Aytun Aktan
Cadı Kazanı soruyor: Salem'de mi kalacaksın, Andover mi olacaksın?
Orman kadar tekinsizdir yaşam da. Hele gün karardığında hiç kimse adımını atmak istemez oraya. Zihinlerin karanlığı ormanınkinden de tehlikelidir. 1692 yılında Salem Köyünde olanları seyretmek umut mu, çaresizlik mi armağan edecek? Bu hafta kararı seyircisine bırakan Cadı Kazanı oyununa davetlisiniz.
Oyunumuzun başlamasına on dakika var.
Öncesinde bilgi sahibi olduğumda seyrettiğim ya da dinlediğim her şeyin keyfi artıyor. Detayları yakalamak sanattan aldığım hazzı arttırıyor. Biraz da bu sebeple okurlarla tiyatro oyunlarını detaylı paylaşmayı seviyorum. Cadı Kazanı, Amerikan gerçekçi tiyatro oyun yazarı Arthur Miller’e ait. Eserin yazıldığı 1952 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) ‘kızıl panik’ butonuna basılmış ve aydınların, sanatçıların, siyasetçilerin de içinde olduğu halkın bir bölümü fişlenmiştir (avlanmıştır). Sorgulanan herkes komşusunu, dostunu sistemden zararlı çıkmamak adına iftiralarla suçlamış ya da ihbar etmiştir. Bu avın anlamı her çağda başka bir isme bürünse de benzer süreçleri fazlasıyla yaşayan bir ülkenin vatandaşları olarak aslında bu hikayeleri ezbere biliyoruz. Arthur Miller 17 yy.'da Salem’de yaşanan olaylardan hareketle kendi gündeminin adını hiç geçirmeden Cadı Kazanı oyununu yazmıştır. Oysa çok iyi bilinir ki kendisi de o dönemde yakın arkadaşı olan sinemacı Elia Kazan tarafından ihbar edilerek kara listeye alınmış ve birçok yaptırıma tabi tutulmuştur. McCartneycilik olarak adlandırılan bu dönemi okumayı ya da hatırlamayı size bırakıyorum.
Oyunumuzun başlamasına beş dakika var.
Oyunda konusu edilen Salem köyünün inanışı Püritenliktir ve son derece kısıtlayıcı bir toplulukta yaşamayı gerektiren kuralları sahip protestan öğretisidir. İngiltere’de gördükleri baskı nedeniyle ibadet etmeleri ve yaşamaları güçleşince ABD’ye zorunlu göç etmişler ve Massachusetts’de kendilerine yeni bir yaşam kurmuşlardır. Kısa sürede ABD’de güçlenmişlerdir. Ve ardından bu topluluk çok bildik bir ezen/ezilen döngüsünü yaratmayı başarmıştır. Bu yönüyle de bize gene tanıdık gelen mağdurun zalime dönüşme hikayesini hatırlatır. Kadına değer vermeyen, onu sadece iş gücü ve doğurganlığıyla tanımlayan, dünyevi zevklerden uzaklaşmış, en büyük ibadeti çalışmak olan ve kilisenin/dinin kuralları ile düzenlenmiş hayatları vardır. Doktirinlerinde der ki; ‘‘Devlet ve dini otorite neredeyse ayrılmaz bir bütündür ve yerel otoriteyi sorgulayan kişiler ilahi otoriteyi sorgulamakla suçlanırlar.’’ Oyunun ana çatışması bireyle toplum arasındaki ahlaki değerlere dayanır. Yan çatışmalarıysa bilgi/cehalet, yalan/gerçek, sadakat/ihanet, esaret/özgürlük gibi çok temel meselelerdir. Oyunda, cadılık ve büyücülükten gelen metafizik süreç, dini, siyasi ve psikolojik baskılara karşı bireyin vermek zorunda olduğu mücadele çok katmanlıdır ve evrensel bir soruna işaret eder. Baskı sadece toplumsal olarak sınıflandırılamaz, kişinin kendisi de bu baskının üreticisi ve mağduru olabilir.
Oyunumuz başlamak üzere.
Tiyatro salonuna girdiğinizde yönetmen kurduğu dünyayı büyülü perdesini kullanmadan apaçık sunuyor seyircisine. Köyü ormanın kıyısı yerine içine kurması onun incelikli bir tercihi. Yaşadığımız dünyanın yeterince tedirgin edici olduğunu söylüyor seyircisine. Gece yarısı köyün genç kızları ormanda Püritenlik öğretisinin dışına çıkar ve dünyaya ilişkin zevkler alırlar, dans eder, soyunur, şarkılar söylerler, belki biraz da büyü yaparlar. Bir çeşit erginlenme törenidir. Olanları köyün rahibi Parris görür, babasından korkan küçük Betty hastalanır, bunun büyücülük ya da cadılıktan kaynaklanma ihtimali Salem Köyünde ciddi bir panik yaratır. Betty’nin rahibin kızı, Abigale’in de yeğeni olması işin vahametini daha da arttırır. Hızla yargılamalar başlar ve cezadan korkan genç kızlar önce etraflarında zayıf gördükleri insanları suçlarken sonra intikam almak için iftira ve itiraflarda bulunmaya başlarlar. İlk suçlanan köyün ötekisi, köle Tituba’dır. Dini otoriteyle beraber çalışan yargı gerçekler ortaya çıkıp haksız yere insanların ölümüne sebep olduklarını anladıklarındaysa geri adım atamazlar çünkü otoritelerinin sarsılması en büyük korkularıdır.
