Gazetecilik yargılandı
MİT Kanunu kapsamında 4 aydır tutuklu olan gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Aydın Keser, Murat Ağırel, Hülya Kılınç ve Ferhat Çelik'in duruşmaları başladı. Gazeteci Erk Acarer ile E.E. de bu duruşmada yargılanacak. Acarer yurt dışında bulunuyor.
Duruşma salonuna getirilecek olan gazeteciler, "devlet sırlarına karşı suçlar" ve "MİT Kanununa muhalefet" suçlamalarıyla 8 yıldan 19 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanacak.
Halk TV muhabiri Hazal Güven'in verdiği bilgiye göre; ilk duruşmaya koronavirüs salgınları nedeniyle toplam 12 izleyicinin girmesine izin verildi. Bu kontenjanı, sanıkların aileleri ve gazeteciler dolduracak. Öte yandan avukat sınırlaması ise söz konusu değil.
Savcı mütalaasını açıkladı
Savcı mütalaasını veriyor.
Barış Pehlivan'ın avukatı Serkan Günel'in aktardığına göre; mütalaada savcı şunları kaydetti:
"Gelecek celseye kadar esas hakkındaki mütalaanın hazırlanması için süre verilmesi.
Erk Acarer yakalama kararı devam.
Hepsinin tutukluk halinin devamına..."
Ara verildi
Halk Tv muhabiri Hazal Güven'in aktardığına göre; Duruşmaya 21.30'a kadar ara verildi.
Gazeteci Murat Ağırel savunma yaptı
Murat Ağırel, mahkemede savunma yapıyor:
Lise eğitiminden sonra İstanbul'a geldim. Hem okumak hem de çalışmak zorunda kaldım. Bu süreç içerisinde biz kaç kişiyiz sivil toplum platformuna katıldım.
Bu platform ADD, ÇYDD, CKD, CUMOK gibi yurtsever 110 derneğin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu sivil toplum kuruluşlarının katılımı sonucu milyonlarca yurtseverle birlikte; Cumhuriyet Mitingleri, Hukuka Saygı, Şehitlere Saygı, Teröre Lanet gibi mitingler düzenledik.
Bu mitinglerin amacı yaklaşan tehlikeye dikkat çekmek ve yetkili kişileri uyarmaktı. 2008 yılı Temmuz ayında Kadıköy'de gerçekleştirdiğimiz "Hukukuma Dokunma" mitinginde bu dönemin terör örgütü lideri ve çetesi FETÖ hakkında söylediklerimden sonra, 2008 Eylül ayında kumpas davası olan Ergenekon davasına eklendim. Sonraki yıllarda bu terör örgütü ile mücadelem artarak devam etti ancak 15 Temmuz hain darbe girişiminin meydana gelmesini ne yazık ki engelleyemedik.
Hain darbe girişiminden sonra devlet kurumlarının ve yöneticilerinin bu yapı hakkında gerekli malumata sahip olduklarını artık aman vermeyeceklerine inanmıştım.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün de dediği gibi, "Kalem kılıçtan daha kuvvetlidir. Kılıç kullanan kol bir gün yorulur ve kılıcını kınına koyar." sözünü ilke alarak, acemice yaptığım yazarlık ve hayalim olan gazetecilik mesleğini, profesyonelce yapmaya başlamaya karar verdim.
Ulusumuzun bağrından çıkarak Cumhuriyet devrimlerini canı pahasına savunacak olan ilerici güçleri yıldırıp, usandırmaya çalışan, ulusumuzu ve devletimizi ele geçirmek, çökertmek isteyen gerici ve emperyalist güçlerin varlığını bilen bir yurttaşım.
Bütün yaşamım bu hain yapılar ile işbirliği halindeki çeteler, taşeron terör örgütleri ve yoksul halkın alın teri ile oluşturulmuş kamu kaynaklarını yağmalayan, yolsuzluk yapan kişiler ile mücadele ile geçti.
Bundan sonra böyle olmaya devam edecektir. Ben ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimlerinin ışığında hayat mücadelesine devam eden Kemalist Türk genciyim.
Kumpas davası olan Ergenekon davasından 2019 yılında beraat ettim. Beraat ettikten sonra hakkım olmasına rağmen tazminat davası açmadım. Bunun sebebi ise; şayet alacağım tazminat bu kumpası kuran hainlerin cebinden çıkacak olsa saniye düşünmezdim.
Ne yazık ki muhtemel alacağım tazminat, fukaranın cebinden ödenecektir. Dosya avukat masrafını dahi iade almadım. Bunu yapmış olsaydım rahatsız olur uyumazdım. Boğazımdan geçmezdi.
Sayın Başkan değerli heyet; Mahkemenizde iddia edildiği gibi bir suçun olmadığını ve nasıl olmadığını savunacağım. Zira bu olmayan suçlamalarla tam 120 gündür cezaevinde bir odada tek başıma tutuluyorum. Hakkımdaki suçlamalar,ne bir somut delile dayanıyor ne de vicdana sığınıyor.
İddia makamının tarafınıza sunduğu iddianame bana göre bir "niyetnamedir".
Neden böyle nitelendirdiğimi ve savunmamı anlatmaya başlayayım;
İddianame içerindeki, iddiaları çürütecek benim savunmamı ise doğrulayacak belgeleri savunma metni içerisinde numaralandırdım ve ek dosya olarak tarafınıza da sunuyorum.
Şubat ayının ilk haftasında "SARMAL" isimli kitabım satışa çıktı. Satışa çıkmasından sonra bir ilgiye mazhar oldu. Bu nedenle devamlı tanıtımlara ve kitap imza günü etkinliklerine katıldım.
22 Şubat günü yani suç işlediğinim iddia edilen tweet paylaşımını yaptığım gün, CKM’de imza günü etkinliği saat 15:00 da yapılacaktı. O günün sabahında TELE1 TV'de Namık Koçak'ın programına canlı yayın konuğu olarak katıldım, kitabım hakkında konuştuk.
Sonrasında Kadıköy CKM'ye gittim. İmza etkinliği başlamadan yirmi dakika önce Sputnik Radyo RSFM'de Ahu Özyurt'un sunduğu programa telefon bağlantısı ile canlı yayına bağlandım. Bu canlı yayın 14:40 da başladı 15:00'a kadar sürdü. Konu sadece kitabım "SARMAL"dı
İmza etkinliği çok kalabalık gerçekleşti. Saatlerce kitap imzaladım. Etkinlik 19:00 civarlarında bitti. İmza sonrası CKM yanında yer alan bir kafede eşim, çocuğum, arkadaşlarım ile bir süre dinlendik. 20:00-20:30 gibi evime gittim. Ertesi gün İzmir Alsancak'ta imza günüm vardı.
Seyahatimi uçak ile gerçekleştirecektim. Uçuş saati de sabah çok erken saatteydi. Hazırlık yapmam ve pazartesi yayınlanacak olan gazete makalemi hazırlamak zorundaydım. Yazımı hazırlamam ve göndermem ancak saat 22:10 civarında gerçekleşti. Haber özetlerini izledim televizyondan.
Sayın Cumhurbaşkanı bir otoyol açılışına katılmış ve açıklamalar yapmıştı. Açıklamada "Libya'da birkaç tane şehidimiz var" demişti. İnanılmaz üzüldüm. Bu vatan uğruna gözünü kırpmadan can veren yiğitlerden eşya gibi "tane" diye bahsedilmesi çok üzmüştü beni.
Yazımı göndermemiş olsam bu konuda yazacaktım. Şehitlerimizin kaç kişiydi? İsimleri neydi? Bunu öğrenip sosyal medyada paylaşmayı, sonrasında da yazı yazmaya karar verdim.
Sosyal medyaya baktım. Konu hakkında binlerce kişi paylaşımında bulunmuştu. Daha öncesinde ise Libya'da bir geminin vurulduğu ve şehitlerimizin olduğu haberleri vardı hatta Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'a da bu sorulmuştu. Sayın Kalın isabet etmediğini bildirmişti.
Hatta geminin vuruldu videoları yayınlanmıştı. Bu habere ait şehitler hakkında da paylaşımlar yapılmıştı. Benim dikkatimi ise Habertürk Güvenlik Uzmanı olan askeri harekât konularında devamlı TV'lerde gördüğümüz ve şehitler konusunda en doğru bilgiler veren Abdullah Ağar'ın 19 Şubat'ta yaptığı "Vatan kimi zaman bilinen kimi zaman da BİLİNMEYEN kahramanlarıyla yükselir" yazıp ek olarak paylaştığı fotoğraflı paylaşımı çekti.
Hiçbir kurumda bir bilgi yoktu. Araştırma yaptım ancak hiçbir yerden doğrulatamadım. Sosyal medyaya daha dikkatli baktım. Benim de yazarı olduğum Yeniçağ gazetesi internet haber servisi bu konuda bir haber yapmış ancak kaldırmıştı.
Yeniçağ İnternet haber sorumlusu Batuhan Çolak silinen haberi kendi twitter hesabında birkaç tweet mesajı ile haberleştirmişti. Okudum. Şehitlerimizden birisi emekli olmasına rağmen tekrar göreve çağrılmış sonra şehit olmuş, cenazeleri de törensiz yapılmış yazıyordu.
Cumhurbaşkanı'nın "tane" açıklaması ve üzerine bu bilgi beni derinden üzmüştü. Batuhan Çolak'ı aradım. Bu bilginin daha önce de gazeteciler tarafından bilindiğini ancak doğrulatamadığını, hiçbir yerde de resmi açıklama olmadığından bahsettim.
Batuhan resmi kurumlardan onaylattığını bildirdi. Şehitlerimizin törensiz gömüldüğünden bahsetti. Üzüntülerimizi dile getirdik. Her Türk evladı gibi ben de her şehit haberinde çok üzülüyorum. Çünkü şehitlerimiz “tane” değildir. Bir babadır, ağabeydir, oğuldur, kocadır, sevgilidir.
Şehit şahadete erdiğinde can veren sadece kendisi değildir. Tüm sevdikleridir. Şehidimiz ister asker, ister polis, ister memur, ister vatandaş olsun. Hepsi bu toprakların evlatlarıdır. Hak ettikleri değeri göstermek zorundayız. Yapılacak tören bu değerlerden en önemlisidir.
Amacım; gazetecilik refleksi ile şehit olmuş askerlerimizin, kahramanlarımızın 'tane' diye nitelendirilmesine, törensiz defnedilmesine binlerce kişi gibi tepki vermek ve şehitlerimiz hakkında doğru bilgiyi paylaşarak şehadetlerini yüceltmekti.
İşte tam bu saikle, gazeteciliğin vermiş olduğu haber refleksi ile düzgün, doğru bilgileri ve düşüncelerimi paylaşmak istedim. Biraz daha sosyal medyaya baktım. "Sol" gazetesi bizim gazeteyi ve Batuhan Çolak'ı kaynak göstererek yine aynı saatlerde paylaşım yapmıştı.
"Şehitlerimizle ilgili haberlerin Batuhan ve Yeniçağ'da yayınlanma saati öğle sularındaydı. Çok basit bir araştırma ile şehitlerimizden birinin devre arkadaşlarının paylaşımını gördüm.
"1993'lüler Derneği"nin paylaşımıydı. Şehidimizin de fotoğrafı vardı. Ancak farklı farklı fotoğraflar kullanılıyordu. Biraz daha bakındım. Muhtarın paylaşımına tekrar denk geldim. Şehitlerimizin baba adı, adresi, defin yeri bildiriliyordu.
Yorum kısmında da şehidimiz hakkında bilgi ve fotoğraflar vardı. Fotoğrafın üzerinde "bize emanet" yazılı bir logo ile "Türk Özel Kuvvetleri" yazılı bir adres vardı.
O adrese baktım. "Bordo Bereliler" adlı adrese de baktım. Ekşisözlük, Facebook, Twitter şehitlerimizin resimleri ile bilgiler ile doluydu. Şehitlerimizden biri albaydı. Diğerinin binbaşı olduğu yazılıydı. Sadece bir yerde yazılmıştı.
Yorumların birinde de "meslek memuru" ifadesi vardı. Bu Dışişleri'nde kullanılan bir terimdi. Memurun ne işi var orada dedim kendi kendime. Sonrasında iddianamede de yer alan paylaşımı yaptım. Amacım bunları dile getirip şehitlerimizi yâd etmekti. Başka bir amacım, düşüncem, kastım yoktu
Paylaşımımı yaptıktan sonra küfür, hakaret ve tehdit mesajları geldi. Anlam veremedim. Çünkü benim paylaşımlarıma asla böyle bir şey yapılmazdı. Hesabımı gizli yani kilitli duruma getirdim. Paylaşımımı da avukatım Aylin Özgül Kırmızıoğlu’na gönderdim ve kontrol etmesini istedim.
Ben de ertesi gün hazırlıklarını yapmaya başladım. Bir süre sonra avukatım aradı "hiçbir şey yok paylaşımda, şehit haberlerinden ne olur" dedi. Ben hazırlanmaya devam ettim. Yine de rahatsız oldum. Aklım takıldı.
Paylaşımı kaldırmak istedim. Telefonumu elime aldığımda Turkcell servisinden bir mesaj aldım. "2G’ye geçmek istiyor musunuz onaylıyor musunuz?" tarzındaydı. Anlam veremedim. Turkcell operatörü aramak istedim ancak telefonum arama yapmıyordu. Aynı mesajdan bir kez daha geldi.
Ters bir şeyler oluyordu. Twitter hesabıma baktım ancak giriş yapılamıyordu. Maillerimi kontrol ettim. Ona da erişemiyordum. Hesaplarım ele geçirilmişti. Uçak saatine kadar hesaplarımı geri almak için uğraştım başaramadım.
Değerli hâkim, değerli heyet; Sizi anlattığım haberleri sosyal medyadan derlemem ve şehitlerimiz hakkında paylaşım yapmam toplam 50-60 dakika içerisinde gerçekleşmiş ve sadece 43 dakika aktif kalmıştır. Sonrasında hesabımı ele geçirenler tarafından paylaşım kaldırıldı.
Bununla ilgili suç duyurusunda da bulundum. Sabah Batuhan Çolak aradı ve aynı şekilde hesaplarına el konulduğunu bildirdi. E-operasyon isimli bir makale yayımlandı. Haber nedeniyle çok kişi aradı röportaj yaptı.
Sonrasında hesabımı el koyanlar tüm maillerimi ve tüm tweet paylaşımlarımı silerek bir paylaşım yaptılar. Bana da WhatsApp programı ile bir mail ve şifre gönderdiler. Bu saatte hesabıma girebildim. Savcılığa da bu konuda suç duyurusunda bulundum. O günden sonra konu kapandı.
Odatv haberi ile benim paylaşım arasında 11 gün vardı. OdaTV haberinden Barış Terkoğlu gözaltına alınınca ancak haberim oldu. Haberin içeriği hakkında bilgi sahibi olduğumda ise şaşırdım. Zira ben tören yapılmadığını biliyordum. Bunu da paylaşımımda belirtmiştim.
Barış Terkoğlu gözaltına alındıktan sonra Batuhan Çolak ve ben hedef gösterildim.
Kitabım "SARMAL"ın, "PELİKAN" adlı bölümünde belirttiğim tüm isimler beni hedef gösteriyordu. MİT'in ifşasından bahsediliyor ve ilk ifşanın ben ve Batuhan tarafından yapıldığı yazılıyordu.
Hatta "Yeniçağ’ın MİT ifşasındaki rolü" manşeti atılıyordu. Bu paylaşımı yapan "Yekvücut" hesabıdır. Yine aynı isimler tarafından bu haber paylaşılmaya başlamıştı.
Beklediğim gibi oldu. 6 Mart günü Başsavcılıktan arandım. Savcıya ifademi verdim. Savcının sorduğu her soruya cevap verdim. Sayın savcı bana paylaşımımı gösterdi. Paylaşım saat olarak 11:06 yazıyordu. Yanlış olduğunu söyledim.
Sayın Savcı bir videodan bahsetti ve videoyu kimin çektiğini tespit etmeye çalıştıklarını, fotoğraflarını sosyal medyadan bulunamayacağını bildirdi. Ben de kendisine fotoğrafların sosyal medyada yer aldığını videoyu görmediğimi bildirdim.
Savcı diğer savcı ile bir yere gidip geldikten sonra tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildim. 8. Sulh Ceza Mahkemesi karşına çıktım. Savcılık ifademi tekrarladım. Belgeleri sundum. Mahkeme adli kontrol şartı ile serbest bıraktı beni.
Tahliye olduktan birkaç saat sonra daha önce planlanan Ankara kitap fuarına katılmak üzere Ankara'ya hareket ettim.
Dönüşte arandığımı eski kayınvalidemin evine gidildiğini, kayınbiraderimin de Vatan Caddesine gidip tutanak tuttuğunu aranmam üzerine öğrendim. Polis memuru ile konuştum "beni arasalardı zaten gelirdim" dedim. Yolda olduğumu birkaç saate geleceğim bildirdim.
Avukatım ile birlikte gidip teslim oldum. Sonrasında 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldım. Savcı 11. Sulh Ceza Mahkemesi’ne itiraz etmiş, Nöbetçi 5. Sulh Ceza olduğu için davaya bu mahkemenin baktığını öğrendim.
Mahkemede savcının 24 saat dolmadan neden tutuklama istediğini öğrenmek istediğimizde "kaçma şüphesi" ve "delilleri karartma" gibi nedenlerin ileri sürüldüğünü öğrendim. Yani yeni bir gerekçe de yoktu.
Aynı iddia ile 8. Sulh Ceza Mahkemesi tahliye etmişti. Savunmamı yaptım. Avukatlar savunmasını yaptı. Ara verildi. Sonra karar için içeriye çağırıldık.
Ben savunma kürsüsüne tam geçmeden ve avukatlar daha salona girmeden, mahkeme başkanı bana "tutuklandın" dedi dışarı çıkardı. Avukatım Aylin Hanım itiraz etti ancak yararı olmadı.
