Hakan Atilla cezaevi günlerini yazdı
Özlem Gürses
Amerika Atilla’ya Karşı
Kitabın adı bu…
Bugün Doğan Kitap’tan çıkan, Halkbank’ın eski Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın hapislik hikayesini anlattığı 384 sayfalık kitap, kapağı yayınlanınca tepki çekmiş, “şimdi de bir kahramanlık masalı mı dinleyeceğiz ?” denilmişti.
Oysa, Hakan Atilla’nın 28 ay hapis yattığı soruşturmanın Amerikan yargısındaki tam adı bu : “United States of America vs. Mehmet Hakan Atilla”.
Kitap, kapağıyla hem bu davanın resmi adına, hem de Atilla’nın sürekli vurguladığı “Amerikan hapishanelerinde bir yalnız adam” mesajına dikkat çekiyor.
Bakın kitaptan bir bölüm: “New York’a yeni atanan konsolos ziyaretime geldi, ‘eve dönmek dışında bir isteğim yok ama devletin de beni almaya ya gönlü ya da gücü yok… “
Kitabı okudum. Doğrusu herkesin de okumasını isterim.
Hakan Atilla’nın neredeyse sinematografik bir dille kaleme aldığı, yaşamının bu en sarsıcı deneyiminin ‘satır aralarında’ bugün hala karanlıkta olan Türkiye’nin 17-25 Aralık ve Reza Zarrab döneminin ipuçlarını bulacaksınız.
İpin ucunu çekmeye birileri cesaret edebilirse, çarşı çok karışır.
****
Eşgal var, isim yok…
Hakan Atilla kitabı “mahpusluk” günlerinde hücresinde kaleme almaya başlamış.
Başına ne geldiğini tam olarak anlayamayan, ilk günlerin şokunu atlattıktan sonra geriye dönük düşünerek kafasında “yap boz”un ( yani aslında Büyük Resmin ) parçalarını birleştiren bir adamın bireysel terapisi gibi…
Kitabın, çok başarılı bulduğum kurgusu da böyle ilerliyor; New York hapishanelerinde her biri bir dizi olmayı hak edecek ‘anları’ okurken pat, araya Hakan Atilla’nın dava dosyasında Türkiye’ye dair bomba bir parantezi ya da tespiti giriyor…
Sanki dikkatli bir okuyucu, bir romanın arasında gizlenmiş “esas mesele”yi anlasın diye açılmış parantezler…
İşte o parantezlerden sizin için seçtiklerim :
“Bazı çevreler yakın zamanda savcılarla iş birliği yapmış olabileceğimi, bu nedenle az ceza aldığımı ima eden yazılar servis ettiler…. Yoruma gerek yok fakat bunları onlara yazdıranların da maksadını iyi irdelemek lazım. Olası negatif sonuçlarda fatura kesilecek birileri lazım ise, sorumluları ve menfaat temin edenleri uzakta aramalarına gerek yok, hemen yanı başlarına veya aynaya baksınlar…” ( benim notum : Sabah’taki Dilek Güngör imzalı 14 Nisan 2021 yazısını okumanızdır, linki şurada : https://www.sabah.com.tr/yazarlar/dilek-gungor/2021/04/14/halkbank-davasinda-ne-olur )
“Yıllar içinde Türkçe konuşmayı bilmeyen, meramını anlatacak kelime hazinesi olmayan, dünyadan, ilimden, irfandan, habersiz onlarca Genel Müdür, CEO, Başkan tanıdım. Bazılarıyla doğrudan veya dolaylı çalışmak zorunda kaldım. Hepsinin ortak özelliği sırtlarını dayadıkları siyasi parti, siyasetçi veya işadamının onları taşıdığı gerçeğini gizleyerek sanki başarılı kişilermiş gibi davranmaya çalışıp komik duruma düşmeleri idi. Bazıları hâlâ önemli makamları değersiz varlıklarıyla işgal ediyorlar. Vizyonsuzlukları, küçük hesapları, fikirler yerine kişilerle uğraşmayı seven bu tipler uzaklaştırılmadığı sürece ekonominin düzeleceğini beklemek hayalden öte değil.”
