne Müzeyyen’in kendi tarafından hikâyeyi anlattığı bölümde tempo oldukça düşüyor ve bu oyunun enerjisi için sorun oluşturuyordu. Ülkü Duru gibi profesyonel bir oyuncunun bunu yaşaması reji sorunu olsa gerek.
Babanın hikayesi aslında trajikken en çok kahkahayı buranın alıyor olması tamamen toplumsal kodlarımızdan kaynaklanıyor sanırım. Yaşlı insanların sevişebiliyor olması, bir filin ağaca tırmanması kadar imkânsız herhalde. Ancak sex yapmasına güldüğünüz yaşlardaki insanlar ülkeler yönetiyor, siyaset yapıyor; hatırlatayım da buna da gülün isterseniz. Oyunculuk olarak ise Müfit Kayacan da tıpkı Ülkü Duru gibi oldukça yetkin. Sadece O da olduğu yaşa bazen inanıp bazen inanamıyor. Kendi hikayesini anlattığı sırada çakı gibi gördüğümüz 74’lük Kamuran, karısının gözünden dinlediğimizde zar zor yürüyen bir ihtiyara dönüyor. Bunun da reji seçimi olması muhtemel. Babanın en sevdiğimiz repliği ise her ana yakışan “Hiç mi yaşamayalım?”
Melisa Sözen’in annesiyle hesaplaştığı anlar oyuncunun kendini zirveye duygusal olarak çıkaramadığı için inandırıcılık konusunda yetersiz kalıyor. Öte taraftan telefondaki sesli mesajda “Anneciğim, anne biliyorum beni çok seviyorsun, her şeyi bu yüzden yapıyorsun ama ne olur bir bırak da ben de seni kendi bildiğim gibi seveyim. Sana baktıkça beni sevmeye, bizi sevmeye adanmış şu ömre baktıkça hem üzülüyorum hem de kendimi suçlu hissediyorum...” demesi salonda oldukça duygusal anlar yaşatıyor. Komik olma anlarında Sözen daha rahat ve içten bir oyunculuk sergiliyor. Oyunun sonunda aile içinde toplumsal cinsiyet kodlarına direnen Belgin’e alkışımı esirgemediğimi eklemek isterim.
Oyunda Bülent Ortaçgil’in “Dört Kişili Düş” şarkısı ile “Daddy Cool” şarkısı kullanılıyor. Ki bu anlarda ve arada anlatıcı olanın seyirciye dönmesiyle, dördüncü duvar sıkça yıkılıyor. Kostüm seçimi çağdaş kıyafetlerden yana yapılmış.
Konuya ilgi duyanlar için keyifli bir seyir olacaktır. Özetle birbirimizi dinleyecek ve anlayacak, empati duygumuza seslenecek samimi bir oyun.
Herkesi banyoya sokarak tedavi eden, her sorunun düzeleceğine inanan Müzeyyen’den ikialıntıyla bu sıcak aile hikayesinin sonuna gelelim.
‘‘Bir zaman bir yerde birbirimizden vazgeçmiş, bunu da kabullenmişiz. Kamuran koltuğuna çekilmiş, ben mutfağa yerleşmişim. İçimizde öfkeler, kırgınlıklar, alışkanlıklar, sevinçler, birlikte geçmiş koca bir hayat biriktirmişiz. İki kör bıçak gibi birbirimize bilenmiş ama kesmeyi de becerememişiz.”
‘‘Karmaşık ihtiraslarım yoktu. Sadece mutlu olmak istemiştim. İnsan hep bir gün çok mutlu olacağına inanır. Şimdi değildir, henüz değildir ama bir gün muhakkak, hak edilen o mutluluk gelip kendisini bulacaktır. Gelecekte muğlak bir takvim yaprağına mühürlenmiş o günü, ufak tefek engellerin ayak altından çekileceği münasip bir zamana erteler durur insan. Okulu bitirince, işe girince, evlenince, çocuklar büyüyünce… Sonra genellikle o gün gelemeden de ölür.”
Seyir keyfimizi yok eden, saygısız, kötü huylu seyircilere de bir notum var. Yıldık sizden. Cep telefonunun icadına isyan ettiğim neredeyse tek yer tiyatro ve konser salonları. Ama icadın suçu yok tabi, artık uyarılara dahi kulak asmayan, arsızlıkta arşın tepesindeki seyirci kılıklı sabotajcılar, gelmeyin, oyunlara gelmeyin! Sizlerden gelecek bilet satışı yerine, koltuklar boş kalsın daha iyi. İlla gelecekseniz de bir zahmet kurallara uymayı öğrenin!