Dışarıda kararı beklerken mübaşir kararı getirdi. Ben okumadan imzaladım. Avukatım Onur Cingil karar metnini imzalarken karara baktı, müvekkilim tahliye edilmiş dedi. Hepimiz şaşırdık. Evrakı mübaşir ile birlikte inceledik. Karar metninde 3 tane farklı karar vardı.
O esnada 13-15 avukat 3 milletvekili de evrakları kontrol etti. Tüm yaşananlar kameralarca kayıt edildi her an. Mübaşir bir hata yapıldığını söyledi ve evrakları almak istedi ancak vermedik.
Mübaşir içeri gitti ve bu sefer kalem görevlisi ile geri geldi ve cam kenarında diğer suretleri incelediler. Ben de yanlarına gidip nasıl böyle bir şeyin olduğunu sordum. Anlamaya çalıştıklarını söylediler. Avukatlarım hâkim ile görüşmek istedi.
Mübaşir durumu mahkeme başkanı bildirdiğinde sesler koridora kadar geldi.Sonra polisleri çağırdı mahkeme başkanı. Bir süre sonra düzeltilmiş karar geldi.Avukatlarım karara şerh düştüler ve tutanak şeklinde kararın altına yazdılar.Polislerin nezaretinde Silivri'ye teslim edildim.
Sayın Başkan, sayın heyet, bu anlattıklarım noktası ve virgül ile yaşadıklarımın tamamıdır. İlk günden itibaren tüm mahkemelere belgeleri ile birlikte itirazlarda bulunmamıza rağmen dikkate alınmadı ve ret cevabı verildi.
Hukuki savunmayı avukatlarım yapacaklar, tabii ki ancak iddianamenin nasıl gerçekleri yansıtmadığını yine belgeleri ile anlatmak istiyorum. Şu ana kadar anlattıklarıma ait 26 belge dosyada mevcuttur.
İddia makamının düzenlediği iddianame 50 sayfa. Benden bahsedilen kısım sadece 2,5 sayfa. Suçum ise bir paragraf. Bu 2,5 sayfa içerisinde tam 7 defa "ilk olarak", 2 defa "ilk deşifre" ve 11 defa da "case officer" ifadeleri kullanılmıştır.
İddianameye giriş kısmında OLAY başlığı altında 7 Şubat MİT krizi olarak bilinen davaya ve MİT Tırları davasına atıf yapılmış ve üçüncü paragraf sonunda yapılan soruşturmalarda şüphelilerin FETÖ, PYD Silahlı Terör örgütü mensubu oldukları ve kapsamlı bir plan dâhilinde ve casusluk kastı vurgusu yapılmıştır. Bizim yargılandığımız bu dava ile bağı belirtilmemiş olmasına rağmen, örnek olarak bu davaların hatırlatılmasının nedeni iddianamede yer alan "planlı hareket" ve "kast" iddialarının altını doldurma gayretidir.
Zira tüm sanıkların birbiri ile irtibatları HTS kayıtları, sinyal takibi ile tespit edilmiş, MİT, terör savcıları, emniyet güvenlik şube sanıkları hakkında kapsamlı araştırmalar yapmıştır. Bunları ek klasörde görüyoruz.
Sayın iddia makamına iddiasına delil olabilecek şahsım ile ilgili tek bir bulgu yoktur. Ne sanıklarla bir irtibatım ne de herhangi bir terör örgütü ile en küçük bağım bulunmamıştır. Çünkü yoktur. Sanıklardan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ı tanırım, bilirim.
Yurtseverliklerine de kefil olurum. Barış Pehlivan ile en az 14 -15 ay Terkoğlu ile de o kadar zaman görüşmem olmamıştır. Telefon irtibatı olarak sadece Terkoğlu ile sohbet için bazen arardım. Ancak uzun zamandır onu da yapmadım.
Sayın Savcıların bu iddiasını ait bir delil bulunmamaktadır. Ancak çok basit bir şekilde bir arama yapılsa FETÖ terör örgütüne karşı verdiğimiz mücadeleyi, hem de 17/25 Aralık baz alınmadan 2007 yılından itibaren çok net şekilde görülürdü.
Fetö üyesi kişileri yazdığımız için yazılarımız engellendi ve şu anda halen tazminat davasında yargılanmaktayım. Benden tazminat isteyen kişi tutukludur hem de. Beni şikayet eden şahıs dava görülürken FETÖ'den tutuklanmıştır.
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü hakkımda FETÖ/PYD, Bylock, 15 Temmuz öncesi, sonrası tüm gerekli araştırmaları yapmıştır.
Sayın İddia makamı yine aynı başlık altında TBMM'nin 02.01.2020 tarih ve 1238 karar numaralı 03.01.2020 tarih 30997 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren TSK'nın Libya gönderilmesi ile ilgili tezkere metnine yer vermiştir. Ancak sonuçsuz kalmıştır.
İddia makamı aynı konu başlığı adı altında MİT görevlilerini açıklamış ve (j) maddesinden sonraki paragrafta "2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ve ilgili kanunlar uyarınca faaliyetlerini gizli olarak yürütmektedir" denilmiştir.
Aslında MİT'in Libya'da görev yaptığını ilk duyuran kişi Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'dır. 2937 sayılı kanuna göre Cumhurbaşkanı suç mu işlemiştir? Kanunda "Cumhurbaşkanı" hariç diye bir ibare var m? Bizler MİT'in nerede görev aldığını nasıl bilebiliriz?
İddianamenin 8.sayfasında "şehit MİT mensuplarının kimlik bilgileri, fotoğrafları ve cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının görüntüleri bir plan dâhilinde sistematik ve koordineli biçimde sosyal medya hesapları ile gazete ve internet siteleri üzerinden ifşa edilmiştir" denildi.
Şunu belirtmem gerekir ki benim Twitter paylaşımım ile diğer bahsedilen haber ve fotoğraflar arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Birbirine benzemeyen iki soruşturma neden birleştirilmiştir? Bu konuda iddia makamının sunduğu tek bir delil yoktur.
Bu yanlış bir tahmin, niyetten ibarettir. Devletin en güçlü, en tecrübeli ve en kapsamlı araç gereçlerine sahip olan MİT, terör savcıları, emniyet birimleri böyle bir durum olduğunda daha önceki davalarda olduğu gibi şemaları ile birlikte sunmaz mıydı?
İddia makamının bu iddiasının daha bizler savcılık makamında ifade dahi vermeden sosyal medyada dile getirilmesinin tesadüf olduğunu umut ediyorum.
İddianamenin 8. sayfasının 5. paragrafında "Şüpheli tarafından 22.02.2020 tarihinde yapılan ve MİT mensuplarının kimlik bilgileri, fotoğrafları, mesleki konum ve unvanları ile birlikte deşifre edildi" denilmektedir.
Sayın Başkan lütfen paylaşımıma bir kez daha bakınız, paylaşımımda mesleki konum, unvan ve MİT bilgisi nerede yer almaktadır? Libya’da şehitlerimizin olduğunu Sayın Cumhurbaşkanı açıkladı, muhtar ilk paylaşımı yapmış, fotoğraflar her yerde paylaşılmış, günler sonra ben paylaşım yapmışım. Paylaşımda hangi bilgi, belge yer almaktadır? Bu iddiaya ait paylaşımım ortadadır.
İddia makamı aynı paragrafta "şüpheli tarafından yapılan ifşa eyleminden birkaç gün öncesinde şehitlerin MİT mensubu olduğu bilinmeksizin ve beyan edilmeksizin bir kısım paylaşımların yapıldığı tespit edilmişse de söz konusu paylaşımların hiçbirinde şehitlerin MİT mensubu olduğuna yönelik herhangi bir ibare veya ima bulunmadığı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olduklarının belirtildiği anlaşılmıştır" denilmiştir.
İddia makamı savcıları benden önce paylaşım yapanların varlığını kabul etmiş ancak benim paylaşımımda "kast" olduğu kanaatine varmış önceki paylaşımlarda ise olmadığı kanaatine varmış. Benim hakkımda savcılık makamının art niyetli olduğu açıktır.
Paylaşımımda "meslek memuru kahramanlarımız" demişim. Benden önce yapılan paylaşımlardan birkaç örnek vermek istiyorum:
- 19 Şubat tarihinde Muhtar Cemali Merter'in paylaşımın altındaki yoruma Ahmet Hafize Kayalı adlı kullanıcı "Libya' da şehit olan gizli Kahraman", 21 Şubat tarihinde Ahmet Özkan adlı kullanıcı "Libya' da üst düzey 3 MİT elemanına yapılan saldırıda 2 şehit 1 yaralı haberi doğru mu" -19 Şubat'ta Abdullah Ağar "isimsiz kahraman" gibi paylaşımlar ile benim paylaşımımı arasında ne fark vardır?
İddianamenin 8. sayfadaki 6 paragrafında "MİT mensubu şehitlerin fotoğrafları ve kimlik bilgileri ile birlikte bilerek ve isteyerek özellikle kullandığı "case officer meslek memuru" teknik ifadesini MİT mensuplarının yurtdışı faaliyetlerini deşifre etmek kast ile kullandığı, bu şekilde şehitlerin MİT mensubu olduklarını ve yürütülen MİT faaliyetlerinde şehit düştüklerinin soruşturma kapsamındaki tespit doğrultusunda ilk olarak şüpheli Murat Ağırel tarafından sosyal medyada ifşa edildiği, söz konusu paylaşımda "case officer" vurgusu yapılarak şehitlerin Libya ülkesinde yürüttükleri görevlerin yabancı istihbarat birimlerince de anlaşılarak bilgi verildi anlaşılmıştır" denilmiştir.
Sayın Başkan değerli heyet; Neresinden başlayacağımı inanın bilmiyorum. Savcılık makamı yani iddia makamı böylesine ciddi bir iddiayı sadece "niyet" olarak bildirmiştir. MİT'in yurtdışında görev aldığı zaten Cumhurbaşkanı tarafından tüm dünyayı bildirmiştir.
Fotoğraflar ilk olarak devletin muhtarı Cemali Merter, Türk Özel Kuvvetleri, Bize Emanet, Bordo Bereliler, şehidin ruhuna el Fatiha gibi sitelerde isimleri, ölüm tarihleri ile paylaşıldığı belgeler ile sabittir. Şehit haberi bizzat Cumhurbaşkanı tarafından bildirilmiştir.
Diğer iddia ise "case officer meslek memuru" ibaresinin MİT terimi olduğu iddiasıdır.
Soruşturma savcısının 8.Sulh Ceza Mahkemesine gönderdiği tutuklama talebi yazısında aynen şöyle denilmektedir: "Bu terim üzerinde yapılan incelemede "case officer" teriminin olay subayı şeklinde çevirisi yapılsa da genellikle istihbarat terimi olarak İngilizce dilinde kullanıldığı yine devamında yer alan meslek memur ibaresinde TSK bürokrasisi içerisinde askeri bir unvan veya görevi tanımlamak için kullanılmadığı istihbaratta yer alan kişilerin kendilerini böyle tanımladıkları bahse konu ibarenin cümle bütünlüğü içerisinde yapılan değerlendirmesinde resmi istihbarat kurum görevlisi şeklinde çevirinin yapılabileceği".
Sayın Başkan, ben bu ibarenin anlamını gerçekten bilmiyordum. Ancak Sayın Savcı dahi “case officer”ın anlamının olay subayı olduğunu, resmi bir terim olmadığını ve istihbarat çalışanları arasında kullanılan bir terim olduğunu, meslek memuru ibaresinin de kurum görevlisi olduğunu belirtmiştir. MİT’in yaptığı suç duyurusunda dahi bu ifade yer almamaktadır.
İngilizce-Türkçe sözlüğe bakınca sadece istihbarat anlamında kullanmadığını çok rahatlıkla görürsünüz.Ama niyetiniz kötüyse ilk gördüğünüzü iddianameye yazarsınız. Aleyhime delil toplandığı gibi lehime de delil toplansaydı bunlar görülürdü.
Sayın Mahkeme ve sayın savcıya bazı belgeler sunuyorum. Zira bu sunduğum belgeler iddianame savcılarının bütün niyetlerini boşa çıkaracak niteliktedir.
İlk belge bir elaman arama sitesine ait, hem de Türk bir site. Site adı http://gelbaşla.com. Bu sitede bir eleman arama ilanı var. Aranan elemanın görevi tam da savcıların iddia ettiği gibi “case officer”. Kim adına, hangi kurum adına aranıyor dersiniz?
Kamu yararına çalışan dernek statüsüne sahip olan, yönetiminde eski başbakanın eşinin dahi bulunduğu “Yeryüzü Doktorları” adlı yardım kuruluşu. İddianamedeki iddiaya göre bu dernek istihbarat ajanı arıyor." Bu da demek oluyor ki, bu dernekte istihbarat faaliyetleri yürütüyor.
Yeryüzü Doktorları adlı dernek “case officer” ilanı ile raporları denetlemek ve yazmak, şirket içi stratejik ve planlama toplantılarına katılmak vs. gibi görevler için sözleşmeli personel arıyor aslında.
Yeryüzü Doktorları Derneği “caseofficer” ilanı ile nasıl istihbarat elemanı aramıyorsa, ben de tweetimi de bu imayı kasti yapmadım.
İddia makamı yine “caseofficer” kelimesinin yurt dışında kullanıldığı, istihbarat yetkilisi anlamına geldiğini belirtmektedir. Mahkemeye yine bu iddianın doğru olmadığını gösterecek dünyanın 17 ülkesinde, çeşitli yerlerinde paylaşılmış “caseofficer” iş ilanlarını sunuyorum:
Mesela http://jobsite.co.uk adlı İngiltere'nin en büyük eleman arama sitesindeki bir ilanı sunuyorum; 21 günlüğüne saati 9.3 sterline çalışan aranıyor. Savcılığa göre ajan aranıyor.
Yine İngiltere'de http://charityjop.co.uk adlı sitede yer alan ilanda “caseofficer” ibaresi yer alıyor. Peki ne aranıyor: Bağış toplama düzenleyicisi.
http://reed.co.uk adlı sitede “caseofficer” adı ile farklı görevlerde aranan eleman ilanlarını görebilirsiniz.
Yine Linkedin adlı sosyal paylaşım sitesinde Kızılay’da çalışan yetkilinin, Rekabet baş uzmanı bir kişinin tanım bölümlerine “case officer” yazdığını, buna benzer yüzlerce örneğin olduğunu çok rahatlıkla görebilirsiniz. Buraya kadar verilen sınırlı sayıdaki örnekten görüleceği üzere “caseofficer” yabancı kaynaklı bir ifade olup çok farklı alanlarda kullanılmaktadır
Kısaca tarım, eczacılık, uluslararası kuruluşlar, hukuk, güvenlik, hayır kuruluşları, bilişim ve benzeri birçok alanda “caseofficer”olarak çalışan kişiler olabilir. “caseofficer” sadece istihbarat alanında çalışan kişileri değil, herhangi bir alanda bir konu ile ilgili sorumlu olan ve koordine de bulunan kişileri kast eden genel bir ifadedir. Hatta davadan sorumlu hukuk müşaviri anlamında bile kullanımı vardır.
Bir diğer önemli örnek ise iş dünyasında en fazla kullanılan Linkedin sayfalarında bir arama yapıldığında farklı alanda çalışan bazı kişilerin iş pozisyonunu “caseofficer”olarak tanımladığını da görmek mümkündür.
Ayrıca benim, iddia makamının düşünme sınırlarını zorlayarak art niyetli dile getirdiği ifşa iddiasını yapmak istediğimi düşünelim. Bu ifşa için yüzlerce yöntem var ki bunu, kendi resmi Twitter hesabından yapmak en ahmakça yöntem olsa gerek.
İddia makamının hiçbir delil ve somut verilere dayanmayan akıl ve mantığın sınırları zorlanarak yapılan suçlamanın gerçeği yansıtmadığı aşikârdır.
Şehitlerimize ait kimlik bilgisi ve fotoğraflar benim paylaşımdan günlerce önce defalarca paylaşılmıştır. “Case officer” ibaresinden de istihbarat terimi çıkarılmadığı belgeler ve örneklerle sabittir.
Aslında bu hususta çok daha fazla örnek mevcuttur. 22 Şubat'ta hesaplarımızın ele geçirilmesi, şehitlerimizin MİT mensubu olduklarının ortaya çıkması ve bizlerin tutuklanması sonrası, paylaşımlar silinmiştir.
Meslek memuru savcılığa göre TSK'de kullanılmayan, istihbari bir ifade olduğunu bir öne sürmüş. Halbuki bir arama yapsaydı 22 bin 100 sayfa sonuç bulacaktı. Dışişleri Bakanlığı'nın iş pozisyonlarında da yer alır bu terim.
İddianamenin 7. Paragrafında: “Şüpheli Murat Ağırel’in kullandığı 5322784.. numaralı GSM hattının görüşme kayıtları incelendiğinde, suça konu paylaşımı yaptığı gün saat 14.46 da şüphelinin Sputnik isimli haber ajansına ait (Rossiya Segodnya Uluslararası Haber Ajansı Türkiye İrtibat Bürosu adına kayıtlı) 2128093.. numaraları sabit telefonla 914 saniye, 15 dakika 14 saniye görüşme yaptığı tespit edilmiştir.” denilmiştir.
Sayın Başkan, Bahse konu telefon görüşmesi Türkiye'de 6 yıldır yasal faaliyetlerini yürüten SputnikRS FM’deki Ahu Özyurt’un programına canlı yayında bağlanıp Sarmal adlı kitabım hakkındaki konuşmamdır. Deşifresini, YouTube kaydını, radyonun açıklamasını mahkemenize sunuyorum.
İddia makamı bu görüşme ile ifşa iddiasına yurtdışı bağlantılı olduğu algısını yaratmak istemiştir.Davada gizlilik kararı olmasına rağmen HTS kayıtları, ilk günden itibaren hakkımda yalan çarpıtılmış maksatlı haber yapan gazetelere servis edilmiştir.
Bu gazeteler “15 dakikalık sır görüşme” manşeti ile çıkmış, televizyon kanalları dakikalarca bu görüşmeyi Sputnik ismini vermeden sır görüşü olarak iletmiştir.
