İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu: Derin bir yargı krizi içerisindeyiz
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı avukatların birlikte hareket etmesi ve mücadelesi değiştirildi. Ancak Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) avukatlar arasından seçilecek aday konusunda aynı birlikteliği göremedik. Neden böyle oldu?
Bunun iki nedeni var. Bir tanesi sistemle ilgili. TBB'yi kazanan irada delege iradesidir. Barolar birliği genel kurulu sadece baro başkanlarıyla götürülen bir genel kurul değil. Dolayısıyla baro başkanlarının yapısıyla TBB delegasyon yapısı birbirinden farklı. İkinci neden ise burada bence hakkaniyetli olmayan pek çok sistem çalıştı. Bir tanesi seçmen konumunda bulunan baro başkanlarının aday olması. Baro başkanları uzunca bir süre bir arada bulunan dost, arkadaş olmaya dönüşen bir süreçte oldukları için, seçmen konumunda bulunan bir baro başkanının aynı zamanda seçilen yani aday konumunda bulunmasını doğru bulmuyorum. Ancak bunun önünde yasal bir engel yok. Bir uğraş tabi ki gösterildi. Ancak başarılı olmadı.
Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) aday gösterilen üç avukattan sadece birinin AYM'ye dair hukuki çalışmalar yaptığını biliyoruz. Liyakatten sıkça bahsettiğimiz bu günlerde AYM'ye seçilen avukat üyenin uzmanlaşma alanının AYM üzerine olması gerekmez mi?
Aday olan arkadaşlarımızın liyakatine ilişkin konuşmak istemem. Kuşkusuz onlar arasında aday bunu hak etmediğini düşündüğüm kişiler olabilir. Ancak nesnel değerlendirmeler olmaz. Bu duruma liyakatsizlik diyemeyiz. Sizin söylediğiniz şey kuşkusuz ideal olandır. Asıl üzerinde durulması gereken konunun bir siyasal kişiliği olan, siyasal kişiliğini bir siyasi partide görevle tanımlamış olan, milletvekili adayı olmuş olan kişinin aday olmasını tartışmak gerekir.
Ülke gündemiyle devam devam edelim... Bir yandan Sezen Aksu'ya karşı yürütülen linç kampanyası diğer yandan gazeteci Sedef Kabaş'ın "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçundan tutuklanması. Türkiye tarihine baktığımızda "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçunun en çok işlendiği günlerden geçiyoruz.
Türkiye otoriterleşiyor ve otoriterleşmenin doğal sonucu olarak Sezen Aksu'da, Sedef Kabaş'ta zaman zaman bizde başkaları da üzerimize düşen payı alıyoruz. Otoriterleşme böyle bir eğim. Demokratik yaklaşımları görmek mümkün değil. Türkiye'nin son günlerde konuşması gereken önemli gündem maddeleri var. Pahalılık, faiz, çare olarak getirilen kur garantili mevduat gibi halkı etkileyen ve konuşulması gereken konular var. Bu konuların üzerinin örtülmesi, yeni bir gündem tayini bakımından gerekli görüldüğü kanısındayım. Ayrıca ortada bir hukuk yoksa yaşananların ne denli hukuka uygun olduğunu
değerlendirme konusunda kaygıya kapılıyorum. Türkiye'de yaşananlara Sedef Kabaş olayında bakarsak bir dizi hukuksuzluk peş peşe sıralandı. 'Cumhurbaşkanı'na hakaret' suçu parlamenter sistem çerçevesi içinde düşünülmüş ve düzenlenmiş bir suç tipidir. Dolayısıyla parlamenter sitemin Cumhurbaşkanı bağımsızdır, tarafsızdır, devletin birliğini temsil eder. Partili olamaz. Bağımsız ve tarafsız kişilikten söz ediyoruz. Dünyanın her yerinde de böyle Cumhurbaşkanları korunmuştur. 2017'den sonra gelen sistemde ise Cumhurbaşkanı taraflıdır, partilidir. Böyle bir tablo içinde Cumhurbaşkanı'nın ne zaman hangi sıfatla konuştuğunu bilemiyoruz. Bu suçun yeniden düzenlenmesi gerekir. Sedef Kabaş bir televizyon programında konuştu. 10 gün sonra ise gece evinden alındı ve tutuklandı. Böyle bir tablo karşısında bir insan gece saat 02.00'de evinden alınır mı? Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı, 'Tutuklamalar istisna olacak, insanlar gece yarısı evlerinden alınmayacak' demişlerdi. Ama böyle olmadı. Sedef Kabaş çağrılsa zaten gidecek bir insan. Asıl ağır olan ise Kabaş gözaltındayken Adalet Bakanı'nın yargıyı etkileyecek olan açıklaması. Bu açıklamanın ağır sonuçları olur. Adalet Bakanı o soruşturmayı yürütecek hakim ve savcının bağlı bulunduğu HSK'nın başında olan bir isimdir. Böyle bir tablo karşısında ortaya konulan beyanlar hukuka aykırılıkları kendiliğinden doğurdu. Kabaş tutuklanmaya sevk edildi. Hakim ise bütün bu süreçleri izleyen birisi olarak tutukladı. Tutuklama yapmak, hüküm verilse dahi yatmayacak olan bir dosyadan tutuklamak hukuksuz. Bu yapılan konuşan herkese karşı bir gözdağıdır.