“Devletin en önemli kurumlarının başındaki yöneticileri sadece sempatizan oldukları için değil gerçekten vizyon sahibi, gelişmeleri ve yönelimleri idrak edebilen, katma değer yaratacak kişilerden ve tabii mümkünse kullanılabilecek derecede önemli zafiyeti olmayan kişilerden seçmek gerekiyor. Uçkur veya servet düşkünü tiplerin önemli mevkilerden uzak tutulması zorunlu, aksi halde yarattıkları ahlaki bozulma bir yana devletin çalışmasını ve güvenliğini de tehlikeye atabiliyor…”
“Sorumlular dünyanın her yerinde: Devlet, hükümet adına yetkisini kötüye kullananlar ve onlara müsamaha gösterenler. Gücü elinde tutana duyulan o vıcık vıcık, sahte ve seviyeden yoksun hayranlık, yanlışlara yanlış diyebilme cesaretini göstermesine ya da doğru karar vermesine engel oluyor insanların.”
“Atama deyince aklıma geldi. Kendi gölgesinden korkan, ezik, hayatında adam yerine konmamış ama bir şekilde siyasi destekle makam sahibi olunca kendini önemli biri zanneden şakşakçılar ve bunlara ne büyük adam olduğunu hatırlatması için danışman adı altında ne iş yaptığı belirsiz, kişilik erozyonuna uğramış bir dolu dalkavuk var. Devlet görevinde olması uygun olmayan insanlar maalesef rüyalarında göremeyecekleri makamlara gelebiliyor. (Hem bankadaki hem Borsa’daki görevim sırasında maalesef bolca gördüm.) Verdikleri zararın boyutu zamanla ortaya çıkıyor. İş işten geçtikten sonra ah vah eden çok oluyor. İşini layığıyla yapan ve değer yaratan danışmanlar üzerine alınmasın. Benim sözüm kamu kaynaklarından beslenen şarlatanlara. İş takibiyle kendine imkân yaratma peşinde olan, şirket ya da kurum imkânlarını kullanmak dışında bir fayda sağlamayanlara.” ( benim notum : Hakan Atilla’nın Borsa’dan neden ayrıldığını hepimiz çok merak ediyoruz sanırım… )
****
Bir yalnız adam…
Atilla’nın 28 aylık karanlık bir tünel olarak tanımladığı dönem, Londra üzerinden ABD’ye bono satışı için gittiği seyahatle başlıyor.
ABD’ye girdiğinde tutuklanmayan Atilla, ülkeye döneceği gün JFK Havalimanında 2 FBI ajanı tarafından sorguya alınıyor ve tutuklanarak Manhattan’daki meşhur MCC hapishanesine götürülüyor.
Havalimanındaki işlem sırasında bu iki ajan “elimizde Türkiye’den servis edilmiş telefon kayıtları var” diyerek Hakan Atilla’nın Reza Zarrab’la ilişkisi nedeniyle, banka sahtekarlığı ve uluslararası yaptırımların ihlali gerekçesiyle yargıç önüne çıkacağını söylüyor.
Atilla o anda da, bugün de hala, bu işlemlerin hiç biri ile ilgisi olmadığını söylüyor.
“Reza Zarrab’la iş konuştuğum için, adamın daha sonra hiçbir ilgim ve bilgim olmayan eylemlerine beni ortak etmeye çalıştılar…” diye yazıyor. ( elbette meslektaşlarımın ve benim de bu konuda kendisine yöneltmek istediğimiz sayısız sorumuz var, keşke röportaj verse… )
Ama kitapta en çok vurgulanan ve aslında pek çok yeni sorunun oluşmasına da neden olan mesaj : Hakan Atilla’nın tüm bu süreçlerde ‘yapayalnız’ bırakıldığı…
Elçilik ve konsolosluk görevlileri ile yaptığı ilk görüşmeden, avukatlarının seçimine dek ilerleyen tüm süreçlerde yaşanan ‘tuhaflıklar’ kitapta ayrıntıları ile var.
İnsan okurken merak ediyor :
Birileri Halkbank Davası’nda Atilla’yı ‘günah keçisi’ mi yapmak istedi ?