"Sanırım bu da tesadüftür. Sputnik radyonun yasadışıymış gibi sunulması ilk değildir.
Daha önce SETA isimli düşünce kuruluşunun bir raporunda da yer almıştır. Kamuoyunda da fişleme olarak geçmiştir. Tesadüf, bu bilgi de kitabımda yer almaktadır.
Lütfen bana bu iddianın, bilginin, neden iddianamede sanki bir suç deliliymiş gibi sunulmasının mantıklı izahını yapar mısınız? Bunun kastı nedir? Kastı Murat Ağırel vatan hainidir algısı yaratmaktır.
Radyo programına katılmak suç mudur? Suç ise bu radyo kanalı neden açıktır? İktidar mensupları da bu radyoya bağlanıp görüş bildirmişlerdir. Onlar da suç ise bu suçu işlememişler midir? İddianamedeki bu iddia ve delil de gerçeği yansıtmamaktadır.
İddianame mahkemeye sunulmadan iddialar basın kuruluşlarında sayfa sayfa yer almıştır.
Ben Erk Acarer’i tanımıyorum. Hiç iletişimim olmadı. Kendisiyle daha önce tanışmadım. Mahkemelerin tamamına verdiğimiz itiraz dilekçesinde bu kişinin paylaşımlarını delil olarak sundum, dosyada tamamı mevcuttur. Yazılı basın aracılığıyla nasıl yaygınlaştırdığımız, nerede yaygınlaştırdığımız belirtilmemiştir, dosyaya delil sunulmamıştır.
Erk Acarer iddianameden ve eklerden öğrendiğimize göre yurtdışında yaşıyor ve başka dava konularında da yargılanmaktadır. Benimle irtibatı olmayan biriyle nasıl eşzamanlı davranmışım? Bunun cevabını iddianamede bulamadım.
İddia makamı iddianamenin 15. sayfasında savunma ve mahkeme aşamalarında belirttiğimiz "ifşanın ifşası olur mu, olmaz, mahkeme kararları var" savunmamıza istinaden karşı tez olarak AYM’nin 30.12.2015 Tarihli 2014/122 E. 2015/123 K sayılı Resmî Gazete'nin 29640 sayısında 01.03.2016 Tarihinde yayımlanan karar içeriğinde de:"Aynı maddenin dava konusu 3 fıkrasında ise denilmek suretiyle bu husus ayrıca bir başlık altında incelenmiş olup ifşa edilmiş olsa dahi MİT başkanlığının görev ve yetkilerinden doğan faaliyetlerine ve bu faaliyetler kapsamında görev alan personellerine ilişkin bilgilerin yayımlanması yayılması veya açıklanmasının ayrıca bir suç olarak düzenlenmesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına karar verilmiştir.” denilmiştir. Ne yazık ki ben AYM kararında böyle bir açıklamayı göremedim.
Aksine şöyle yer almaktadır: "Maddenin 3. Fıkrasında düzenlenen dava konusu kuralla MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerinin ifşa edilmesinin suç olarak ön görülme nedeni, bu kişilere ve ailelerine kendileriyle aynı durumda bulunan kişilere nazaran özel bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımak değil yürüttükleri görevler nedeniyle kimliklerinin ifşa olmasının MİT mensuplarının görevlerini yerine getirme imkânı ortadan kaldırılması ve kendileri ile birlikte ailelerinin güvenliklerini tehdit altına sokmasıdır, dolayısıyla dava konusu kural ile anılan kişilerin özel durumundan kaynaklanan nedenlere dayalı olarak farklı bir kuralın düzenlenmesi söz konusu olup bunun eşitlik ilkesini zedeleyen bir yönü bulunmamaktadır.
Yani AYM kararına göre korunan MİT mensubunun yürüttüğü görev nedeniyle ifşa olmasının önlenmesidir. Yani hem hâlihazırda ifşa olmuş bir bilginin suç oluşturmayacağı hem de vefat etmiş bir MİT mensubunun, bence buna ait bilgilerin yürütmekte olduğu herhangi bir görev kalmadığından bu madde kapsamında suç olmadığı bu karar ile açıktır.
İddia makamı bilerek isteyerek kastederek AYM kararını çarpmıştır mı demeliyiz şimdi? Sizce bu yapılanlar hatayla mı yapılmıştır?
İddianamenin 18-19 sayfasında yer alan soruşturmaya başlanıldıktan sonra yürütülen dezenformasyon faaliyetleri başlığı altında yine aynı şekilde şüpheli Murat Ağırel’in 08.03.2020 tarihinde tutuklanması talebiyle sevk edildiği İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimliğince serbest bırakıldığı şeklinde bir kısım yayın organlarında Murat Ağırel hakkında birbirinden farklı iki karar başlığı altında yalan haberler yayımlanmış ve sahte olarak düzenlenen sorgu tutanağı sosyal medyada dolaşıma sokulmuştur.
Söz konusu sahte belge düzenleyenler kullananlar yayanlar hakkında sahtecilik suçundan ayrıca soruşturma başlatılmıştır denilmiştir. Bu olayın ayrıntılarını anlatmıştım buradan sizin huzurunuzda sesleniyorum. Adalet Bakanlığı, HSK ve mahkemenize suç duyurusunda bulunuyorum.
O gün bir hukuk cinayeti işlenmiştir. Savcılık makamı olayı kapatmaya çalışmak istemektedir ve soruşturma ile korkutmaya çalışmaktadır. Yine daha önce de belirttiğim medya organları ve şahısları da aynı doğrultuda kullanılmıştır Bu da tesadüf olsa gerek.
Sayın başkan değerli heyet, bu evrakları yani mahkeme kararlarını mahkemenize sunuyorum. Şayet sahte ise orada bulunanlar UYAP kare kodunu nasıl vermişlerdir? UYAP numarası nasıl tutturulmuştur?
İlk karar ile ikinci karar metinlerinde bulunan 22 yazım hatasını nasıl tahmin etmişlerdir? Mahkemenin kararından sonra yapıldığını iddia ediyorsa; onlarca avukat, üç milletvekili, Çağlayan Adliyesi’nin kamera kayıtları ortadadır. Hepsi tanıklığa hazırdır.
Ayrıca olay gerçekleştiğinde, 5.Sulh Ceza Mahkemesi Başkanı yeni bir dava duruşmasındadır. O davada bulunan avukatlar, sanıklar, katipler yaşananları ve mahkeme başkanının polislere verdiği emirlere polislerin cevaplarına mahkeme başkanının telefon konuşmasına şahitlerdir.
Savcılık makamı başlattığı soruşturmada kimi dinlemiştir? Kamera görüntülerini izlemiş midir? Avukatların karardaki şerhlerini okumuş mudur?
Ben sadece bir tweet mesajı paylaştım. Haftanın bir günü TELE1‘de bir günü de Halk TV'de programa katılan, gazetede haftada üç gün makale yazan, kitapları olan, onlarca televizyon kanalındaki programlara katılan, paneller konferanslarda konuşmacı olan ben iddia edildiği gibi bir hainliği ahlaksızlığı sadece bir tweet mesajı ile mi yapacağım? Sizce bu hangi mantığa sığmaktadır?
NSA ve CIA ajanı olan Edward Snowden’in, “Sistem Hatası” adlı kitabının 155. sayfasında “Casusların kendi aralarında, sosyal ilişkiler kurmalarını sağlayan kendi tarzında bir Facebook’u var. Casuslara kurum ekipleri, çalışmaları ve görevleri hakkında bilgiler sunan kendi tarzında bir wikipedi ve bir de casusların bu dağınık gizli ağda arama yapmaları için Google’ın kurum içi kullanım amaçlı versiyonu var”diye belirtmiştir.Bunun gibi çok çeşitli haberleşme yöntemleri varken,hainlik yapacak kişi resmi twitter hesabından mı paylaşım yapar?
İddia makamı iddianamesinde, tutukluluk gerekçesi olarak başka kişiler üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunması konusunda kuvvetli şüphe bulunduğu, özel kast somut deliller ve şüphelilere ait delilleri karartabileceğim, bu şüphelilerin kaçmalarına imkan sağlayabilecek bilgileri serbest kalması halinde aynı suçu işleyen kişilere aktarabileceğime yer vermiştir.
Sayın başkan, İddianamede bir kişi tutuksuz bir kişi yurt dışında diğerlerinin hepsi tutukludur. Somut deliller nelerdir? Neden iddianamede ve eklerinde yer almamaktadır? Serbest kalmam halinde kimi nasıl etkileyeceğim?
İddia makamı MİT yasasında yer alan, MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerini makam görev ve faaliyetlerine herhangi bir yolla ifşa edenler bölümü iddianamede yer alan her sanıkla ilgili ayrı ayrı doldurmuştur.
Şöyle ki kanun maddesinde veya ya da ve/veya değinilmemiş kanun koyucu ve kelimesi ile kesin hüküm bildirmiştir. Yani kanunun ihlali için MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerini makam görev ve faaliyetlerini paylaşmak zorunluluğu vardır.
Benim paylaşımımda aileleri yaşadığı yer makam görev faaliyet gibi bilgilerin hangisi vardır? Savcılığa göre MİT mensubu kimliklerini ben, ailelerin kimliklerini Odatv, makam görev faaliyetlerini de Yeni Yaşam Gazetesi ve Erk Acarer paylaştırılmıştır.
Türk Dil Kurumu'na göre ifşa, gizli bir şeyi açığa çıkarmak demektir. Alenileşmiş bir bilginin devlet sırrı kapsamında değerlendirilmesi söz konusu olabilir mi? Gizli olmadığı gibi ifşası da söz konusu değildir.
Bu hangi mantığa, hangi hukuka, hangi vicdana sığmaktadır? Amaç nedir? Bu kadar tesadüf fazla değil midir? Yoksa savcılığın asıl amacı yine kitabımda da yer alan bir kişinin daha savcı sorgusuna girmeden yazdığı gibi “elbet bu iftiraların hesabı sorulacaktır” itirafı mıdır?
Sayın Başkan, Milliyetçilik ilkesi; ulusal onur ve ulusal bilince dayandığı için ulusal bağımsızlığın vazgeçilmez öğesidir. Anayasa hükümleri sokaktaki vatandaştan devletinin tepesindeki kişiye kadar herkese bağlayıcı temel hükümler taşımaktadır.
Bu hükümler bir kez çiğnenmeye başlandı mı bu yolun hangi çıkmaz sokakta biteceğini kestirmek çok güçtür.
Değerli başkanım değerli heyet, gazetecilik benim çocukluk hayalimdi. Mesleğe başlamama sebep olan Uğur Mumcu’dur.
Gazeteci kalemini namusu bilir. Yurtseverlik, milliyetçilik, Atatürkçülük ülküsünden ayrılmaz. Yalana dolana paraya tamah etmez. Bugüne kadar belgesiz tek bir makale yazmadım yanlış hiçbir bilgiyi de paylaşmadım.
Anti-emperyalist olan, bağımsızlığı karakteri yapmış bir yurttaşa yapılan bu delilsiz, mesnetsiz suçlama vicdansızlıktır. Bir toplumu ayakta tutan temel dayanaklarından biri adalet duygusudur. Bu duygu bir kez yara aldı mı demokrasinin temelleri de sarsılmış demektir. Adalet bağımsız mahkemeler eliyle dağıtılırsa adalet duygusu güçlenir. Çağdaş demokrasilerde adaleti dağıtacak suçluyu suçsuzu ayırt edecek tek yetkili organ mahkemelerdir.
Hukuk adli hataların değil; barış, düzen ve adaletin aracıdır. Bugün adaletin tecelli edeceğine inanıyorum inanmak istiyorum. Benim gbii dışarıdaki yüzbinlerce kişi de inanmak istiyorum
Yüce mahkemenizin toplum vicdanını rahatlatacak, haksızlığa hukuksuzluğa dur diyeceği kararı vereceğine inanıyorum. Mahkemenizden öncelikle tahliyemi, sonrasında ise suçsuzluğumun nişanesi beraatimi talep ediyorum."
Murat Ağırel'in savunması bitti, sorgu başladı:
Üye hakim (ÜH) soruyor: İfadenizde "case officer" teriminin başka meslek dallarında da kullanıldığını söylediniz. Paylaşım yaparken hangi meslek dalı olarak belirttiniz?
Murat Ağırel: Ben MİT mensubu olduklarını bilmiyordum.Çeşitli bilgiler vardı ancak MİT mensubu yazmıyordu. Birçok şehit haberi verdim ben. Bunların rütbelerini de yazdım. Gazeteci saikiyle en doğru bilgiye ulaşmak istersiniz. Birçok kaynaktan doğrulattığınız bilgileri paylaşırsınız. Sosyal medya aramalarında meslek memuru yazısını gördüm. Bunun da dışişleri bakanlığında kullanıldığını gördüm. Şöyle düşündüm. Gemi vurulduktan sonra askerlerimiz şehit düştü.
Savcı: Case officer'in MİT terimi olduğu yönünde bir iddia olduğunu söylediniz. Birçok meslekte kullanıyor ancak iddianamede bunun istihbari terim olduğu üzerinde duruluyor. Gemide askerlerin şehit olmuş olabileceğini düşündüğünüzü söylediniz. Şehit haberlerinde hiç case officer terimine rastladınız mı? Yurtdışından takipçileriniz var mı? Bu tabiri kullanırken İngilizce kullanmanızın nedeni nedir?
Murat Ağırel: Niyet gözettiğinizi düşünüyorum. Meslek memuru açıklamasını yaptım. Ancak iddia makamı başka meslek dallarında kullanıldığını belirtmemiş. Bir kişi eğer yurtdışının da anlayacağı şekilde ajanı ifşa etmek istiyorsa başka bir iletişim kanalı kullanır. Kafanızda bir ajan düşünün. Gizli kalmak zorundasınız. Böyle yapmak yerine Twitter'dan bunu açıklamak mantığa uygun değil. MİT'in yurtdışında görev yaptığını zaten Cumhurbaşkanı söylüyor. Binbaşının şehit olduğunu günler öncesinden devre arkadaşları zaten paylaşmış. Yorumların altında case officer yazıyor zaten.
Duruşmaya 5 dakika ara verildi
Gazeteci Aydın Keser savunma yapıyor
İddianamede 23 Şubat'ta yayınlanan haberimizle 24 Şubat'ta yayımlanan haberler nedeniyle cezalandırılmam isteniyor. Bu suçlamaları kabul etmiyorum. Bu haber özel bir kasıtla değil, haber verme saikiyle, çok sayıda haberler derlenerek yapılmıştır.
Açık kaynaklardan elde edilmiştir bu haberin içeriği. Haberde yaşamını yitiren kişinin MİT mensubu olduğu yazılmamıştır. Haberin içeriği daha önce yayımlanan haberlerden derlenmiştir. Bu suçlamaların hukuki ve maddi dayanağı da yoktur. Dört aydır cezaevinde ve tecritteyim.
-Hakim savunmayı böldü. "Dışarıdan ses geldiği" gerekçesiyle duruşma salonunun önündeki koridoru boşalttırdı.-
Bu süreçte eşimi yalnızca bir kere gördüm o da kapalı görüştü. Çocuğum ve eşim bu durumdan maddi ve manevi olarak etkilenmiştir. Tutuklanmadan önce kalple ilgili yarım kalan tedavim vardı.
Doktora gittim cezaevinde, hastaneye gitmem gerektiğini söyledi ancak pandemi nedeniyle gidemedim. Tahliyemi ve beraatımı talep ediyorum.
Aydın Keser'in savunması bitti, sorgu başladı:
MB: İfadenizde önce Ferhat Çelik’in haberin yapılacağından haberi vardı demişsiniz, daha sonraki ifadenizde ajanstan gelen haber geçmişiz demişsiniz. Hangisi doğru?
Aydın Keser: İkinci ifadem doğru. Sorumlu yazı işleri müdürü olmam nedeniyle yasal sorumluluğu üzerime aldım.
M.B.: Haberlerin yayınlanmasına kim onay veriyor?
Aydın Keser : Biz günlük olarak gazetemizi yayına hazırlarız. Yayına hazırlanan haberler de internet sitesinde yayınlanır. Bir onay mercii yok gazetede.
Üye hakim (ÜH): "İçeriğe nasıl ulaştığımızı hatırlamıyorum" demişsiniz. Haber size nasıl ulaştı?
Aydın Keser: Editör nasıl ulaştı bilemem. Onun bağımsızlığına müdahale edemem.
ÜH: Haberin yayınlanmaması için yetkiniz var mıdır?
Aydın Keser: Yoktur.
ÜH:: Ferhat Çelik'in haberin içeriğine etki etme hakkı var mıdır?
Aydın Keser : Böyle bir şeye karar verme yetkisi yok. Yasal bir sorumluluk olduğu zaman sorarız ama o zaman öyle bir şey yoktu.
Aydın Keser'in sorgusu bitti.
Gazeteci Ferhat Çelik savunma yapıyor
Dört aydır tecrit altında olduğumuz için konuşmayı unuttuk, dilim sürçerse affola. Gazetecilik öyle bir hale geldi ki medyanın yüzde 95'in iktidarın hakimiyeti altında. Diğer yüzde 5 de muhalif yayın yapmayan çalışıyor.
Örneğin İzmir'de bir camide marş okunuyor. Böyle olduğunda sorumlular bulunur, kadın cinayeti olur faili konuşulmaz. Dolayısıyla gazetecilik ters yüz edildi biraz.
Bir ülkede Cumhurbaşkanı Libya'da birkaç tane şehit var diyorsa, gazeteci merak eder. İnsanın aklına yurtdışında bir şehit olduğu için doğrudan asker geliyor.
Sosyal medyada yakınları paylaşım yapıyor, fotoğraflar paylaşılıyor. Gazeteci açık kaynaklardan tarama yapar.
Bilgiye ulaşınca mantığa oturuyorsa doğrudur dersin, bunu yapmak için talimat almam gerekmez. Eğer Cumhurbaşkanı birkaç tane şehit var diyorsa o kadarla yetinmen gerek. Bu nasıl bir gazetecilik?
