Aytun Aktan
Savaş, Aman Ha Sakın Barışma!
Bu haftaki niyetim İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ŞT’nin yeni tiyatro sezonundaki büyük projelerinden biri olan ve Lev Tolstoy’un romanından oyunlaştırılan, ‘‘Savaş ve Barış’’ ı yazmaktı. Oyunun broşüründe, barış kelimesinin üzerine elle yazılmış ‘‘sona erdi’’ eki, yönetmeninin dünyanın değişmezliğine olan çaresiz teslimiyetiydi sanki.
Birkaç sebeple bu hafta oyun hakkında yazamayacağım. Prömiyerden kısa bir süre sonra sanatçı rahatsızlığı sebebiyle oyunun iptali, ardından milli yas ilanı nedeniyle tiyatroların perde kapatma zorunluluğu ve oyun olmayan, vahşi bir savaşın 7 Ekim’de, oyunun prömiyerinden 3 gün sonra yeniden ve yeniden başlamış/başlatılmış olması.
Siz okurlarla tanışıklığımız tiyatro üzerinden olsa da asıl mesleğim, benim varlık sebebim hekimliğimdir. Şifa vermek, cana can katmak üzere çalıştığım, evimden daha çok zaman geçirdiğim bir yer varsa orası da hastanelerdir. Günlük hayatlarımızda çok önemli olan bu sağlık kurumları, olağanüstü anlarda bin misli değerlidir. Hal böyleyken hastaneler felaketlerde, savaşlarda artık başımıza ilk yıkılan yerler haline döndü. Depremde hastanelerin kâğıttan kuleler gibi yıkıldığına şahit olduk. O binaların altında iyileşmeyi bekleyen hastalar, yakınları ve onlar için çalışan sağlıkçılar can verdiler. Hekim olarak yaşamın yeniden
filizlendiği hastanelerin toplu mezarlara dönmesini görmek çok can yakıcıydı.
Şimdi de savaşın taraflarından İsrail’in bile isteye bombaladığı ilk adres hastaneler oldu. Büyük hainlik, alçaklıktı. Çok acı veren görüntülere hepimizi şahit yazdılar. Bunlar oksimoron değil de ne? Ya da şu; ‘‘Savaş ahlakı!’’ Savaş ve ahlak kelimeleri yan yana kullanılıyor. Yani topluluklar bir araya geliyor, savaşmakta ahlaki bir sorun görmüyor ya da onu önlemenin yollarını aramıyor. Ama savaş olunca kimlerin hangi kurallarla, kimleri, nasıl öldürüleceğine ya da nerelerin yok edilebileceğine, hangi silahların kimlere karşı kullanılabileceğine karar veriyorlar. Bu kuralların dışına çıkılacak olursa da belki yargılayıp
tazminat ödettiriyorlar. Ölenler hariç, sakat kalanlar, savaşı yaşayarak her türlü mağduriyetle yaşamaya devam etmek zorunda bırakılanlar da böylece huzur bulur diye umuyorlar. Peki gerçekten huzur bulduk mu? Mesela İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Nürnberg Mahkemesi geri getirdi mi 80 milyon insanın adaletini ya da Miloseviç’in tutuklanıp yargılanmak üzere Lahey’e gönderilmesi ile Avrupa’nın orta yerinde yaşanan korkunçluk için vicdanlarımız rahatladı mı? Bu mahkemelerde insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçu ve soykırım suçundan yargılama yapıldı ama ilk günahın, ilk suçun savaşın kendisi olduğu hep unutuldu.
Dünyanın her yerinden kilometrelerce ötede işlenen bu suça seyirci atandık hepimiz. Acının pornografisinde, çaresizliğin en derininde kaybolmamız istendi. Öfkelenenler sokağa döküldü, cam çerçeveden hıncını aldı, fiziksel eylem ya da şiddetten sakınanlar sözleriyle isyan etti. Fonda siyah zemin de vardı, vahşetin görüntüleri de. Tıpkı deprem zamanı gibi. Hislerimiz karmakarışık. Romantik laflara, kelime cambazlıklarına girmekten öyle korkuyorum ki bunları yazarken, utancımın gerçekten tarifi yok. İşte savaş dedikleri tam da bu aslında. Dehşete düşürmek.
Hepimizin eline kan bulaştı, öyle ya da böyle. Konu ekonomik ise o ekonomideki talepleri yaratan bizlerin eline, yok politik ise o politikaları destekleyen ya da onları sonlandırmayı başaramayan hepimize kan sıçradı. Eğer jeopolitikse üzerine tesadüfen doğduğumuz yerlere iyi ev sahipliği yapamadığımızdan ya da inançsa, herkesin kutsalının kendine olduğunu asla anlayamadığımızdan… Yani kısacası hiçbirimiz azade değiliz dünyada olanlardan.
Barışı hep arzulayacağız ve aynı anda birileri savaşmak için çok daha güçlü sebepler ortaya koyacak. İstedikleri kadar silah satılıp, yeni ekonomiler yaratılana, sınırlar tekrar çizilene, ırksal ya da inançsal katliamlar doyuma ulaşana kadar barış asla gelmeyecek.
Bu köşenin şahane müdavimleri biliyoruz ki bizi sanat iyileştirir. Çünkü her şeye rağmen dünyanın şanslı bir köşesindeyiz ve sığınaklarımız vicdanlarımız. Böyle zamanlarda sanatın bizi bir araya getirmesi, estetik olanda birleştirmesi iyileşmek için en iyi yollardan biri. Avrupa’nın orta yerinde Bosna yerle yeksan edilirken konserler devam etti, çocuklar okullarına gitti. İkinci Dünya Savaşı’nın müsebbibi Almanlar savaş sorası yıkılan şehirlerini yeniden oluştururken ilk olarak hastanelerle birlikte tiyatro binalarını inşa ettiler. Savaşların saklanan sebeplerini sanatla anlamak daha kolayken ilk onların perdelerinin kapatılmasını hiçbir zaman anlamadım. Dayanışmanın, bir arada olmanın fırsatıdır sanat. Eğer ille de bir
yasak şartsa, bile isteye defalarca bize seyrettirilen kanlar içinde, parçalanmış insan bedenlerinin, yanan binaların, feryat eden insanların, etrafa saçılmış çocuk oyuncaklarının görüntülerinin yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. En nihayetinde yas tutmak çok kişiseldir ve belirlenmiş, kabul görmüş tek bir şekli yoktur. Artık acıda, yasta otorite tarafından hizaya çekilmek istemiyorum.
Son sözü, hayatına iki dünya savaşı sığdırmış, epik tiyatronun kurucusu, hayatı ve yaptıkları bugün yılgınlığa düşen herkese ders niteliğindeki, büyük tiyatro dehası Bertolt Brecht’e bırakmak istiyorum. ‘‘Kahramana ihtiyacımız yok. Kahramana ihtiyaç duymayan bir topluma ihtiyacımız var. Yazarlar savaşan hükümetler kadar hızlı çalışamazlar. Çünkü yazmak düşünmeyi gerekli kılar.’’
Düşünebilen siyasetçilerin sağduyusuna ve barışa en büyük özlemle, iyi pazarlar diliyorum.