FBI ajanının ‘Türkiye’den telefon kayıtları servis edildi’ dediği kayıtları gönderen kim ?
Atilla’yı bono satışı için ABD’ye gönderen banka yönetimi bu dosyayı bilmiyor olabilir mi ?
Reza Zarrab ilk ifadesinde Atilla’nın olaylarla bir ilgisi olmadığını söylemişken, mahkeme süreçlerinde neden ifadesini değiştirdi ?
****
Reza ile nasıl tanışmış ?
Zarrab aslında 2009 yılından itibaren Halkbank’ın müşterisi imiş, ama İran’la altın ticareti konusunda 2011 yılında bir talepte bulunmuş, Atilla’dan veto yemiş… Neden sonra banka yönetimi onay vermiş ve süreç böyle başlamış.
Kitaptaki şu cümle önemli : “Zarrab nasıl geçer not aldı, bilmiyorum, başka bir gerekçe varsa da benim bilgim yok… “
( Kitapta bir cümle ile geçilen ama bence hala karanlıkta kalan bir başka konu da Pamukbank’ın başına ne geldiği… neyse. )
Ali Babacan da kitapta…
Hakan Atilla, davanın Amerika ayağındaki kilit isim Amerikan Hazine Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarattan sorumlu müsteşarı David Cohen’in enteresan ilişkilerine dikkat çekiyor. ( Bu arada David Cohen CIA ikinci başkanlığına kadar terfi etti )
Cohen’in 17-25 Aralık olayları yaşandığında İstanbul’da olduğunu, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Arslan ile planlanmış bir görüşmesi bulunduğunu yazıyor. Ama Cohen bu görüşmeyi iptal edip, aynı gün Türkiye’den ayrılmış…
Oysa Cohen, daha önce dönemin bakanı Ali Babacan’ın da talebi ile Halkbank Genel Müdürü Süleyman Arslan ile ABD’de görüşmüş ve altın meselesi konusunda bilgi almış. Süleyman Arslan’a ABD’deki İran ambargosu yaptırımlarının altını içermediğini söylemiş, ama yakın bir tarihte dahil edileceğini hatırlatmış.
Atilla 2008 yılından itibaren Zarrab’ın Kapalıçarşı ve bazı özel bankalar üzerinden bu işlemleri yaptığını hatırlatıyor ve diyor ki “bu işleri yapanlar hakkında bir işlem yapılsa ve tüm bankalar uyarılmış olsa, hiçbiri kapıdan bile giremeyecekken, tam tersi ilgili kurumlar inceleme ve bilgiler gizlenmiş bankalardan… eğer ilgili kurumlar görevini yapmış olsaydı, bugün Reza Zarrab’ın ülkenin itibarını zedelemeye çalışması mümkün olmazdı… ”
Hadi buyrun bakalım ! İyi de “gizleyen” kim ya da kimler ?
David Cohen’in Halkbank Yönetimi ile toplantısında ne konuşuldu ?
Bu konuda da kitapta iyi gören gözler için bazı ipuçları var, direkt alıntılıyorum :
“Bence David Cohen, o zaman da istihbarat örgütleri ile bağlantılı idi… her şeyi bildiği halde Zarrab ve şirketlerini yasaklamadı. Cohen’in Türkiye’yle FETÖ ya da başkalarıyla ilişkileri var mıydı, bilmiyorum.
Cohen’in başka alanlarda da bilgi sahibi olduğunu tahmin edebiliyorum, mesela Kuzey Irak petrolünü alıp satanlar. Mesela ISIS ya da DEAŞ denilen örgütün petrol satışları…
Ayrıca kendisinin bankayla ( Halkbank kastediliyor ) yaptığı toplantı notları, karartılmış olarak verildi avukatlarıma. Neden görmemizi istemediler ? David Cohen’in kongreye ne dediğini de bilmiyoruz, gizli oturum olduğu için erişemedik…
Hafızam beni yanıltmıyorsa David Cohen, 17 Aralık 2013’le Ekim 2014 Washington görüşmesi arasında, Ocak veya Şubat 2014 olabilir, bankaya geldi. O toplantılara katılan bankadaki arkadaşlar ABD’ye gelip doğruları anlatmadılar… “
Kim ? Kim o toplantılara katılıp, ama Atilla’nın davasına gelmeyenler ?