O dönem kimi gazeteler de bu iddiayı haberleştirdi. Birkaç tane şehidin kim olduğu da o zaman belli değil. Bizim iki haberimiz suçlama konusu.
Bir tanesi basılı gazetede, bir tanesi internet sitesinde yayınlandı. Ancak savcı diyor ki ilk olarak Yeni Yaşam gazetesi basılı gazetede yayınlamıştır.
Odatv'nin haberinin tamamı iddianamede. Ancak bizim haberlerin içeriği yazmıyor yalnızca başlıklar verilmiş.
Haberin içeriğinde ne vardı peki?"
Haberi okuyan F.Çelik, haberin içeriğinin "iddia edildi, öne sürüldü" gibi ifadeler barındırdığına vurgu yaptı.
Yeni Yaşam gazetesi, P24 ve Yeniçağ gazetesinde yazılanları derlemiştir. Onları hedef göstermiyorum, gazetecilik yapmışlardır.
Haberlerimiz iddianamede yer almamış, muğlak ifadelerle suçlama yöneltilmiştir. Bizim suçlamalara karşı yaptığımız savunma da yer almamış.
Biz İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği tarafından önce serbest bırakıldık.
Kararda haberin daha önce yayınlandığı gibi gerekçeler vardı. Sonra hakkımızda yakalama kararı çıkarıldığını öğrendik. Tutuklanacağımı biliyordum. Haberimin arkasında duruyorum. Haber ortada. İnsan sormadan edemiyor: Her şey ortadayken biz neden hedef alındık?
MİT Kanunu gazeteciliğin elini kolunu bağlıyor. Ben önceden bilemem kim MİT mensubu kim değil. Açık kaynaklardan kopyala-yapıştır şekliyle aldığım haberler nasıl casusluk yapmış olabilirim?
Devletin gizli kalması gereken bir bilgiyse bu, savcılık haberden sonra neden 12 gün bekledi bizi ifadeye çağırmak için?
Herkes MİT mensubu olabilir. Ben bir haberi yaparken sen MİT'çi misin diye mi sorayım? Biz bu haberi yayınlarken bu insanların kimlik bilgilerinden bihaberiz. Gizli kalması gereken bilgi nedir bunu da söylemiyor iddianame.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Libya'da olduğu bilgisiyse bu gizli bir bilgi değil. Bu bilinen bir şey. Erdoğan bizzat kendisi söylüyor MİT'in orada olduğunu.
Biz gazetecilik yapıyoruz, bir kamu görev yapıyoruz. Talimat almayız. Bu işe başlarken Musa Anter, Hrant Dink, Metin Göktepe gibi isimlerden feyz aldım. Bir ifşa kastımız yok.
Bu haberden sonra Ümit Özdağ, MİT mensubu olduklarını açıklamış. Manisa'daki cenazeye MİT çelenk yollamış. Kimse orada herhangi bir önlem almamış.
Dört yıl da gerekirse yatarız. Basın şehitlerinin anısına ses çıkarmam. Ama bu ülke kaybediyor. Basın özgürlüğü endeksinde son sıralardayız. Bana kişisel olarak ne kaybettirecek? Böyle küçük bir olaydan, böyle büyük bir suç yaratmak doğru değildir.
Vicdanlarda zaten beraat etmişiz, özgürüz. Mahkemeye düşen de bunu hukuken tasdiklemek. Bunun haber olduğunu, ifşa kastının olmadığını size sunuyorum.
Ferhat Çelik'in savunması bitti, duruşma Çelik'in sorgusuyla devam ediyor:
M.B.: "Haberlere onay verme yetkim yok" demişsiniz doğru mu?
Ferhat Çelik: Evet, özel haber olur o zaman ben de bakarım. Açık kaynaklardan gelen haber için kimse girelim mi diye sormaz. Önceden yayınlanmış haberlerle ilgili bunu girelim mi diye sorulmaz.
M.B.: Bu haberin yayınlanmasında sizin nasıl bir dahliniz oldu?
Ferhat Çelik: Bu gazetede yayınlanan her haberde benim sorumluluğum var. Günde onlarca haber geliyor, hepsini görme şansım yok ancak arkasındayım. Benim haberim olmadan da haberler yapılabilir.
ÜH: Genel Yayın Yönetmeni olduğunuz sitenin ve gazetenin haberlerine müdahale etme imkanınız var mı?
Ferhat Çelik Dönem dönem müdahale yetkim vardır. Başlık değiştirme vs. gibi konularda.
Avukat Özcan Kılıç: Bu haberi yaptıktan sonra mahkemeden, MİT'ten veya başka bir devlet kurumundan tekzip metni gönderildi mi?
Ferhat Çelik: Hiçbir dönüş olmadı.Okurdan bile tepki çekmedi. Soruşturma açılmasaydı haber dikkat bile çekmeyecekti. Şimdi tüm Türkiye öğrendi kimliklerini.
Gazeteci Hülya Kılınç savunma yapıyor
20 yıllık deneyimli bir yerel gazeteciyim. Hayatımda ilk defa böyle ağır bir suçlama ve ilk defa ağır ceza mahkemesi karşısında bulunuyorum.
03.03.2020 tarihinde imzamla yayınlanan haberde “MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıkladığım, yayınladığım, yaydığım ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa ettiğim” suçlamasını kabul etmiyorum.
İddianamede haberi yapmam için; şehidin defnedildiği yere gitmem, yörenin muhtarı, aza, Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisi ve şehidin ailesiyle olan görüşmelerim gizli, gizemli ve suç işlemek amaçlı faaliyetler olarak anlatılmaktadır. Bu anlatımın gerçekle ilgisi yoktur.
Soruşturma aşamasında gerek savcılık, gerekse sulh ceza hâkimliği ifadelerimde; haberi yapmak için şehidin defnedildiği yere gittiğimi, kimlerle görüştüğümü, haberin detaylarını nasıl ve kimlerden öğrendiğimi, şehidin mezarının fotoğrafını çektiğimi, sosyal medyada araştırma yaptığımı, haberde kullanılan diğer fotoğrafları nasıl temin ettiğimi, haberi ne zaman ve nasıl hazırladığımı, kime gönderdiğimi detaylı olarak anlattım.
Soruşturma aşamasındaki ifadelerimde yalnızca görüşme yaptığım muhtar ile törende haberde kullandığım iki fotoğrafı aldığım Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisinin adını söylemedim.
Bunun sebebi; Ben gazeteciyim. Basın Kanununa göre “Gazetecilerin haber kaynaklarını açıklamama“ hakkına sahibim. Haber kaynağımı açıklamak istemedim.
Üstelik bu kişilerin, Şehidin cenazesiyle ilgili hazırladığım haber için, bana verdikleri bilgiler görevleri gereğiydi. Biri muhtar, diğer basın bürosu görevlisiydi. Açıkçası, haber hakkında soruşturma yapılması üzerine, benim yüzünden soruşturmaya dahil edilmelerini istemedim.
Bu nedenle Muhtar Cemali Merter ve Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisi Eren Ekinci isimleri haricindeki verdiğim ifadelerim doğrudur. Aynen tekrar ediyorum.
Bir gazeteci olmamın öncesinde bir kadın ve 17 yaşında bir erkek çocuk annesiyim ve her şehit haberinde, çocuğunu kaybetmiş annelerin acısını her anne gibi yüreğimde hissederim. Libya’daki şehitlerimizin olduğunu duyduğumda da bir anne olarak aynı acıyı hissettim.
Libya şehitlerinden birinin Manisalı olduğu ve askeri tören yapılmadan defnedildiğini günler sonra köy muhtarının sosyal medyada yapmış olduğu bir paylaşımından öğrendim ve çok şaşırdım.
Bir şehit için askeri tören yapılmaması gazetecilik açısından haber değeri taşıyan önemli bir olaydır. Hangi rütbede olursa olsun memleketi için hayatını feda eden her insan değerlidir ve bu değerle uğurlanması gerektiğini düşünürüm.
Hayatını vatanı için veren bir şehide askeri tören yapılmamasının haber değeri olması nedeniyle haberi hazırlamak istedim.
Haberle ilgili araştırma yaptım. Muhtar, sosyal medyada yaptığı paylaşımda nerenin muhtarı olduğunu yazmıştı. 29 Şubat 2020 tarihinde köy muhtarının telefonunu buldum ve Muhtarı aradım. Muhtara yaptığı paylaşımı sordum ve paylaşımdaki bilgileri sordum.
Muhtar, “Libya Şehidinin köylerinden olduğunu, askeri tören yapılmadığını” söyledi. “Konuyu haber yapmak istediğimi” söyleyince “Köye gelmem durumunda bana yardımcı olacağını” söyledi. Cenazede fotoğraf çekip çekilmediğini sordum.
Cenazeye katılan birçok insanın fotoğraf çektiğini ve bana bulabileceğini söyledi. Geleceğim zaman kendisini arayacağımı söyleyerek telefonu kapattım. Pazartesi günü sabah yola çıkmadan Odatv’den Barış Pehlivan’a mesaj yazarak Libya şehidinin Manisa’nın bir köyünden olduğunu ve askeri tören yapılmadan defnedildiğini öğrendiğimi, haberi yayınlamak isterlerse haberi araştırabileceğimi söyledim.
Barış Pehlivan, haberi yayınlayabileceklerini, şehidin mezarının fotoğrafını çekebilirsem habere ekleyebileceğimi söyledi. Barış Pehlivan’la da, Muhtarla da yaptığım görüşmelerde şehidin asker olduğunu sanıyordum.
Gerek Pehlivan’la gerek muhtarla olan görüşmelerimde haber konusu “Libya’da şehit olan asker” ve “şehitle ilgili askeri tören yapılmamasıydı.
Akhisar’a otobüsle giderken köy muhtarını aradım ve köye gelmek için yolda olduğumu, önce mezarlığa gitmek istediğimi belirterek, mezarlığa götürüp götüremeyeceğini sordum. Muhtar da “Köy kahvesini işlettiğini, işi olduğu için beni başka birisiyle gönderebileceğini” söyledi.
Köye ulaştığımda kahvehaneye gittim. Muhtarla ve muhtarın yanındaki Aza ile tanıştım. Muhtarla ayaküstü biraz görüştükten sonra, Muhtar, Azanın beni mezarlığa götürebileceğini söyledi. Aza ile köy mezarlığına gittim. Mezarlıkta şehidin mezarının fotoğrafını çektim.
Mezarın üstünde şehidin ismi yazılı değildi. Azaya “Şehidin ismi yazılı değil?” diye sorduğumda Aza da; “Mezarın çok yeni olduğunu, mezar yaptırılırken yazılacağını” söyledi.
Aza ile cenaze töreni hakkında konuştuk. Aza, cenaze törenine belediye başkanı, kaymakam, bir milletvekili ve siyasi parti ilçe temsilcilerinin katıldığını söyledi. Askeri tören yapılmadığını söyledi.
Mezarlıktan ayrılırken Azaya, “Kabul ederlerse şehidin ailesiyle görüşmek istediğimi” söyledim. Bunun üzerine Aza, şehidin babasını telefonla aradı. “Gazeteci olduğumu, şehidin cenazesi hakkında haber yapmak için köye geldiğimi, şehidin ailesiyle de görüşmek istediğini” söyledi.
Baba, beni kendi evine davet etti. Aza ile birlikte şehidin evine gittik. Aza dışarıda bekledi, ben evin içine girdim. Evde, Şehidin annesi, akrabaları ve komşuları vardı. Çok ağır ve çok üzücü bir ortam vardı. Baş sağlığı dileklerimi ilettim.
Çok üzülmüştüm. Biraz oturduktan sonra zar zor konuşarak “Manisalı olduğumu, gazeteci olduğumu, şehidimizle ilgili haber yapmak istiyorum, bir şeyler söylemek ister misiniz?” dedim. Şehidin annesi açıklama yapmak istemediğini söyledi. Bir anne olarak ben de çok kötü olmuştum.
Biraz oturduktan sonra tekrar başsağlığı diledim ve evden ayrıldım. Dışarda bekleyen Azaya şehidin babasının evde olmadığını söyledim. Aza, babanın okulda çalıştığını söyledi. Azaya “Müsaitse, Babası ile de görüşmek isterim” dedim. Aza, Şehidin babasını aradı.
Baba bizi yanına davet etti. Biz Azayla okulun bahçesine gelmek üzereyken, şehidin babası motosikletiyle gidiyormuş, Aza görüp tekrar babayı aradı. Şehidin babası yanımıza geldi. Tanıştık. Başsağlığı diledim. “Allah’ın yazdığı kaderi böyleymiş” dedim.
“Gazeteci olduğumu, cenazeyle ilgili haber yapmak istiyorum, bir şeyler söylemek ister misiniz?” dedim. Haber için özel bir açıklama yapmak istemedi. Ancak ayaküstü bir süre sohbet ettik.
Çok acılı olduğunu, kafasını dağıtmak için hemen işe başladığını, kendisini öyle avuttuğunu söyledi. Oğlunu nasıl yetiştirdiğini, nasıl birisi olduğunu, en son telefonla kiminle konuştuğunu” anlattı.
Çok üzüldüğümü, şehidimizin binbaşı olduğunu öğrendim” dedim. Baba, “Şehidin binbaşı olup-olmadığını bilmediğini, uzun zamandır görüşemediklerini” söyledi. Görüşme kısa sürdü. Tekrar başsağlığı dileğinde bulunarak şehidin babasının yanından ayrıldım.
Aza ile muhtarın kahvesine doğru giderken, doğal olarak yine cenazeyle ilgili sohbet ettik. Aza, cenazeye ilçe kaymakamı, ilçe belediye başkanı, bir milletvekili, siyasi parti ilçe başkanları, şehidin akrabaları ile köyde yaşayan vatandaşların katıldığını yeniden anlattı.
Bir de Teşkilat Başkanı yazılı bir çelengin geldiğini söyledi. Şehidin MİT personeli olabileceği ilk kez burada aklıma geldi. Muhtarın yanına geldiğimizde Azayla olan sohbette konuştuklarımızı Muhtar’la da konuştuk.
“Cenazeye ilçe kaymakamı, ilçe belediye başkanı, bir milletvekili, siyasi parti ilçe başkanları, şehidin akrabaları ile köyde yaşayan vatandaşların katıldığını“ söyledi. Cenazede ‘Teşkilat Başkanı’ yazılı bir çelengin olduğunu Muhtar da söyledi.
"Şehit binbaşıymış” dedim. Muhtar da, “Yaşı çok gençti, binbaşı olamaz” dedi. Muhtar da, Aza da şehidin asker olup olmadıklarını bilmiyorlardı. Kafaları karışıktı.
Muhtara, “telefonla görüşmemizde cenazede fotoğraf çekenler oldu, demiştin. Çekilen fotoğraflardan bana bulabilir misin?” dediğimde Muhtar bu isteğime pek istekli gibi durmadı. Ben de ısrar etmedim.
Köyden ayrılırken Aza, “Akhisar merkeze gideceğini, isterse beni bırakabileceğini” söyledi. Beni merkezde bir noktaya bıraktı. Muhtar veya Aza ile görüşmemde “bu MİT Şehidi mi?” şeklinde veya “cenazeden bana fotoğraf bulmaları” konusunda herhangi bir ısrarım olmadı.
Şayet böyle bir ısrarım olsa, Muhtar ve Aza bana mesafeli dururlardı. Aza beni Akhisar’a götürmeyi teklif etmezdi. Muhtara “Şehit MİT mensubu mu?” diye bir soru sormadım ve bu konuda ısrar etmedim.
Şayet Muhtara “Şehit MİT mensubu” olduğu şeklinde ısrar etseydim, Muhtar Şehitle ilgili paylaşımları hemen kaldırma yoluna giderdi. Oysaki ifademin alındığı 05.03.2020 tarihinde Muhtarın paylaşımları halen açıktı ve silinmemişti. Daha sonra paylaşımlarını silmiş.
Akhisar merkeze ulaştığımda telefonumun şarjı azaldığı için telefonumu şarj etmek istedim. İndiğim yerde küçük bir açık hava müzesi vardı, daha sonra lazım olabileceğini düşünerek girip birkaç fotoğraf çektim.
O sırada bir gazeteci ağabeyim (Murat Çorlu) whatsapptan aradı. Akhisar’da olduğumu söyledim. “Hazır oradayken belediye başkanı ile de bir röportaj yapmak için görüşebilir misin?” diye sordu. Belediye basın bürosundaki yetkiliyi tanıdığımı onunla görüşebileceğimi söyledim.
Daha sonra bir kafeye oturarak telefonumu şarj ettim. Yaklaşık yarım saat sonra kalktım. Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisi Eren Ekinci’yi önceden tanıyordum. Ancak telefonu bende kayıtlı değildi. Basın Bürosuna gittim. Eren yoktu.
Eren’i sorunca, “Bir program için belediye başkanıyla çıktığını” söylediler. Basın bürosundakilere şehit cenazesiyle ilgili açıklama, fotoğraf vs olup olmadığını sordum. “Biz bilmiyoruz, Eren cenazeye katılmıştı, Eren bilir” dediler.
Telefon numarasını basın bürosundan alarak Eren’i aradım. Programa yeni gittiklerini öğrenince çok kısa konuşabildim. Eren’e daha sonra kendisini arayacağımı söyledim. Basın bürosundan ayrılarak Manisa’ya döndüm.
Şehidin köyüne giderken şehidin asker olduğunu sanıyordum. Muhtarın “Çok gençti, binbaşı olamaz”, Şehidin babasının “Uzun zamandır görüşmüyorduk, binbaşı olup olmadığını bilmiyorum” sözleri, .cenazeye ‘Teşkilat Başkanı’ yazılı çelengin katılması, askeri tören yapılmaması ben de “Şehit asker değil galiba?” diye düşünmeme neden oldu.
Eve döndüğümde internette şehit ile ilgili araştırma yapmaya başladım. Şehitle ilgili sosyal medyada yüzlerce fotoğraf, paylaşım, haber ve yorumlara rastladım.