Hukukçu bir aileden geliyorsunuz. 40 yıldır da yargı camiasının içerisindesiniz. Yargıya olan güvenin bu kadar kötü olduğu başka bir sürece daha tanıklık ettiniz mi?
Darbeler sürecinden sonra da Türkiye'de böyle benzer süreçler gördük. Ancak meslek hayatım boyunca hiç görmediğim kadar hukuka aykırılıkların sergilendiği bir dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. Hiç olmadığı kadar belgelerin öne sürüldüğü bir dönemde bunun yaşanmış olması ilginç olan. Bizim hafızamız hiç doğal işlemiyor. Bu ülkede 2009 ve 2015'te iki kez Yargı Reformu Strateji Belgesi çıkarıldı. Ama ne söylendiyse tersi yapıldı. Şimdi 2019'da yeniden Yargı Reformu Strateji Belgesi çıkarıp bize 'inanın' diyorlar. Ya da 2014'te de İnsan Hakları Eylem Planı çıkarılmıştı. Şimdi 2021'de sanki o 7 sene içerisinde hiçbir şey olmamış gibi İnsan Hakları Eylem Planı çıkarıp 'buna da inanın' diyorlar. İnanmıyoruz. İnanmamakta haklı olduğumuz ortaya çıkıyor. Paketler öne sürülüyor, beyanlarda bulunuluyor. Ancak bunların hiçbirine uygulamada tanık olamıyoruz. Tam tersi durum yaşanıyor. Mesela sulh ceza hakimlikleri bizi Fransa'ya benzer özgürlükler yargıçlığı diye getirildi tam tersine otomatik tutuklama müessesine dönüştü neredeyse. Yargı araçsallaştırılınca böyle bir tablo ortaya çıkıyor. Türk yargısının zamanın her döneminde sorunlu olduğuna inanırım. Her zaman sorunludur. Ancak şimdiki kadar asla sorunlu değildi. Derin bir yargı krizi içirisindeyiz.
FETÖ yıllarca yargı içerisinde bir çok hukuksuzluğa imza attı. Şu an FETÖ ile mücadele edildiği söyleniyor. Ancak FETÖ'nün argümanlarının kullanıldığına tanık oluyoruz. Ayrıca şu an belki Ali Alçık'lar (FETÖ'den hüküm giyen Yargıtay üyesi) yok ama başka birileri var... Bir değişiklik yapılması gerekmez miydi?
Çok derin bir değişiklik gerekiyordu. 2010 Referandumu bu ülkedeki yargı değişikliği konusuna bir milattır ve çok önemli bir tarihselliktir. Referandum kabul edilmeseydi kumpas davaları bu noktaya gelmezdi. Kabul edilmeseydi Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki bu değişim gerçekleşmezdi. Kabul edilmeseydi Ortadoğu politikaları böyle şekillenmezdi. 15 Temmuz hain darbe girişimi gerçekleşmezdi. 2010 referandumunun sonuçları Türkiye için son derece ağır oldu. Yargı demokratikleşecek denilerek yargı FETÖ'ye teslim edildi. Böyle bir tablo karşısında ne yapılması gerektiği başlı başına bir tartışma konusuydu. 15 Temmuz'un ardından iktidar partisinin liyakat ve laiklik ile ilgili bir düzenleme yapılmalıydı. Yeni bir anlayışlar sergilemesi gerekirken yapmadı. Ayrıca iktidar 15 Temmuz'un ardından siyasal islam teorilerinin çöktüğünü kendisi açısından tespit etmeliydi bunu da yapmadı. FETÖ'den öğrendiklerinden, FETÖ'nün örgütlenme yöntemlerinden öğrendiklerini şimdi kendisi için uyguluyorlar. Yeni yapılanmalarla aynı şeyleri yapmaya devam ediliyor. Ayrıca FETÖ döneminde dijital deliller üretilirdi. Şimdi delil üretmeye gerek olmaksızın delilsiz iddianamelerle pek çok şey yapılıyor. Yargıdaki ihraçlardan sonra yapılan alımlarda ne laiklik ne de liyakat gözetildi. Ben hep şunu söylerim; kendi şeyhini mehdi zanneden sadece FETÖ değildir. Yargı da örgütlenme yeri değildir.
