HAFIZANIN YÜKÜ MÜ, YÜKÜN HAFIZASI MI?
HAFIZANIN YÜKÜ MÜ, YÜKÜN HAFIZASI MI?
Kırmızıyı Sevenler Derneği, İstanbul’da, 1997 kışının soğuk günlerinde geçmektedir. Kar taneleri, sakinleri hep bir telaş içinde oradan oraya koşturan bu şehrin sokaklarına pek bir gönülsüzce konmakta ve geçip gidenler, ardında iz bırakmamaktadır. Beyazıt’taki kampüste protestocu bir grup öğrenci, yaklaşan ölümden habersiz, karların üstünde tepinmektedir. İzler çabucak silinir, fakat hafıza kendinde bir takım kırıntılar taşımaktadır.
Alfa Kitap etiketiyle çıkan Papadopulos Apartmanı, Halifeler Köyü, Aloda, İki Nehir Arası adlı kitapların yazarı Altar Kaplan, trajik bir ölümün etrafında kurguladığı bu yeni romanında, hafızanın yükünü, hatırla(t)manın sorumluluğunu hatırlatmaktadır.
28 Şubat döneminin gergin politik atmosferini tırmandıran İsrail Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye ziyareti Siyasal İslamcı öğrencilerin protestosuna yol açmıştı. Protestolar sırasında gözaltına alınan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Halil Kınalı, hapishanede asılı hâlde ölü bulunmuştu. Sorguya alınan kişilerin işkenceye yönelik tanıklıkları Kınalı’nın ölümünü şüpheli kılmaktadır. İşte bu noktada başlayan hatırla(t)manın sorumluluğu, politik kimliğinden bağımsız olarak, bir gencin şaibeli ölümüne odaklanmaktadır.
Romanın gerek anlatım tekniği gerekse kullandığı materyaller bakımından zenginliği dikkat çekicidir. Defne’nin evrenine açılan romanın ilk bölümünde farklı bir anlatım dili kullanılır ki, bunu okurun keşfine bırakmak en iyi seçenektir. Komiser Selahattin’e odaklanan ikinci bölümde anlatıcı bütün hikâyeye hâkim durumdadır. Son bölümde ise meseleler Mesut’un gözünden görülür. Anlatım tekniğindeki bu çeşitliliğin yanı sıra, romanda muhtelif aralıklarla yer alan ve hikâyeyle bütünlük sağlayan gazete ve dergi kupürleri, takvim yaprakları ve fotoğrafları içeren materyal zenginliği göze çarpmaktadır. Burada okur, çözmesi gereken bir gizemle karşı karşıyadır: Hikâyeyi tamamlayıcı bir rolü olan bu materyaller gerçek midir yoksa bütünüyle kurgunun ürünü müdür?
Yazar, İstanbul’un soğuk kış günlerinin manzarasını canlı bir şekilde tasvir eder ancak bunu sadece mekânın veya çevrenin bir serimi olarak yapmaz. Zira yoğun kasvet hissini uyandıran bu tasvirler aynı zamanda karakterlerin iç dünyasıyla çarpıcı bir bütünlük arz etmektedir. Her biri pencerenin ardından kendi hüznüne eşlik eden karlı havayı seyreder. Defne, odasında özlem duyduğu Hafız’ı düşünürken, Komiser Selahattin Galata Kulesi’nin siluetini izlerken, Mesut, Beyazıt’tan Cibali Polis Karakoluna seyreden polis otobüsünün içinde belli belirsiz pişmanlık hissine kapılırken bu bütünlük fark edilir.
Derler ki, insan odasında öyle hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden oturmayı beceremez. Bu dakikada odasında oturan Defne, az önce yanından geldiği Hafız’ın özlemiyle dolarken, bir can sıkıntısının içinde bulur kendini. Evhamlar zihinlerine üşüştüğü aşıkların balını zehir etmiştir. Öyle ki, mutluluk en çok onlara uzak sanırsınız: “Sizi hayranlıkla dinlemesine çok sevinip umutla dolsanız da bir düş kırıklığına uğramak korkusuyla fazla iyimser olmamaya çalışırsınız.” (s.15). Çözüm, kötü hislere kapılmamak ve rahatlamak için etrafındaki nesnelere odaklanmak mıdır?
Komiser Selahattin Unkapanı Köprüsü’nden geçerken can sıkıntısı onun adımlarını takip eder, onunla birlikte Cibali Karakolundan içeri girer ve makam koltuğuna yine onunla birlikte kurulur. Anın o sıkıntısını, dün ile bugünü birbirinden farksız kılan tekdüzeliği aşabilmek için ondan kaçar. “Kendisi burada kıstırılıp kalmışken kızının vaktini sevimli arkadaşlarıyla neşe içinde geçirdiğini hayal ederek teselli bulmaya çalıştı.”(s. 48).
Romanın başından beri kendisini hissettiren hüzünlü havasına karanlık bir hücrede sorguyu bekleyişin gerginliği eklenir. Aşağılamalar eşliğinde geçen bu bekleyişi, işkencenin insan onurunu bir kez daha zedeleyişi izler. Ardından o kaçınılmaz son gelir: Ölüm. İnsanın unutmak için bin bir şey icat ettiği ölüm en ürkütücü haliyle gelmiştir. Bir genç hapishanenin ortasında ayakkabı bağcığıyla asılı olarak ölü bulunmuştur.
Kırmızıyı Sevenler Derneği’nin düzenin ihyası gibi majör çözümleri veya soruların kesin cevapları yoktur. Dolayısıyla romana hâkim olan karamsarlık, büyük sorunların çok boyutlu ve temelden çözümler istediğini bilen realist bir bakıştan kaynaklanmaktadır. Romantizme pek bir paye vermeyen bu yaklaşım, yine de belli bir idealizm taşır. Roman, hafızada bir yük haline gelen şaibeli bir ölümün serimini yaparak hatırla(t)ma sorumluluğunu üstlenir. Bununla birlikte ne bir bir faili işaret eder ne de kesin bir hüküm verir. Bütün bunlardan bir hükme varacak olan okurdur.
Kaya İMRAG
[email protected]