İYİ Parti milletvekili Ümit Özdağ’ın Libya şehitleri ile ilgili mecliste yaptığı basın açıklamasını gördüm. Bu araştırmam sonucunda şehidin MİT personeli olduğunu öğrendim. İnternette yaptığım araştırmada şehidin adı, soyadı, fotoğrafı, MİT’te çalıştığı, Libya’da şehit olduğu ‘Teşkilat Başkanı” yazılı çelengi, cenazenin vatandaşlarca taşındığı, cenazeye katılan belediye başkanı, milletvekili, siyasi parti ilçe başkanlarının katıldığı fotoğrafları gördüm.
Özellikle muhtarın paylaşımlarının altında yüze yakın yorum, fotoğraf ve cenazede çekilmiş kısa bir video gördüm.
Bunun üzerine Köy camisinden kaldırılan cenazeye kaymakamından belediye başkanına, milletvekiline, ilçe siyasi parti temsilcilerine, köy halkına kadar yüzlerce insanın katılmış olması, MİT’in çelenk göndermesi, cenaze töreninde fotoğraf çekilmemesi,görüntü alınmaması gibi cenazede herhangi bir tedbir alınmaması veya hiç kimseye herhangi bir ikaz yapılmamış olması, sosyal medyada 19 Şubat 2020 tarihinden beri yapılan paylaşım, fotoğraf ve haberlerde açıkça MİT personelinin kimliği, görevi, defnedildiği yer cenaze törenine katılanlar, fotoğraf paylaşımları ve haberleri de göz önünde bulundurarak cenazenin gizlilik içerisinde değil, herkesin katıldığı açık bir cenaze olduğuna ve şehit MİT personelinin haberini yapmamda bir sakınca olmayacağına kanaat getirdim.
Akşamüstü Akhisar Belediyesi Basın Bürosu Görevlisi Eren Ekinci’yi aradım. Önce gazetecilikle ilgili sohbet ettik. Belediye Başkanıyla bir haber yapmak istediğimi söyledim. Daha sonra “Akhisar’daki Libya şehidinin cenazesine katılıp katılmadıklarını” sordum.
Belediye Başkanı ile katıldığını söyledi. Muhtarla, Azanın anlattığı gibi kaymakam, milletvekili ve siyasi partilerin ilçe başkanlarının cenazeye katıldığını, Eren’de askeri bir tören yapılmadığını söyledi. Fotoğraf çekip çekmediğini sordum, birkaç fotoğraf çektiğini söyledi.
“Bana gönderir misin?” diye sordum. Evde olduğunu ertesi sabah belediyeye geçtiğinde gönderebileceğini söyledi. Akhisar Belediyesi Basın Bürosunda görevli Eren Ekinci ile konuşmanın ardından #BarışPehlivan’a mesaj yazarak cenazenin detaylarını anlattım.
Asker olarak bildiğim şehidin aslında MİT personeli olduğunu sosyal medyadan öğrendiğimi, askeri bir tören yapılmadığını, cenazeye ‘Teşkilat Başkanı’ yazılı bir çelengin gönderilmiş olduğunu, kaymakam, belediye başkanı, bir milletvekili ve ilçe siyasi parti temsilcileri ile şehidin akrabaları ve köylülerle birlikte yaklaşık 350-400 kişinin katıldığını, cenazede görüntü alınmaması, fotoğraf çekilmemesi için herhangi bir tedbir alınmadığını, Akhisar Belediyesi Basın Bürosu ile görüştüğünü,Basın Bürosunca da cenazede fotoğraf çekildiğini, bunları ertesi sabah Basın Bürosu Görevlisinden alarak kendisine gönderebileceğimi” söyledim.
Barış Pehlivan da “Haberi fotoğraflarla birlikte beklediğini, Bizden önce başka birilerinin haberi yapıp yapmadığını” sordu. Ben de “İnternette yaptığım araştırmada sosyal medyada yüzlerce yazı, fotoğraf ve haberlerin olduğunu, yine internette yaptığım araştırmada sosyal medya haricinde Akhisar’daki şehit cenazesi ile ilgili yapılmış herhangi bir haber görmediğimi” belirttim.
O akşam sosyal medyadan birçok fotoğraf indirdim. Özellikle Muhtarın paylaşımının altında cenaze ile ilgili yüze yakın fotoğraf ve çeşitli yorum vardı. Teşkilat Başkanı yazılı çelengin fotoğrafını ve şehitlere ait vesikalık fotoğrafları, şehit cenazesinin vatandaşlarca taşındığını gösteren fotoğrafları sosyal medyadan indirdim. Haberi hazırladım. Hazırladığım haberin amacı Şehidin kimliği, çalıştığı kurum ya da görevi değil, Şehidin Manisa’da defnedilmesi ve cenazede resmi tören yapılmamasıydı.
3 Mart Salı günü sabahı Akhisar Belediyesi Basın Bürosunun görevlisini aradım. Fotoğrafları göndereceğini hatırlattım. Bir süre sonra bana Şehidin cenazesinin akraba ve köylülerince taşındığı bir fotoğraf ve Teşkilat Başkanı yazılı çelengin fotoğrafını gönderdi.
Basın Bürosu Görevlisinden aldığım iki fotoğrafın benzerleri sosyal medyada yer alıyordu. Ancak birebir aynısı yoktu. Bu durumu da gönderdiğim haberde Barış Pehlivan’a belirttim. Benim bu açıklamam nedeniyle bu iki fotoğrafa Odatv logosunun konduğunu düşünüyorum.
Daha sonra Akhisar Belediyesi Basın Bürosundan temin ettiğim iki fotoğrafı, şehidin mezarlığında çektiğim fotoğrafları ve sosyal medyadan indirdiğim diğer fotoğraflarla birlikte haber metniyle birlikte Barış Pehlivan’a gönderdim.
Sabah saatlerinde gönderdiğim haber aynı gün akşamüstü yayınlandı. Yaşanan olaylar bu şekilde olmuştur.
Bu haberin “MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamak, yayınlamak, yaymak, MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa etmek” amacıyla hazırlandığı iddia etmek makul, mantıklı ve hakkaniyetli değildir.
Soruşturma savcılığı iddianamede; MİT personelinin şehit olduğunu, kimliğini, doğum ve ölüm tarihini, fotoğrafını, yaşadığı köyün adını vb bilgileri paylaşım yapanları MİT mensubu olduğunu bilmeden yaptıklarını gerekçe göstererek haklarında suç isnadında bulunmamaktadır.
Biraz önce anlattım. Ben de; haberde yayınlanan ve “vatandaşlarca cenazenin taşındığını gösteren fotoğrafta MİT mensuplarının olduğunu” bilmiyordum ve bilmem de mümkün değildir.
Üstelik, biraz önce belirttiğim gibi yazmış olduğum haberde “bu fotoğrafta MİT mensuplarının olduğu/olabileceğine ilişkin herhangi bir iz, ima, emare vs herhangi bir şeyde bulunmamaktadır.
Eğer, MİT mensubu olduğunu bilmeden paylaşım yapanlar hakkında suç isnadı yapılmıyor/yapılamıyorsa, benim için de suçlama yapılmaması gerekir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak; MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıkladığım, yayınladığım, yaydığım ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa ettiğim iddiası doğru değildir.
Cenazenin vatandaşlarca taşındığını gösteren fotoğraflar haber yayınlanmadan önce sosyal medyada mevcuttu. Cenazenin taşındığı fotoğraflarda cenazeyi taşıyan köylüler ve şehidin akrabaları görülmektedir.
Bu fotoğrafa iddianamede iddia edildiği gibi MİT Mensuplarını deşifre etmek amacıyla haberde yer vermedim. Cenazenin vatandaşlarca taşındığını gösteren fotoğrafı haber değeri olduğu için kullandım.
Bu fotoğrafa lütfen dikkatlice bakın. Bu fotoğrafta sadece ve sadece cenazeyi taşıyan köylüler görünmektedir. Odatv’de haberi okuyan okuyucu da, sıradan basit bir vatandaş da bunu böyle görür.
Bu fotoğrafa bakarak “burada MİT personeli de var” görüşüne ve kanaatine varmak makul, mantıklı, etik ve hakkaniyetli değildir. Benim bu fotoğrafa bakarak, bu fotoğrafta MİT personelinin olduğunu tahminine ulaşabilmem imkânsızdır.
Şayet; cenazeye MİT personelinin de katıldığı gerekçesiyle, şehidin cenaze töreninde fotoğraf, görüntü alınmayacağı, cenazeye tanınmayan kişilerin katılmayacağı şeklinde açıklamalar yapılsaydı veya bu yönlü tedbirler alınmış olsaydı ve sosyal medyada yer alan yüzlerce fotoğraf, haber, yorumlara erişim engellenmiş olsaydı, bu durumda “Evet, bu fotoğraftakiler arasında MİT personeli de olabilir” diyerek bu fotoğrafı kullanmazdım.
Haberin içeriğine bakıldığında, cenazenin taşındığı bu fotoğrafta MİT personelinin de bulunduğunu çağrıştıracak herhangi bir iz, işaret, ibare vs hiçbir şey bulunmamaktadır.
Eğer cenazenin köylülerce taşındığını gösteren bu fotoğrafla MİT personelini deşifre etmek amacım olsaydı, haberin içeriğinde de “cenaze şehidin mesai arkadaşları tarafından taşındı” “cenazeye MİT personeli de katıldı” gibi ibareler veya imalarda olurdu.
Haberde böyle bir şey var mı? Yok. "Yani “Bu fotoğrafta MİT personeli var” diye deşifre eden ben değilim, tabi doğruysa, bu deşifreyi Savcılık yapıyor. Suçlanan ben oluyorum. Bu suçlama adil ve hakkaniyetli değildir.
"Teşkilat Başkanı yazılı çelenk haberin yayınlandığı 03.03.2020 tarihinden çok önce sosyal medyada yer almıştır. Bu fotoğrafın haber değeri vardır.
İddianamede Akhisar Belediyesi Basın Bürosundan aldığım fotoğraflar gizlice yapılmış bir iş gibi gösterilmektedir. Uygun görürseniz bu konuyu da açıklamak isterim. Basın Bürolarının görevi; sorumluluk alanlarında meydana gelen olay ve gelişmelerle ilgili gazetecilere bilgi vermek ve gazetecilere yardımcı olmaktır. Bu nedenle yerel gazeteciler görevlerini yaparken, basın bürolarından haberle ilgili bilgileri ve fotoğrafları alırlar. Benim yaptığım da budur.
20 yıllık gazeteciyim. Daha önce de defalarca şehit cenazesi haberi yaptım. Hazırladığım haberde; şehidin kimliğini, ailesini, görevini ve diğer MİT personelini deşifre etmedim.
Haberde çok özenli ve dikkatli bir üslup kullandım. Eğer deşifre amacım olmuş olsaydı, şüphesiz çok farklı bir haber hazırlardım ve çok farklı cümleler kullanırdım.
Şehidin ailesinin ve akrabalarının incinmemesi için hem haber öncesi görüşmemde, hem de haberi hazırlarken çok dikkat ettim. Ben yalnızca gazetecilik yapmak, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla haberi hazırladım.
Tekrar ediyorum. Haberin amacı “Şehidimizin Manisa’da defnedilmesi ve şehidimize hak ettiği resmi törenin yapılmaması”dır.
Üye hakim: Yolladığınız haber bire bir mi yayınlandı? Değişiklik oldu mu? Fotoğraflara kim karar verdi?
Hülya Kılınç: Haber aynen yayınlandı. Fotoğrafları yolladım, onlar kullandı.
Hülya Kılınç'ın savunması bitti.
Gazeteci Barış Pehlivan savunma yapıyor
Sayın Başkan, Değerli Üyeler…
Bundan yüzyıllar önce, dünyanın birçok yerinde mahkumlara azap çektirme törenleri yapılırdı. Kişi önce halkın önünde suçunu itiraf eder, sonra vücudu dört ayrı ata çektirilerek parçalanır, yakılır, kül hale getirilirdi.
Neyse ki artık modern hukuk sistemi var, rahat olalım değil mi?
Ancak Sayın Heyet…
Bu davanın soruşturma sürecinde yaşadıklarımızı düşününce benim aklıma hep o sahneler geliyor. Vücut yerine aklın, belleğin ve dolayısıyla gerçeğin nasıl parçalanmaya, nasıl yalan rüzgarında savrulacak kül haline getirilmeye çalışıldığını gördüm.
George Orwell’ın bir sözü var:
‘’Geçmişi denetim altına alan, geleceği de denetim altına alır. Şimdiyi denetim altına alan, geçmişi de denetim altına alır’’
Bizi bu sanık sandalyesine oturtanların temel motivasyonu da işte bu söz. O halde bana düşen; şimdiyi anlamak ve geleceğimizi kurtarmak için geçmişi doğru anlatmaktır. Bunu da yok etmek istedikleri aklımıza, belleğimize ve gerçeğe sahip çıkarak yapacağım.
Bundan 9 yıl önceydi. Yine tutukluydum. İlk duruşmaya günler kala, televizyonda bir son dakika haberi vardı. Kaşif Kozinoğlu ölmüştü. Kozinoğlu MİT’in Asya Bölgesi başmüşaviriydi. Hayatımda ilk kez televizyonda yüzünü gördüğüm Kozinoğlu, genel yayın yönetmeni olduğum Odatv’ye bilgi/belge sızdırdığı iddiasıyla tutuklanmıştı. Ve savunmasını dahi yapamadan, çok şüpheli şekilde Silivri’de hayata gözlerini yumdu.
O zamanki Odatv davasının sanıklarının ortak yönü; Fethullah Gülen’in ve örgütünün içyüzünü herkes korkarken deşifre etmesiydi. Bizleri içeri atanlara inat, kimlerin tutuklanacağının ABD’li diplomatlara önceden söylendiğini ortaya çıkaran ‘’Sızıntı’’ adlı kitabı yazdık. Barış Terkoğlu ile o kitabı yazdığımızda 7 Şubat MİT Krizi bile daha yaşanmamıştı.
19 ay tutuklu kaldım, beraat ettim. Cezaevinden çıktıktan sonra avukatlarımla birlikte savcılığa başvurduk ve şunu istedik: Bilgisayarlarımıza Kozinoğlu’ndan gelmiş gibi gizlice yüklenen MİT raporlarını kim koydu? Kozinoğlu’nu öldüren, bizlerin aylarını/yıllarını cezaevinde geçirmemize neden olan o MİT belgelerinin kimin tarafından hem evimize hem ofisimize girerek yüklenildiğini bulun, dedik. Bu şikayetimizin üzerinden yıllar geçti. Bulunmadı, belki de araştırılmadı bile…
Sayın Başkan, Değerli Üyeler….
9 yıl önceki Odatv davasında; Fethullahçılar bilgisayarımıza MİT belgelerinin yanı sıra sahte dokümanlar da yerleştirmişti. Kendi yazdıkları gerçek dışı örgüt talimatları üzerinden, haberlerimiz suç olarak gösterilmişti.
Tarihin tekerrürüne bakın ki; o davada ‘’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik’’ ile suçlanmama delil neydi biliyor musunuz?
Odatv’de yaptığımız şehit cenazesi haberleri!
Ne acı!
Aradan 9 yıl geçti, ben yine şehit cenazesi haberi ile tutukluyum.
Neyse ki; Fethullahçılar gibi bilgisayarıma belge yüklemediler, direkt haberi suç delili yaptılar, diye sevinmeli miyim üzülmeli miyim?
Geleceğiz bugüne…
Ama dedim ya; neden bugün burada olduğumuzun izi yakın geçmişte.
Cezaevinden çıkınca tüm dünyada Fethullah Gülen’in izini sürdük. Afrika’dan Avrupa’ya onlarca ülkede Fethullahçıların nasıl bir casusluk örgütü kurduğunu ‘’Mahrem’’ adlı kitabımızda ortaya koyduk. Kitabımızdaki uyarıları dikkate almak yerine, satış sayfalarına ve reklamlarına mahkeme kararıyla yasak getirdiler. Biz yine gazetecilik yaptık, onlar yine hukuksuzluk.
Haklarını yemeyelim; ‘’Mahrem’’ kitabını örgütü anlamak için FETÖ davalarına delil olarak koyan savcılar da oldu bu topraklarda, bir nebze katkımız olduysa bu hain örgütle mücadeleye ne mutlu bize!
Israrla, TSK’daki Fethullahçılara Odatv’de dikkat çektik. Onlarca manşet yaptık. Bizi ‘’Ordunun moralini bozuyorsunuz’’ diye eleştirenlere, komplo teorisi yapmakla suçlayanlara, davalarla korkutmalara rağmen, FETÖ’nün darbe girişimi hazırlığı içinde olduğunu yazdık. Bunu yıllara varan deneyimle ve gazetecilik yaparak görüyorduk.
Ve maalesef haklı çıktık. 15 Temmuz oldu. İsmimiz darbe sonrası infaz edilecekler listesinden çıktı.
Şimdi tam burada bir virgül koyacağım…
Ve bugüne geleceğim.
Sayın Başkan, Değerli üyeler…
Size özet bir kronoloji sunacağım. Sunacağım ki, bize isnat edilen suçlamanın temelsiz olduğunu hep birlikte anlayabilelim.
Tarih: 03 Ocak 2020.
Resmi Gazete ’de yayımlanan kararla TSK Libya’da görev yapmaya başladı. Bu tezkerenin üzerinden 3 gün geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan MİT’in yeni hizmet binasının açılışında canlı yayında konuştu. Onlarca TV kanalının 6 Ocak’ta yayınladığı bu açılışta, Erdoğan aynen şöyle dedi: ‘
“MİT Libya’da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getiriyor.’’
Böylece, ilk Erdoğan’dan öğrendik; Libya’da MİT’in de görev yaptığını.
Tarih: 19 Şubat 2020
Libya’da şehitlerimiz olduğuna dair haberler sosyal medyaya fotoğraflarıyla birlikte düşmeye başladı.
Aynı gün…
Manisa’daki muhtar Cemali Merter, şehidimizin adını ve soyadını, babasının adını ve soyadını, cenazenin ne zaman nereye defnedileceğini ilk kez yayımlanan fotoğrafıyla herkese açık / herkes tarafından görülecek şekilde sosyal medyada paylaştı.