Hakan Atilla’nın yazdığına göre, “bankadakiler” tanıklık yapmak üzere ABD’ye gitmemiş, en çok beklediklerinden ikisinin dönemin Halkbank Yönetim Kurulu üyeleri olan MB eski Başkanı Murat Uysal ve şimdiki SPK Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu olduğunu anlamak zor değil… ( kitapta anlatıyor )
Ama tanıklığına başvurulan biri var : Türkiye’den elindeki bilgi ve belgeleri çalarak kaçan, ABD’ye sığınan FETÖ’cü bir polis; Hüseyin Korkmaz… 17-25 Aralık soruşturmasında görevden alınan bu polis, ABD’de Halkbank aleyhine tanık olarak dinlenmiş, “Gülen cemaati ile AKP iktidarı adeta sevişiyorlardı önceden” demiş.
Atilla “benim fikrim, ABD’li yetkililer benim üzerimden başka kişilere ulaşmak istiyorlardı, çünkü ilk günden itibaren iş birliği yaparsam yardımcı olacaklarını belirtiyorlar, bizim istediğimiz ‘higherup’ yani yukardakiler” diyorlardı diye yazıyor…
****
Hücrede okunan ezan, kılınan namaz
Kitabın gerçekten insanı etkileyen bölümlerinden biri Atilla’nın hapishaneden ailesiyle yaptığı ilk telefon konuşması… bu kadar şaibenin ortasında, kafanızdaki soru işaretleri bir anlığına donuyor ve o anın gücüne kapılıyorsunuz… hazin.
Kitap aslında katman katman… bir katmanında yaşananlar ve hücre hikayeleri ( tarihin en ünlü soygunlarından biri olan Lufthansa soygunun baş şüphelisi Vincent Asaro ve El Chapo ile aynı hapiste yatmak az şey değil ! ) bir katmanında Atilla’nın “kendime düşünceler” diye adlandıracağım kıssadan hisseleri, bir katmanında ise asıl haber değeri içeren ‘parantez’leri var…
384 sayfayı okurken, Atilla’nın yazmadıkları, yazdıklarından fazla mıdır diye düşünüyorsunuz.
Kitapta Müslüman kimliğine çok vurgu yapmış Hakan Atilla. Hücrede düzenli namaz kılıp oruç tuttuğunu, hatta ezan bile okuduğunu anlatırken bir noktada şu cümleyi yazıyor : “İslam’ı kullanarak kendine makam, avantaj elde edenlerden bir halt olmaz… “
Atatürk, Nazım, Türkan Saylan…
Hakan Atilla ile birkaç kez görüşme imkanı buldum… edindiğim izlenim, radikal bir dünyası olmadığı. Kutuplaştırma ikliminden, herkesin her gerçeği “kendine göre” anlama halinden çok rahatsız olduğunu biliyorum.
Belki de bu nedenle kitabın “dengeleri” hassas bir terazi ile korunmuş.
İslamiyet vurgusu var, ama bir sonraki paragrafta Atatürk, Nazım ve hatta Türkay Saylan da var.
Bu haliyle kitap “suya sabuna dokunmamakla” eleştirilebilir…
Ama bana sorarsanız özellikle AKP sonrası dönem için kritik bir kaynak oluşturuyor.
Yazılmayan bölümleri de bir gün anlatılırsa, bir iddianameye bile dönüşebilir.
Yazımı Hakan Atilla’nın kime söylediğini çok merak ettiğim şu cümle ile bitireyim :
“Sana affedilemeyecek kadar büyük hata yapan birine… bir ceza vermek istiyorsan, bütün samimiyetinle affet. Hissedilen her şeyi arşivleyen kader, kendisi ile en iyi biçimde ilgilenecektir.” ( Şems-i Tebrizi )
“Bazen sadece yanlış zamanda, yanlış yerde olmak bile yeterli neden oluyor… “