Ayrıca aşk ve intikam da vardır işin içinde. Genç Abigale ile John Proctor arasında yaşanmış olan yasak ilişki. Abigale kadınlığa geçişteki arzularını, John Proctor’dan karşılık göremediğinde karısı Elizabeth’i cadılıkla suçlayarak intikama dönüştürür. Köyün en günahsızı kabul edilen yaşlı Rebecca oyun boyunca varlığı huzur veren bir kadındır, bilgedir. Onun hakkında cadılık suçlaması, ardından gelen idam kararı vicdanları çok rahatsız eder. Kocasını korumak için hayatında belki de ilk kez yalan söyleyen Elizabeth iyi niyetiyle kocasını ölüme daha da yakınlaştırır. Zaman ilerledikçe köyde kaos başlar. Ekilemeyen tarlalar, başı boş gezen hayvan sürüleri, sahipsiz çocuklar… Sesler yükselmeye başlar; ‘bu sorgulamalarda ve cezalarda bir sorun vardır.’ Karakterlerin hepsi kusurları olan gündelik yaşamdan insanlardır. Elizabeth Proctor iyi bir eş olamadığını sona yaklaşırken itiraf ederken, Rahip John Hale insanların değişebileceğine kanaat getirir, John Proctor işlediği günahın cezasını çekmek ister.
Oyunda can alıcı bir köy daha var ki o Andover Köyüdür. Oyun boyunca hiç görünmez ve adı oyunun sonuna yaklaşırken geçer. Oradan haberler gelir; cadılık söylemlerinin kocaman bir yalan olduğu anlaşılmıştır. Ve yargılamalar durmuş, cezalar bitmiştir. Çünkü halk ve yargıçlar bu konuda hatalarını anlamış ve gerçeğin peşine düşmüşlerdir. Bizlerin de umudu hep öteki köyün varlığı değil mi? O köye ulaşmak için umutlarımızın yeşerdiği günlerden geçtiğimizi aklımızdan çıkartmadan devam ediyorum. Devlet ve dini otoritenin yargılama yaptığı bu düzen otoritenin sahibi olanları da feci halde sıkıştırır. Çıkış için gene bir ‘itirafa’ ihtiyaç duyarlar. Bakalım bu itiraf gelecek, bu kaostan kendilerini sıyırabilecekler midir? Her şeyin bir yerlerinden çok tanıdık geliyor olması yazarın ustalığı kadar, dünyanın da değişmeyen lanetidir maalesef.
Sinema filmine de konu olan Cadı Kazanı oyunu farklı sahnelerde çok kez sahnelenmiş olsa da kurumsal bir yapısı olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın repertuvarına bu sezon ilk kez girdi. Bu dönem için çok önemli bir seçim olan oyunu en iyi şekilde değerlendiren yönetmen Yiğit Sertdemir bütünlüklü bir yapı ile seyircisini koltuklarında 150 dakika boyunca rahatsız etmeyi başarıyor. Oyunun tüm unsurları çok titizlikle çalışılmış. Kostüm tasarımında Nihal Kaplangı dönemi yansıtan giysiler, ağırlıklı kullandığı pastel tonlarla atmosferdeki iç sıkıntısını destekliyor. Oyunun ritmini hiç kesintiye uğratmayan mekân kurulumları ile sahne düzeni oldukça başarılı. Dekor tasarımında Metin Deniz, ışık tasarımında Kerem Yiğitcan oldukça pratik çözümler ile oyuncular için rahat hareket alanı sunuyor. Koreografide Senem Oluz’un imzası var. Berfu Aydoğan, Berna Adıgüzel ve Burak Davutoğlu üç ana karaktere hayat verirken kalabalık kadrosu ile başarılı bu ansambl tek kişilik oyunlardan boğulan seyirciye doyum yaşatıyor. Cadı Kazanı oyununu bizlerle bu kalitede buluşturan tüm ekibe sonsuz teşekkürler. Sona yaklaşırken yönetmen Sertdemir’in satırlarını paylaşmak isterim ‘‘… Biz çocuklarımıza hep geçmiş acılarımızı dindirecek ninniler söyleriz. Ne ki bu ninniler yeni acıların önüne geçmeye yetmez. Belki de gereken... Oyun 1692 yılında, Salem’de geçmektedir. Bir ağacın ortalama ömrü 400-500 senedir. Demek ki Salem’deki ağaçlar hala ayaktadır. Yaşam... Tanrı’nın en büyük lütfudur bize...”
Davetli olduğunuz sahnede kurulan bu dünyaya inanın. Çünkü anlatılanlar yaşandı. Çok sayıda kadın cadılık suçlamaları ile 17 yy.'da da yakılarak ya da idam edilerek öldürüldü. Onların yanında yer alan erkekler de benzer cezalara çarptırıldı. Konuyu yüz yıllardır bitmeyen kadın şiddeti olarak da görebilirsiniz, cehalet karşında yenilmenin korkutuculuğu olarak da. Seküler yaşamın bize sunduğu özgürlükler yadsınamaz. Adaletsiz yargılanmalarla, kanıtların gerçekleri içermediği ya da görmezden gelindiği, gizli tanıklarla, kimi zaman iftiralarla yiten hayatları unutmayalım. Cadı avları hep yapılıyor ve güçlenen güçsüz duruma düşürdüklerini yok etmek istiyor. Radikal inanışlar toplumları tehdit etmeye devam ediyor. Cadı Kazanı daha fazla kaynasın istemiyorsak ufukta Andover Köyü olduğunu hatırlayıp artık o köy biz olalım.