Yine aynı muhtar bir paylaşım daha yaptı. Hem kendi mahallesindeki şehidin hem de diğer şehidin farklı fotoğraflarını, üstünde ‘’Libya görevi şehitlerimiz’’ yazan, isimlerinin-soyadlarının ve doğum tarihlerinin olduğu bir görsel paylaştı.
Tarih: 22 Şubat.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Libya’da birkaç tane şehidimiz var’’ açıklaması yaptı.
Aynı gün…
Sosyal medyada şehitlerin isimleri, fotoğrafları ayrıntılarıyla defalarca paylaşıldı.
Tarih: 23 Şubat.
Şehitlerimizden diğerinin devre arkadaşları tarafından yapılan açıklamada, cenazenin nereye defnedildiği ve kendilerinin de katıldığı, cenazeden bir çelenk karesiyle duyuruldu.
Hatta o ildeki cenazeye MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da katıldığı iddiası haber sitelerinde yazıldı.
Tarih: 24 Şubat.
Bazı internet sitelerinde şehitlerin özgeçmişleri ve MİT’te ne kadar süredir çalıştıkları haberleştirildi.
Tarih: 25 Şubat.
İYİ Parti Milletvekili Ümit Özdağ Meclis’te bir basın toplantısı yaptı. Milletvekili Özdağ, milyonlarca kişinin takip ettiği sosyal medya hesaplarında da yayımlanan açıklamasında; Libya şehitlerinin kimliklerini, MİT mensubu olduklarını, nasıl şehit olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bu açıklama onlarca haber sitesinde ve ertesi gün de gazetelerde yer aldı.
Şu ana kadar…
Libya’ya TSK ve MİT mensuplarının gittiğini, Libya’da şehitlerimiz olduğunu, şehitlerimiz arasında MİT mensuplarının da olduğunu, şehit olmalarının nasıl gerçekleştiğini, şehitlerin açık kimliklerini / fotoğraflarını / memleketlerini / mezarlarının nerede olduğunu, hangi görevlerde ne kadar süre çalıştıklarını ve ailelerinin kimlik bilgilerini
Sırasıyla…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhtar Cemali Merter, onlarca sosyal medya hesabı, milletvekili Ümit Özdağ ve onlarca haber sitesi ile gazeteden öğrendik.
İşte tüm bunlar bittikten, tüm bu saydığım bilgiler ve fotoğraflar alenileştikten, yani tüm bu içerikler milyonlarca kişiye ulaştıktan…
Tam 1 hafta sonraya gideceğiz.
Ama öncesinde kısa bir bilgilendirme yapmalıyım.
OdaTv kadrolu editörlerinin yanı sıra, Türkiye’nin dört bir yanında birçok gazetecinin gönüllü olarak emek vermesiyle 13 yıldır yayın hayatına devam ediyor.
Bir araya hiç gelmediğimiz birçok yerel muhabir, hem çok daha geniş kitlelere hitap ettiği için, hem yerel yayın organlarında haberlerine yer verilmediği için, hem de yandaş değil objektif gazetecilik yapıldığı için OdaTv’ye haber gönderir. Biz de o haberlerden uygun gördüklerimizi okurla buluştururuz.
İşte bugün sanık sandalyesinde oturan meslektaşım Hülya Kılınç da, Odatv’ye gönüllü olarak haber gönderen yerel gazetecilerden biridir. Kendisi Manisa’da deneyimiyle ve kaleminin namusuna sahip çıkmasıyla bilinen bir gazetecidir. Bir haber vesilesiyle, birkaç yıl önce internet üzerinden iletişime geçmiştik ama buluşmamız Çağlayan Adliyesi’ne nasip oldu. Hülya Kılınç, Manisa’da yaşanan ama tüm Türkiye’nin ilgilenebileceği haberleri bize gönderir, biz de değerlendiririz
Şimdi…
Ne demiştik? Libya şehitlerimize dair her bilgi ifşa olduktan 1 hafta sonrasındayız.
2 Mart Pazartesi sabah Hülya Kılınç’tan bir mesaj aldım. Hülya Hanım, Libya’da şehit olan askerlerimizden birinin Manisalı olduğunu söyledi ve cenazesine dair bir haberle OdaTv’nin ilgilenip ilgilenmeyeceğini sordu. Bakınız, Hülya Kılınç o anda şehidimizin sadece asker olduğunu düşünüyor ve bana da öyle iletiyor. Ben de ilgili haberi değerlendirebileceğimizi söyledim. Yani haberin Hülya Hanım tarafından hazırlanmasına başlama anında MİT yok gündemimizde. Amacımız sadece şehit cenazesi haberi yapmak.
Aynı günün akşamı…
Hülya Kılınç şehidin MİT mensubu olduğunu bana söyledi. Haberi hazırdı ama cenaze anından fotoğraf geleceğini belirtti. Ben de başka yerde yayımlanmayacaksa haberi ve fotoğrafı beklediğimi söyledim.
Ertesi sabah…
Yani, 3 Mart Salı sabahı…
Hülya Kılınç bana haber metnini ve fotoğraflarını attı.
Haberle hemen ilgilenmedim. Daha sıcak konular vardı gündemde. Akşama doğru haber metnini açtım. Şehit MİT mensubu olduğu için ilk olarak, açık kaynaklardan bir de ben teyit etmek istedim. Muhtarın paylaşımı dışında başka nerelerde isminin geçtiğini internetten arattım. Amacım, daha önce nerelerde alenileşip alenileşmediğini bulmaktı. Bu, benim habere dair yayın kararımı etkileyecekti.
Açık ismini Google’da arattığımda, milletvekili Ümit Özdağ’ın basın toplantısının haberlerini ve videolarını buldum. Yani o anda, haberi yayınlamadan önce şehidin fotoğraflarını, isim ve soyadını, nasıl şehit olduğunu, MİT mensubu olduğunu, cenazeden bazı görüntüleri ayrıntılarıyla birçok yerde haber olarak gördüm.
OdaTv’de bugüne kadar yüzbinlerce haber yayımladık. Bu nedenle birçok kanun gibi, MİT Kanunu’nu da biliyorum. Zaten haber öncesindeki bu ön ekstra araştırma da MİT Kanunu nedeniyleydi.
Ve en nihayetinde…
Her şey bizden önce ifşa olmasına rağmen, şehidin ailesini düşünerek, onlara bir zarar gelmesin diye, cenazenin kaldırıldığı köyün ve mahallenin adını, mezarlığın adını, şehidin soyadını, anne ve babanın adı ile soyadını yayımlamadık. Tam da burada şuna dikkat çekmek isterim:
Odatv’nin yayımladığı ‘’Libya’da şehitlerimiz var’’ haberi değil. Bu, ‘’Libya’da şehit olanlar MİT mensubuydu’’ haberi de değil. Bu, bir şehidin cenazesinin haberi sadece. Şehidin asker ya da istihbaratçı olmasıyla ilgilenmiyorduk biz.
Kaldı ki…
Benim bu haberi verirken özel bir açı bulmam gerekiyordu. Zira şehidin cenazesi 13 gün önce kaldırılmıştı. Haber gazetecilik terimiyle ‘’bayat görünsün’’ istemedim. O yüzden ‘’cenazeden kare bulduk’’ açısı vererek, habere ‘’güncellik’’ katmak istedim.
Bu nedenle cenazeden vatandaşların ve çelengin görüldüğü 2 karenin üzerine OdaTv imzası koydum. Ama asıl, Hülya Kılınç’ın kendi çektiği mezarlık karelerine ise, bize özel olmasına rağmen OdaTv imzası koymadım. Açıkçası, mezarın üzerine logo koymayı şehide saygısızlık olarak düşündüm.
Ama…
Ama’sını anlatacağım.
Önce…
Evet, 3 Mart Salı akşamı haberi yayımladık Odatv’de.
Jet bir hızla, sabaha karşı haber müdürümüz Barış Terkoğlu ve Hülya Kılınç gözaltına alındı, tutuklandı. Bir gün sonra da sırtımda cezaevi çantamla geldiğim Çağlayan’dan Silivri’ye ben de gönderildim.
Ve şimdi…
Aylar sonra karşınızdayız.
Kafası karışık, suçlayayım derken bocalayan ve bu nedenle de her yerinden dökülen bir iddianame var elimizde.
Savcıların bize yaptığı temel suçlama; ‘’MİT mensuplarını ifşa etmek.’’ Şehit cenazesi haberimizle bu suçu işlediğimizi iddia ediyorlar.
Biz de bu soruşturmanın başından bu yana diyoruz ki; ‘’Haberimizde ifşa yoktur. Bizden önce ifşa edilen bilgiler vardır. Bu yüzden suçtan da bahsedilemez’’
Savcılar da iddianame içinde bu savunmamıza yanıt veriyor: ‘’Şüpheliler soruşturmaya konu haberin zaten ifşa olmuş bir bilginin haberleştirilmesinden öteye gitmediği yönünde savunma yapmışlar ise de, haberde yer alan bilgiler ve fotoğraflar daha önceden ifşa olmuş bilgiler değildir.’’
Şimdi…
Duralım.
Biz diyoruz ki; daha önce ifşa edildi!
Savcılar yanıt veriyor; hayır ifşa edilmedi!
Bir virgül…
Hemen Türk Dil Kurumu’na (TDK) başvuruyoruz ve ifşa nedir, ona bakıyoruz:
İfşa’nın sözlük anlamı şu:
‘’Gizli bir şeyi açığa çıkarmak’’
Güzel. O halde savcılar diyor ki:
‘’Ey Odatv! Haberindeki bilgiler ve fotoğraflar daha önce açığa çıkmamıştı, ilk sen yayımladın!’’
Aslında tam da bu tartışmayı yaparak, burada şunu da demiş oluyor savcılar:
‘’Daha önce ifşa edilmiş olsaydı suçsuzdunuz!’’
Güzel. Ama anlattım ya; MİT şehidine dair kimlik ve fotoğraflar dahil her şey bizden çok önce alenileşti. Savcılar başka bir şeye işaret ediyor olmalı.
Evet, tam da bunu yapıyorlar.
Savunmamıza yanıt verdikleri, okuduğum bölümün hemen altında…
Bu davanın, diğer gazeteci sanıklarını suçladıktan sonra, Odatv’nin yaptığını iddia ettikleri ifşaya geliyorlar. Ve diyorlar ki:
‘’Odatv de, cenazeye katılan MİT mensuplarının görüntülerini yayımladı’’
İddianamede kalın harflerle ‘’ilk defa’’ diye vurgulayarak, ‘’bak işte, daha önceden ifşa olmamış bunlar, o yüzden suçlusunuz’’ diyorlar.
Bakınız…
Meselenin bam teli burası.
Önce bir ara özet geçelim…
1- İddianamede bize yapılan asıl suçlama; şehit MİT mensubuna dair değil. Ki şehit MİT mensubuna dair içerikler alenileşmiş olmasına rağmen, biz ekstra hassasiyet gösterdik ve aileyi düşünerek bir haber yayımladık.
2- İddianamenin bizi asıl suçladığı nokta; cenazeden paylaşılan fotoğraf karesi. İddianamenin sonlarında, Barış Terkoğlu’na ait bölümde ‘’cenaze törenine katılan diğer MİT mensuplarının da deşifre edildiği bir adet fotoğraf’’ diyerek bunu işaret ediyorlar.
Bir parantez açmalıyım.
Evet, savcılar bizim savunmamızı doğruluyor kendi satırlarıyla ve ‘’ifşanın ifşası olmaz’’ ı kabul ediyor. Ama bu çıkmaz yoldan çıkmak için, bir çare arıyorlar.
Ve diyorlar ki…
Anayasa Mahkemesi (AYM) 30 Aralık 2015’te bir karar verdi MİT Kanunu’na dair!
Neymiş, peki o karar?
Savcılar diyor ki…
AYM ‘’daha önce ifşa edilmiş olsa dahi suçtur’’ diye karar verdi!
Peki bu doğru mu?
Yani, AYM’nin gerçekten böyle bir cümlesi, iması, yorumu, kararı var mı?
Açtım baktım, ilgili tarihteki karara…
Yok. Sayın heyet!
İddianame yalan söylüyor. Bunu nasıl yapabilirler; inanın aklım almıyor ama AYM kararında olmayan bir yorum yaratılıyor ve aslında suç yaratılıyor.
Yani…
Özetle: İddianame istemeden de olsa kabul ediyor ki; ifşanın ifşası olmaz!
Bundandır ki; haberimizde şehit MİT mensubuna dair suç yok
Yani…
Özetle: İddianame istemeden de olsa kabul ediyor ki; ifşanın ifşası olmaz!
Bundandır ki; haberimizde şehit MİT mensubuna dair suç yok!
O halde, geldik bir kare fotoğrafa….
Yani aylarca tutuklu olmamıza ‘’suç delili’’ olarak gösterdikleri kareye…
Yani iddia makamının ‘’ilk defa’’ diyerek ‘’ifşa’’ suçlaması yaptığı, tabutun taşınma anına…
Öncelikle şu garipliği açığa çıkaralım…
İddianamede ne zaman fotoğraftan bahsedilse, savcılar sık sık şu iddiada bulunuyor:
’Gizlice çekildiği tespit edilen!’’
Haliyle bekliyorsunuz ki; o fotoğrafın ‘’gizlice’’ çekildiğine dair bir kanıt sunulsun.
İddianamede var mı böyle bir kanıt? YOK!
MİT’in suç duyurusunda var mı böyle bir iddia? YOK!
İstanbul Emniyeti’nin habere dair araştırma raporunda var mı böyle bir tespit? YOK!
O halde…
Savcılar neye dayandırıyor, o fotoğraf çekiminin ‘’gizlice’’ olduğunu?
Nasıl olur da, bir küçük kanıt dahi ortaya koymadan ‘’tespit edildi’’ diye büyük laflar kullanılır?
Kaldı ki…
Odatv’nin suçlandığı o fotoğrafı çeken kişi belli mi; belli: Eren Ekinci.
Akhisar Belediyesi’nin basın biriminde çalışıyor. Cenazeye davet edilen belediyenin görevlisi olarak orada…
Kendisi de bu davada sanık ve ne doğru ki tutuksuz.
Peki…
Şehidin naaşının ne zaman ve nereden kalkacağını hem şehidin hem de babasının açık adıyla, yetmeyip şehidin fotoğrafıyla ilk kez internette ifşa eden, bunu yaparken herkesi de cenazeye davet eden köy muhtarının tanık yapıldığı bu davada…
Şehidin naaşının ne zaman ve nereden kalkacağını hem şehidin hem de babasının açık adıyla, yetmeyip şehidin fotoğrafıyla ilk kez internette ifşa eden, bunu yaparken herkesi de cenazeye davet eden köy muhtarının tanık yapıldığı bu davada…
İldeki ve ilçedeki siyasi parti temsilcileri ile milletvekillerinin katılımının istendiği, hiçbir gizlilik önleminin alınmadığı, aleni yapılan bu cenazede…
Yüzlerce kişinin katıldığı ve katılanların çektiği fotoğraf ile videoların internette dolaştığı bu gerçeklikte…
Fotoğrafı çeken kişiye ‘’o fotoğrafı nasıl çektin’’ sorusunun dahi savcılık tarafından sorulmadığı bu dosyada…
Ben soruyorum:
Nasıl oluyordu da, bu kadar rahat ve bu kadar temelsiz şekilde ‘’gizlice çekildiği tespit edildi’’ cümlesi iddianameye konuyor?
Maalesef, yanıtı da biliyorum.
Bundan 9 yıl önce de yaşadım zira.
O zaman da Fethullahçı savcı Zekeriya Öz, Odatv tutuklamalarına tepki gösterenlere ‘’açıklanamayacak deliller var’’ diyordu. Elbette öyle deliller yoktu.
Sözde ‘’gizlilik’’ katarak kumpasa inandırıcılık sağlanmaya çalışılıyordu.
Tıpkı şu an olduğu gibi…
Peki …
Evet, geldik burada tutuklu olmamıza gerekçe gösterilen fotoğrafa…
Yani, iddianamede ‘’ilk defa’’ denilerek ‘’ifşa’’ suçlamasının yapıldığı tabut taşıma anına…
Savcılar bu fotoğrafta MİT mensuplarının da olduğunu ifşa ediyor.
Evet, savcılar ifşa ediyor ve biz ilk onlardan öğreniyoruz bu bilgiyi.
Bakınız, haberimizdeki cümle aynen şöyle:
‘’Akhisar ilçe kaymakamı Sabit Kaya, siyasi partilerin ilçe başkanları ve vatandaşların katıldığı cenaze…’’
Yani Odatv’deki haberde, cenazeye MİT mensuplarının da katıldığına dair bir ima dahi yok.
Yani Odatv’deki haberde, cenazeye MİT mensuplarının da katıldığına dair bir ima dahi yok.
Ve keza, şu açıkça görülmüyor mu:
Bizden çok önce ‘’ifşa edilmiş’’ bile olsa, açık kaynaklarda onlarca kez yer de alsa, Odatv’deki haberde…
Şehidin soy ismi var mı? YOK!
Nasıl şehit olduğu bilgisi var mı? YOK!
Anne-babanın isimleri ve soy isimleri var mı? YOK!
110 mahalleye sahip Akhisar’da, cenazenin olduğu köyün/mahallenin adı var mı? YOK!
Cenazeye ait video görüntüleri var mı? YOK!
İşte tüm bunları, daha önce ifşa olmasına rağmen yayınlamayan Odatv, içinde görevdeki MİT mensuplarının da olduğunu bilse cenazeden o kareyi yayınlar mıydı?
Sadece hayatın olağan akışı içinde akıl yürütülsün istiyorum.