Laiklik demişken yargıda Meznil ve Hak-Yol tarikatlari örgütlenmiş durumda. Geçtiğimiz günlerde ise İstanbul Adliye binası önünde cübbe üzerine sarık takan bir avukatın görüntüsü çok konuşuldu.
Babam hukukçuydu. 'Toplumun adalete olan inancının sarsılmaması açısından yargıda olup bitenlerin ne kadar tanık olursan ol, onların dışarıya yansımalarını ölçülü bir biçimde yap' derdi. Olumsuzluklar 3. kişilere yansıtması açısından kendimi denetleyebilir halde olmaya çalıştım. 40 yıllık meslek hayatımda ilk kez sarıklı cübbeli avukat gördüm. O da fotoğrafını. 'Kol kırılır yen içinde kalırı' artık bende kendi içimde tartışmaya başladım. Çok şeyin farkındayız, biliyoruz, görüyoruz. Adalete olan güven konusunda sorunlu olan bir toplumsal yapıya sahibiz. Adalet talep eden bir yapıyı oluşturmak zorundayız. Bunun mücadelesini veriyoruz ve bu süreçte daha dikkatli olmak zorundayız. Her insanın bir siyasal görüşü vardır ve bence olmalıda. Benim için yargıcın solcu ya da sağcı olmasının önemi yoktur. Önemli olan kararlarına yansıyıp yansımadığıdır. İnanç konusu da böyledir. Benim için önemli olan cübbe ile takkenin giyilip giyinilmeyeceği şeklindeki olgulardır. Tanrı ile arasındaki şeyin dışarıda üçüncü şahıslar arasında tartışılmasına meydan verecek ya da mesleki anlamda değerlendirecek olursak laiklik aykırı olabilecek bir noktaya taşınıp taşınmadığı olgusudur. Onun dışında evinde neyi nasıl giyiyor bunlar bizim iştigal konumuz değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rağmen iş insanı Osman Kavala tahliye edilmedi. 2 Şubat tarihine kadarda tahliye edilmezse Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye hakkında ‘‘ihlal prosedürü’’ içeren dosyayı AİHM'e gönderecek. Kavala tahliye edilir mi? Edilmemesi halinde Türkiye'ye bunun bedeli ne olur ?
Osman Kavala şimdiye kadar çoktan tahliye edilmesi gerekirdi. Aynı şeyi Selahattin Demirtaş içinde söylemeliyim. AİHM kararlarını Türkiye'nin uygulaması gerekirdi. Tutuklulukları hukuka aykırıdır. Bunların gerçeklemesi nedeniyle ortaya çıkan tablonun Avrupa Konseyi tarafından sonuçlarını beni ziyarete gelen yabancılarla da tartıştım. Türkiye burada bir yaptırımla karşılaşmamalıdır bence. Yargı bağımsız değil. Hukuk devleti olmaktan uzaklaştık. Bu mahkemelerde bizim özelliklede kendi iç hukukumuzdan ziyade AİHM içtihatlerine çok sık değinir hale geldik. Evrensel hukukun en temel kurumu konumunda bulunan AİHM içtihatleri çerçevesinde belirlenen ve AYM ye yapılan ve hak ihlali anlamına gelen bireysel başvuru bizim açımızdan yerel mahkemelerde en çok konuşulan konular oldu. Böyle bakılınca elimizde evrensel hukukun konuları kalmış gibi ve Türkiye'ye uygulanacak bir yaptırım en çok da AİHM kararlarından çok da mutlu olmayan siyasal iktidarın ekmeğine yağ sürecektir.