Ve kaldı ki…
Şehidin akrabası olduğunu beyan eden, 6 yıldır cenazenin kalktığı yerin muhtarlığını yapıyor olan, cenazeye herkesi davet eden kişi cenazeye katılanların MİT mensubu olduğunu bilmediğini iddia edecek ve bu davada tanık olacak…
Ama cenazeye siyasi parti temsilcileri ve vatandaşlar katıldı, diyen biz ise o cenaze fotoğrafındakiler arasında MİT mensubu olduğunu bilmemiz beklenip sanık yapılacağız!
Böyle adalet olur mu?
Biz tabut taşıma fotoğrafındakilerin MİT mensubu olduğunu ima dahi etmememize, hatta ‘’ vatandaş’’ dememize rağmen sanık olacağız…
Ama şehidin MİT mensubu olduğunu Hülya Kılınç’tan öğrendiğini ileri süren muhtar, bunu öğrenmesine rağmen MİT mensubunu fotoğrafıyla, ismiyle, ailesiyle, yaşadığı yerle ilk ifşa eden o paylaşımını silmeyecek; bizler tutuklandıktan çok sonra paylaşımını kaldıracak ve tanık olacak!
Böyle adalet olur mu?
İddianamenin en son sayfasına gelelim. Orada size hitaben ‘’Netice-i talep’’ bölümü var. Savcılar tüm iddianamede bize yönelttikleri suçlamaları bir paragrafta özetlemek istemişler.
En nihayetinde ne ile suçlanıyormuşuz, o paragraftan okuyalım:
‘’Bu deliller doğrultusunda Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı mensubu olan şehitlerin kimlik bilgilerinin ve dolayısıyla da ailelerinin kimlik bilgilerinin, çalıştıkları görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgilerin izah olunan biçimde yayımlanmak, yayılmak ve açıklanmak suretiyle 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 27/3. fıkrasında tanımlanan suç ile TCK’nın 329’uncu maddesinde tanımlanan ‘Devletin Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama’ suçlarını tüm şüphelilerin işledikleri anlaşılmıştır.’’
‘’Görevdeki MİT mensupları’’ demiyorlar iddianamenin sonunda…
Şehit MİT mensubuna dair suçlama yapıyorlar. Şimdi iddianamenin ortasına mı, yoksa en sonundaki Netice-i Talep’e mi inanacağız?
Her ne olursa olsun…
Burada satır satır, tüm suçlamaların yersiz olduğunu, Odatv’nin haberinde hem şehit MİT mensubuna hem de görevdeki MİT mensuplarına dair hiçbir suçun işlenmediğini anlattım.
Bakınız…
Çok basit bir denklem var:
Hülya Kılınç ya da şehidimiz Manisalı olmasaydı, bu haber yapılmayacaktı. Keza, Odatv’de diğer MİT şehidinin cenaze haberi yok. Zira, o şehirde muhabirimiz yok. Bu bile, bizim MİT mensubu ifşa etme gibi kastımız/planımız olmadığının, sadece gazetecilik saikiyle hareket ettiğimizin kanıtıdır.
Peki… Suç ile fiil arasında olması gereken zorunlu bağ bu davada yokken…
Neden tutukluyum/tutukluyuz?
Çünkü; fiilden ziyade failin hedef alındığı bir dava bu.
Öyle ya: Yoksa, haberden haberi dahi olmayan Barış Terkoğlu niye sanık bu davada?
Bakınız…
Bu kanun yürürlükteyken…
Başka MİT mensuplarının cenazelerinden onlarca karenin yayımlandığı haberleri size göstereyim…
Bakınız…
MİT Başkanı’nın oğlunun düğününden görüntüleri televizyonların nasıl yayınladığından örnekler göstereyim.
Bakınız…
MİT mensuplarının fotoğraflarını, görevlerini de yazarak devletin valisinin dahi nasıl paylaşımlar yaptığının örneklerini göstereyim…
Hal böyleyken…
Bu haberler, videolar, paylaşımlar yıllardır açık açık yapılıyorken…
Onlara bir soruşturma dahi açmayan Türk yargısı, haberinde MİT Kanunu’na uymak için fevkalade hassasiyet gösteren Odatv’ye neden operasyon yaptı?
Evet, neden tutuklandık, neden ayda 10 milyon kişinin takip ettiği Odatv kapatıldı, neden 100 yıllık Gazi Meclis’te adımıza özel yasa çıkardılar, neden tecrit altındayız ve neden sanığız?
Madem suç yok, yanlışlıkla mı oldu tüm bunlar?
Hayır, Sayın Heyet.
Konuşmamın başında; ‘’maalasef haklı çıktık, 15 Temmuz oldu’’ demiş ve virgül koymuştum.
Şimdi noktaya doğru gidelim.
Bir gazetecilik terimini açıklamalıyım: Fikri takip.
Özetle; daha önce yapılan bir haberin / işlenen konunun devamındaki gelişmeleri de araştırıp kamuoyunu bilgilendirmektir. O halde, 15 Temmuz’dan sonra gazeteci olarak bizim görevimiz şu soruların peşine düşmekti:
1- Darbe girişimi yargılamalarında neler yaşanıyor?
2- Darbe girişimi sonrası devletteki FETÖ yapılanması temizleniyor mu?
3- Tasfiye edilen FETÖ’cülerden boşalan devletteki koltuklara kim oturuyor?
Bu soruların yanıtı, bu örgütün bu topraklara ihanetini yaşayarak görmüş ve herkes korkarken yazan gazeteciler olarak bizim için önemliydi.
Ve işte bu yüzden bu soruların yanıtını, hem Odatv’de hem de ‘’Metastaz’’ kitabımızda belgeleriyle yazdık.
Devletin haber ajansı takip bile etmiyorken, sabahın ilk ışıklarından gecenin geç saatlerine kadar darbe ve FETÖ davalarını takip ettik.
Ve sonunda görülüyor ki…
Eğer FETÖ sanıklarını görevde tutup, bir de onlara FETÖ operasyonu yaptırıldığını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer terörle mücadele biriminin başına, terör örgütü üyeliğinden yargılanan birisinin oturtulduğunu yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ’cüleri para karşılığı tahliye eden, başka tarikatların müridi yargı mensupları olduğunu yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ şüphelisi olup; başka tarikatların hocalarından hüsnü şehadet aldığınızda dosyanızın kapandığını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ borsası sanığının çocuğunun gözü önünde öldürülmesinin perde arkasını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer bu toprakların en tehlikeli örgütü FETÖ ile mücadelenin bir rant ve sermaye değişimi aracı haline geldiğini yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer böyle giderse, yarın bir tankın içinde, devlet gömleği giydirilen başka tarikatlara mensup darbeciler görürüz, diye yazmasaydım burada olmazdım.
Ama tüm yaşadıklarıma rağmen diyorum ki iyi ki yazdım, iyi ki yazıyorum, iyi ki yazacağım. Hepsi gerçekti.
Yalanlayamadılar. Bunun yerine, bir bahaneyle hapse attılar. Amaç; daha önce yazdıklarımın bedelini ödetmek ve ileride de yazmamamdı.
Dedim ya; ben şehidin mezar fotoğrafının üzerine saygısızlık olmasın diye logomuzu bile koymadım. Onlar ise şehidin mezarının üzerine basarak bize siyasi operasyon yaptılar.
Bize sürekli dava açanlar, ölümle tehdit edenler, hapse atanlar şunu anlamıyor…
Barış Terkoğlu ile yazdığımız Metastaz’ın birinci sayfasında, kitabımızı ithaf ettiğimiz iki kişi var:
‘’Adil bir gelecekte yaşamaları için Arya’ya ve Ali Derya’ya’’
Onlar bizim çocuklarımız.
Biz, çocuklar adil bir gelecekte yaşasın diye bu çileli yolu seçtik. Ne kadar başarılı olduk ya da olacağız o gelecek için, ileride tarih kitapları yazar.
Ama çocuğum yarın ‘’peki, o günlerde sen ne yaptın’’ diye sorarsa, başımı eğmeden gözlerinin içine bakıp anlatacağım bir mücadeleyi miras bırakmak istiyorum.
Gerisi lafügüzaf.
Gazeteci Barış Terkoğlu savunma yapıyor
Barış Terkoğlu’nun duruşma salonunda yaptığı savunmanın tamamı şöyle:
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Öncelikle şunu söylememe müsaade edin. Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam savcısı değil, sanığı olmayı tercih ederim. Bunun bir sebebi var. İnsan ancak kafasını kaldırıp ufka baktığı zaman dünyanın yuvarlak olduğunu görebilir. Ben de istikbale baktığımda bu davada verilecek mücadelenin, ülkemin adaletine katkıda bulunacağını ve yargının çürümüş dallarının budanmasına vesile olacağını görüyorum. Emin olun, bu baş aşağı duran fotoğraf düzeldiğinde, bu iddianameleri yazanlar kendilerinden öncekiler gibi işledikleri günahlarla anılacak! Ancak biz; bir fikirde, bir kelimede, bir harfte yaşamaya devam edeceğiz.
Sayın Hâkimler…
Yargılanırız, varsa suçumuz mahkûm oluruz, ardından infazımız yerine getirilir. Hukukun ilerleyişi budur. Oysa siyasi intikam davaları pek de öyle işlemiyor. Önce infaz ediliyorsunuz, yargılama ona yetişmeye çalışıyor.
Biz, Odatv’nin gazetecileri, bu mahkemede sanık olmadan önce yıllarca böyle yaşadık. İktidar içindeki çetelerden beslenen sürülerin hakaretleriyle, tutuklayın çığlıklarıyla, ölüm tehditleriyle terbiye edilmeye çalışıldık. Sonumuzun El Kaidecilerin Charlie Hebdo dergisini katletmesi gibi olacağını söyleyen kamu görevlileriyle bile karşılaştık. Nihayetinde katillerin yapamadığı işe savcılar talip oldu.
Bundan dolayı dert yandığımı sanmayın. 1871’de kendi vatanının yandaş medyasında hain ilan edilen Victor Hugo, “insanın kendisine yapılan saldırıları okuması kendi dışkısını koklamasına benzer” diyor. Ben de içinde benden bir şey de olsa bu kokuyu sevmediğim için okumuyorum. Bu nedenle bir gazeteci uyarmasaydı fark etmeyecektim. İktidar içindeki çetelerin bir tetikçisi, bizim hapishane ile uslanmayacağımızı, Alman Devleti’nin Kızılordu Örgütü’ne yaptığı gibi, hapishanede katledilmemiz gerektiğini söylüyordu. Ne güzel fikir özgürlüğü! Katledilmiş bir kamu görevlisinin cenazesini haber yapmak müebbetlik, gazeteci katletme propagandası serbest!
Uzağa gitmeyelim. Bu hikâye bana Almanya’yı değil, bizden birini, Mithat Paşa’yı hatırlattı. Mithat Paşa bizim büyük bir reformcumuzdur. Halen hayatımızda olan Ziraat Bankası da meslek liseleri de onun eseridir. En önemlisi, Mithat Paşa demek Meşrutiyet demekti, Anayasa demekti. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde çadır mahkemesi kurdular, hükmüne idam yazdılar. Yapamayınca hapishanede gardiyanlarına boğdurdular.
Bunu şu nedenle anlatıyorum. Çadır mahkemesinde mahkeme reisi Mithat Paşa’ya “iddianameyi nasıl buldun” diye sorunca, Mithat Paşa “iki mahalini doğru ve sahih buldum” dedi. İki noktasını doğru bulmuştu. Biri başlangıçtaki besmele, öbürü sonundaki tarihti. Mithat Paşa “geri kalan yerleri yalan, yanlış ve tutarsızdır” diyordu.
Bir Mithat Paşa geleneği. Ben de bir iddianameyi elime alınca önce başına ve sonuna bakarım. Kendim için de öyle yaptım. Ve dedim ki “başı da sonu da yalan, yanlış ve tutarsız”.
Önce son sayfasından başlayayım...
İddianamenin sonunda, herkesin bildiği soruşturma savcısının yanında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan’ın ve vekili Hasan Yılmaz’ın imzalarını görünce şaşırmadım. Hatta “iddianamenin üzerindeki gölge mürekkebe bulanıp suretini göstermiş” diyerek üç imzalı bu iddianameye sevindim.
Açıp baktım. 7 Şubat’ta Hakan Fidan’ı tutuklamaya çalışarak MİT’e büyük kumpas kurmakla suçlanan eski yargı mensuplarının iddianamesinin altında tek bir savcı imzası var. FETÖ’nün polislerinin ve imamlarının MİT’e kumpasla suçlandığı iddianamedeyse iki imza. Zaman Gazetesi iddianamesi tek imzalı. TUSKON iddianamesi de, FETÖ Çatı Davası iddianamesi de tek savcının izini taşıyor.
Peki bu işin sırrı nedir?
Sayın Heyet, Türkiye’de yaşanan sıradışılıkların sebebi sorulduğunda çoğu zaman verilen yanıt “devlet”tir. Oysa yakından baktığımızda müsebbibin “devlet benim” diyen çeteler, tarikatlar, ya da örgütler olduğunu görürüz.
Korkunun gerçeğin üstünü örttüğü dönemlerde devlet üniformasının içindeki bu oluşumları anlatmak zordur. Çoğunlukla bir grup öncü vitrine taş atmaya cüret eder. Yazı, haber ya da kitap; aydının yuvasındaki yılana attığı taştır. Çıkan yılan düşmanını sokarken varlığını da herkese gösterir.
FETÖ dönemi yargılanmamız böyleydi. Yargıda, poliste, orduda örgütlenmiş yapılanmadan söz edenlerin başına kötü şeyler geliyordu. 1. Odatv davasında yargılananların ortak özelliği FETÖ’yü deşifre eden eserleriydi. İşte buna diyalektik diyorlar. FETÖ’yü gösterenlerin tutuklanması FETÖ’nün görünmesine yaradı. Örnek olsun, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Fethullahçıların polisteki örgütlenmesine odaklanırken, Hanefi Avcı’nın kitap yüzünden tutuklanması kitabın tezini ispatladı.
Bu iddianamedeki imzalara gelirsek…
Biz Odatv’deki haberlerimizde, Barış Pehlivan ile yazdığımız kitaplarda, ben yazılarımda yargıdaki olağandışı işlerden bahsediyorduk. Adliyeleri esir eden grupların adaletin hükmünü değil, kendi özel gündemlerini icra ettiğini anlatıyorduk. Açık söyleyeyim, bizi cezalandırmak için sebep yaratılacağını biliyorduk.
İddianamede gördüğümüz ikinci ve üçüncü imzalar “biz de tam da bunu kastetmiştik” dedirtti.
Öte yandan bir şey daha var…
Bizim duruşmaya çıkana kadarki hukuk serüvenimiz bir dizi olağandışılıklar içeriyor. MİT Kanununa dayanarak tutuklandık. Hem bugüne kadar bu kanunla ilgili uygulamalar, daha doğrusu “uygulamamalar”, hem de hukukçuların kamuya bildirdiği görüşler aynı şeyi söylüyordu. O da bu kanunun karşılığının hapisliği önemsiz kılacak kadar olduğuydu. Buna rağmen birileri bizim tutuklu yargılanmamızı istiyordu. Tabiri caizse hesabı peşin almak istiyorlardı. Olağandışılıklara bir gece yarısı komedisi eklendi. Dolandırıcılara ya da hırsızlara tanınan infaz indiriminden Meclis’e gece 3’te gelen kanunla muaf tutulduk. Türkiye’de halihazırda MİT Kanunundan yargılanan bizden başka kimse muhtemelen olmadığı için bu müdahale bizim için yapılmıştı. Ancak yeni düzenleme yine de 3 yıl hapse denetimli serbestlik hakkı tanıdığı için bir kez daha tutukluluk önemsizleşti. İşte bu durumda, soruşturmaya bir elin değerek tuz eker gibi yeni suçlamalar ekeceğini düşünüyordum. Beklediğim oldu. O elin sahipleri görülüyor ki bu iddianameye 2. ve 3. imza olarak düştü.
Kısıtlılık getirilen iddianameden bizzat bu savcıların Sabah Gazetesine yaptığı sızıntıları, ya da açık usul hatalarını herkes biliyor. Ben başka bir noktaya dikkat çekiyorum.
Sayın Heyet, buradaki yargılamaya konu olan haberin altında Hülya Kılınç’ın değil, üçümüzün birden adını görseniz ne düşünürdünüz?
İşte ben bu iddianame için aynısını düşünüyorum.
Belli ki bazı zorunluluklar iddianameyi en azından görüntüde 3 imzalı kollektif bir eyleme dönüştürdü.
Mithat Paşa usulüyle devam ediyorum.
Bu kez iddianamenin başına dönelim…
İddianamenin başlangıcında MİT’in FETÖ’nün hedefi olduğu anlatılıyor. Sonra da bir daha FETÖ kelimesi bile kullanılmıyor.
Ben bunun ya iddia makamının bilgisizliğinden ya da suçluluk psikolojisinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Sayın Hakimler, cehalet ne çok okuyanların ne hiç okumayanların meselesidir. Cehalet, çoğunlukla tek kitap okuyanların kusurudur.
Söyleyeceğim şu, MİT’in FETÖ’den başka düşmanı yok mu? Yoksa bu savcılar başka bir şey bilmiyorlar mı? Mesela PKK ya da IŞİD de MİT’in düşmanı değil mi? Konumuz Libya, konuyu genel kültür düzeyinde bilenler dahi MİT’in Birleşik Arap Emirlikleri ya da Mısır gibi bir sürü devletin hedefinde olduğunu size söyler. Tek kitaplı savcılar nedense bunlarla değil iddianamenin geri kalanında bir daha bahsetmedikleri FETÖ ile başlıyorlar.
Öte yandan suçluluk psikolojisi de var. Çünkü FETÖ, 7 Şubat 2012’den önce de MİT’i hedef aldı. Bizzat Odatv davasında benimle birlikte MİT’in Orta Asya Masası’nın başındaki Kaşif Kozinoğlu tutukluydu. Hapiste şüpheli bir şekilde öldü. Bu şu demek: Biz, savcıların MİT’i hedef almasını milat saydığı tarihten önce FETÖ tarafından hedef alındık. Hem de bir MİT yöneticisi ile birlikte.
Şimdi bu salondaki herkese soruyorum: O gün İlhan Cihaner’i tanıyor muydunuz? Elbette. Çünkü o savcılık yetkilerini bu yapıya karşı kullanmış ve bedelini ödemişti. Daha çok tanıdığınız isim sayarım.
Peki o gün bu iddianameye imza atanları tanıyor muydunuz? Hayır. İşte suçluluk psikolojisi dediğim budur.
Eğer MİT ya da FETÖ ile bu davaya başlayacaksanız öyleyse bize yapılanlarla başlayacaksınız. Savcılar ise “gökten üç elma düşmüş” diye başlamışlar. Bu koca boşluk ülkemizin noksanlığı değil, bu iddianameyi yazanların kendi geçmişlerinin ayıbıdır.
Sayın Hâkimler, basit bir sorum var: Devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Hukuk devleti tabii ki kurmaz. Ama devletin üniformasını kendi aidiyetlerine kalkan yapanlar kurar.
Bakın, Atatürk’ün harpte başarılı olmanın anahtarını açıkladığı bir söz vardır: “En iyi şekil, zihnen düşmanının tarafına geçmek ve onun bakışıyla meseleyi çözmektir.”
Biz de mahkemelerde bunu yaparız. Savcıların gözünden davaya bakarız. Niyetlerini okuruz.
Şimdi, bu iddianamenin açıkça ortaya koyduğu bir tablo var:
MİT mensubu S.C.’nin şehadetinin ardından sosyal medyada yüzlerce paylaşım yapılıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Ailesinin köyünün muhtarı babasının adını da vererek 19 Şubat’ta duyuru yapıyor. Üstelik bu köyünün neresi olduğunun da bilinmesi demek. MİT ve savcılar izliyor.
Onlarca sitede şehitle ilgili haberler çıkıyor. MİT ve savcılar izliyor.
İddianamede görülüyor ki bu davanın sanıkları olan Murat Ağırel’in ya da Erk Acarer’in 22 Şubat’taki paylaşımlarını da MİT ve savcılar izliyor.
Yeni Yaşam Gazetesi 23 ve 24 Şubat’ta haber yapıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Ardından Ümit Özdağ Meclis’te olayla ilgili bütün ayrıntıları açıklıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Özdağ’ın açıklaması ertesi gün basında haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor. Uluslararası medyada olay haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor.
3 Mart akşamı Odatv’de şehidin cenaze haberi yayınlanıyor. 4 Mart sabahı saat 04’te ben evimden gözaltına alınıyorum. Neredeyse iki hafta uyuyan MİT ve savcılar o gece uyumuyor!
Dediklerimi doğrulayan bir evrak daha var. İddianame eklerinde yer alan Emniyet Raporu şöyle başlıyor: “Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz’ın, 3 Mart 2020 tarihli sözlü talimatları kapsamında Odatv’deki habere ilişkin gerekli araştırmanın yapılarak...” Demek o gece sahiden uyumamışlar.
Bakın MİT’in Odatv için suç duyurusunun tarihi 4 Mart. Savcılığa saat kaçta şikâyet geldi, beni gözaltına aldıran Hasan Yılmaz saat kaçta harekete geçti, polisler kaç saatte eve geldi? Belli ki MİT’in suç duyurusu benim gözaltına alınmamı bekledi, ya da bir eksiklik sonradan tamamlandı.
Sayın Hâkimler, 10 yıl önce “kumpas” diyorduk. Bugün buna “tezgâh” diyoruz. Serçeler, bıldırcınlar, güvercinler kafese giriyor. Karga gelince kapak kapanıyor. Demek ki Odatv’deki haber olmasa böyle bir dava hiç açılmayacaktı. Bunu nereden biliyorum? Çok basit, İrfan Fidan ve Hasan Yılmaz’ın yönettiği savcılık, bütün soruşturmaları Odatv haberinden sonra başlatıyor. Hatta Ümit Özdağ hakkındaki fezleke bile Odatv Haberinden sonra yazılmaya başlıyor.
Bakın burada komik bir şey var. Ümit Özdağ ile ilgili soruşturma, açıklama yaptığı gün değil, hafta değil, benim gözaltına alındığım gün yani 4 Mart 2020’de başlatılmış. Savcı Hamza Yokuş imzalı tutanak “resen soruşturma açılmasına karar verildi” diyor. Yani soruşturma açıldığında orada da MİT’in bir şikâyeti yok. Şimdi gelelim savcının Özdağ hakkında soruşturma açmaya nasıl karar verdiğine. Tutanaktan aynen aktarıyorum: “4 Mart 2020 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı’mızca yapılan olağan internet taramasında…” Çok acayip değil mi? 26 Şubat ile 4 Mart arasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda internet mi kesikti? Savcı bu kadar gün “olağan internet araması” neden yapmadı? Siz savcının yazdığı gibi bunun “olağan” olduğunu düşünüyor musunuz?
Elbette hayır! Ortadaki tablo çok açık. İstanbul’daki savcıları da Ankara’daki savcıları da hatta MİT’i de birileri harekete geçirdi. O “birileri” kimse Odatv’den başlamak üzere herkese tezgâh kurdu.
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
İnsan yalnız kalmaktan korkar. Karanlıktan korkar. Ölmekten ya da yaşamaktan korkar. Oysa ben sadece korkmaktan korkuyorum.
Lütfen sözlerimi iktidar içindeki çeteler, savcılar, örgütlü linç güruhları eliyle kurgulanan bu davada onlara bir yanıt olarak kabul edin.
Eğer bu tezgâhı kuranların bir vatanı varsa ben o vatanın hainiyim! Ne mutlu bana bir vatanları yok…
Eğer bu tezgâhı kuranların bir dini varsa ben o dinin kafiriyim! Ne mutlu bana imanları yok…
Eğer bu tezgâhı kuranların bir devleti varsa ben o devletin teröristiyim! Ne mutlu bana onlar çetelerini devlet sanıyorlar...
101 yıl önce bugün Mustafa Kemal de Saray’dakilerin haini, işgalcilerin teröristi, işbirlikçilerin kafiriydi!
Milletin hürriyetini şahsi ikbalinin önüne koyanlar korkusuz olmalı, küfrün üzerine yürümelidir.
Bu girişi, şunun için yaptım. Ben yıllardır yazı yazıyorum, Cumhurbaşkanı’nı eleştiriyorum, bakanları eleştiriyorum, genelkurmay başkanlarını eleştiriyorum. Efendim MİT kutsal bir örgüt müdür? MİT dokunulamaz mıdır? MİT sorgulanamaz mıdır? MİT; hatası, eksiği gösterilemez midir? Haşa, MİT mensupları peygamberin sahabeleri midir?
Farkında mısınız, bu dava üzerinden ne yapmaya çalışıyorlar. Bu davayı kurgulayanları sevindirecek bir karar verirseniz yukarıdaki tüm sorulara “evet” yanıtını vermiş olacaksınız.
Türk tarihinde 12 Eylül gibi karanlık işlere bulaşmış askerler vardır. İşkenceye karışmış polisler vardır. Aynı zamanda mensubiyetini kötüye kullanmış hem de çok kötüye kullanmış MİT mensupları da vardır. Örnek olsun, ben daha birkaç ay önce Cumhuriyet Gazetesinde hapishaneden bana mektup yazan bir MİT mensubunun anlattıklarından yola çıkarak, MİT kimliğini adam kaçırıp fidye istemek için kullandığı iddiasıyla cezalandırılan bir personeli yazdım. Bunu yazarken güç bela MİT’in basın müşavirliğini aradım, MİT mensubunu askeri alanda yakalayan kamu görevlileri ile konuştum. Siz eğer bu davayı tezgâhlayanları sevindirirseniz, bir sıradışılıkta karşısına MİT mensubu çıkınca bir gazeteci sorgulamaya araştırmaya devam edebilir mi?
Şimdi söyleyeceğimi bana güvenmezseniz açıp kontrol edebilirsiniz. Biz Odatv’de 15 Temmuz’dan önce aylarca “darbe geliyor” haberleri yaptık, yazıları yayınladık. Yanlış anlamayın, gayrimeşru bir kaynaktan öğrenmedik. Dış basında işaret veren yazıları, Washington’daki enstitülerin raporlarını çevirdik. Zaman Gazetesi’nde adeta darbeyi işaret eden haber ve yazıları analiz ettik. Çeşitli davalara yansıyan ifadeleri aktardık. Hatta bizzat soruşturma savcılarının iddianamelerine giren darbe uyarılarını anlattık.
Emin olun bunları yaparken öyle saldırılara maruz kaldık ki…
“Ordunun içine fitne sokuyorlar”, “Ordumuz terörle savaşırken darbe iddialarıyla ihanet ediyorlar” diyenler oldu. Bunları da açıp okuyabilirsiniz. Odatv’deki gazeteci ağabeyimiz Soner Yalçın’ı arayıp tehdide varan konuşma yapan, benim ve Barış Pehlivan’ın işten çıkarılmasını isteyen ve bu darbe uyarısı yazıların susturulmasını isteyen oldu.
Vazgeçmedik.
Sonunda darbe günü geldi çattı. MİT Müsteşarına öğlen saatinde darbe ihbarı anlamına gelecek itirafın yapıldığı ortaya çıktığı halde MİT Müsteşarı darbeye akşam yemeğinde yakalandı. Bu durumu herkes eleştirmedi mi? Sorular sormadı mı? Bunu da yapmak gerekmez mi?
“’İstihbarat” diyoruz, Arapça’dan geliyor. “Haber” ve “’ihbar” aynı kökten doğmuş. Batı dillerinde “intelligence” kelimesiyle karşılamışlar. O ise “akıl” ve “zeka”dan geliyor.
Şu tabloya bakarak söylüyorum. İster istihbarat deyin ister intelligence. Sadece 15 Temmuz bile gösteriyor ki doğru düzgün bir istihbarat kurumu bu ülkeye gerekli ise iyi gazetecilik ondan daha çok gerekli. Bakın gazeteci en azından istihbarat kurumunun eksikliklerini gösterebiliyor.
Daha da ileri gidiyorum. Bu davaya konu olan haber bir yorum içermiyor. Basit bir haber. Her ölümün ardından olağan cenazeyi anlatıyor. Peki vatansever bir gazeteci bu haberle yetinmese, 27 yaşında gencecik bir istihbaratçının katledilmesinde bir ihmal var mı araştırmak istese, ki bence yapılmalı, yapabilir mi? Bunu pek çok terör saldırısından sonra yaptık. Şimdi Libya’daki bu saldırı ile ilgili ülke savunmasına faydalı, belki de yeni şehitler gelmesini önleyecek böyle bir çalışma yapılabilir mi?
Bu davayı kurgulayan akıl “yapamazsınız” diyor. Hadi “vatansızların haini”, “devletsizlerin teröristi”, “imansızların kafiri” olarak biz yapmayalım. Bu iddianameye imza atan savcılar böyle bir inceleme yapacaklar mı? Hatırlayın, Mavi Marmara saldırısının ardından bu adliyede davası görüldü. Bir savcı çıkıp şehidin uğradığı saldırının soruşturmasını yapabilir mi? Bu davayı kurgulayanlar “kesinlikle hayır” diyor. Bu dava bize bunu söylüyor.
Oysa 20-30 yıl önce Türkiye, kurumları çok daha sorgulanabilir bir ülkeydi. Kamu görevlilerinin en azından gazeteciler peşini bırakmazdı. Şimdi bizi daha da geri götürmeye çalışıyorlar.
Tekrar söylüyorum, Odatv’de yayımlanan haberde böyle bir sorgulama yok. Ama bu dava hiçbir ifşa içermeyen sade bir cenaze haberini yargılayarak bütün sorgulamaların şimdiden önünü kapatıyor.
Mahkemelere eşlik eden kanunlar tarihsiz değildir. Gökten yere düşmemiştir. Sokakta bulunmamıştır. Kahve içerken akla gelmemiştir. Kanunların bir ruhu vardır. Kendilerini doğuran bir eylem vardır. Ve kanunlar da eylemleri doğurur.
MİT Kanununun 2014 yılındaki dönüşümünün mahkemelerdeki canlı tanığıyım. 9 yıl önce bu Adliye’de MİT yöneticisi Kaşif Kozinoğlu da benimle birlikte sanıktı. Bugün sözüm ona MİT Kanunundan bahsedenler, o gün Kozinoğlu’nu linç ediyor, özel hayatını didik didik ediyordu.
O gün altlarında Başbakan’ın zırhlı aracı olan savcılar, MİT’e kumpasları derinleştirdiler. 7 Şubat oldu, daha fazlası yaşandı. İfşalar sıradan hale geldi. Nihayetinde görev başında faaliyet yürüten ve doğal olarak gizli olan istihbaratçıların kimliği korunsun diye bu yasa çıktı. Şehit olan bir MİT mensubunun cenazesi haber yapılmasın diye değil.
Ne Kozinoğlu’nun cenazesinde ne de bu kanun doğarken ortada olan savcılar, bugün bu kanunu ruhuna aykırı bir şekilde kullanıyor. MİT Kanununu yerde buldukları taş gibi alıp başımıza fırlatıyor.
Bu dava MİT Kanununun uygulaması gibi görünse de aksine gayrimeşru çocuğudur.
Elbette son dönemde her hikâye gibi bu dava da kamuoyunu ikiye böldü. Tutuklanmamızı savunanlar tutarlı bir gerekçe sunmadı. Onlara göre lanetli sayılan görüşlere sahip olan bizler çoktan cezalandırılmalıydık. Yargılanmamız bile gereksizdi.
Şimdi size bunun karşısında bize doğal tanık olan üç ses getireceğim.
Biri, Kumpas-Der. Bu iddianameyi yazanları kimsenin tanımadığı dönemlerde kumpaslarla hedef alınanların ve onların yakınlarının kurduğu dernek. Bu dernek, bu yargılama için diyor ki:
“Maalesef devletten FETÖ kalıntılarının temizlenmesi yerine her türlü eleştirinin her türlü muhalefetin tehlike olarak görüldüğü, yargı bağımsızlığının ve evrensel hukukun göz ardı edildiği yeni bir sürece girildiğini görüyoruz. Sizlerin karşı karşıya kaldığınız hukuksuzluğu, bu sürecin bir parçası olarak değerlendiriyor ve bunun ülkemiz ve demokrasimiz açısından büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyoruz.”
FETÖ ile gerçekten karşı karşıya gelmiş insanlar bu davanın savcılarının değil bizim yanımızda.
Üçüncüsü, bizzat MİT Kanunu hazırlayıp Meclis’e getiren dönemin AKP milletvekili İdris Şahin. O da bu olaydan sonra konuştu. Bugün dedi ki:
“MHP’nin Grup Başkanvekilleri Oktay Vural ve Mehmet Şandır idi. Bu maddenin yorumlanmasını bizden talep etti. O günkü Meclis tutanaklarında vardır. Asılsız haber yapanlar ve MİT mensubu ve ailelerini ifşa edenlerin ceza almalarını öngören bir düzenlemeydi. Yoksa Meclis’te açıklanmış, cenaze törenine de o yörenin siyasi erklerini çağırmak suretiyle alenileştirilmiş bir törenin buna bağlı olarak da teşkilatın çelenginin haber yapılmış olmasının, bir MİT mensubunun kimliğinin ifşa edilmesinden bahsedilemez. Bu olayla ilgili Meclis gündeminde dokunulmazlığı olan bir milletvekilinin açıkça beyanı var. TBMM kürsüsünden söylememiş olmakla birlikte 83 milyona ifşa edilmiş bir hadise söz konusu.
83 milyonun bildiği ve Meclis’te ifade edilmiş bir konunun haber yapılmış olmasının bu kanunun özüyle örtüşmediği açık şekilde ortada. Arkadaşlarımız kanunun gerekçesine bakarsa burada ne murad ettiğimizi çok net görürler. Sadece bir kanun çok açık değilse orada açılır kanun yapanların neyi murad ettiklerine dair görüşme tutanaklarına bakılır. Kanunun gerekçesiyle şu an itibariyle mahkemelerin değerlendirmesi dışında bir düzenlemenin olduğunu da çok rahat görebilirler.”
Gerçekten de tutanaklara açıp bakın, MHP bu kanuna karşı. O gün İdris Şahin, biraz önce okuduğum şekilde anlatarak Meclis’i ikna etmeye çalışıyor.
Size sadece 3 tane kritik tanık seçtim. Demek bu dava dünkü FETÖ kumpaslarının devamıdır. Demek bu dava MİT Kanununun ruhuna aykırıdır. Demek bu davanın MİT mensuplarını korumakla ilgisi yoktur. Demek hak bizimle, hukuk bizimle, demek alnına kara yazılmış mağdurların ruhu bizimledir.
Çok daha kritik bir şey var. Asker, polis ya da istihbaratçı… Kamu görevi yaparken ölür, şehit olur. Vatan toprağının altında eşitlenir. Hepsi vatan şehididir. Sizce öyle değil mi? Size “hangisi daha çok şehit” diye sorsam buna yanıt verebilir misiniz? Veremezsiniz.
Öte yandan insan ölü atların peşinden koşabilir mi? Ölü ağacın meyvesini yiyebilir mi? Olmaz değil mi? Haliyle ölülerin kanunu yoktur. Varsa da bu dünyaya ait değildir. Cenaze aracı trafik ihlali yapsa cezası ölüye yazılmaz. Şoföre yazılır. Ya da adı dağları da devirse ölüye maaş bağlanmaz. Şehit olmuş bir vatan evladına da MİT Kanunu uygulanamaz.
Bakın, iddianamede Anayasa Mahkemesi’nin kanuna itirazı reddederken ifade ettiği şu gerekçesi irdelenmiyor:
“Dava konusu kuralla MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerinin ifşa edilmesinin suç olarak öngörülme nedeninin, bu kişilere ve ailelerine kendileriyle aynı durumda bulunan kişilere nazaran özel bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımak değil, yürüttükleri görevleri nedeniyle kimliklerinin ifşa olmasının, MİT mensuplarının görevlerini yerine getirme imkanını ortadan kaldırması ve kendileri ile birlikte ailelerinin güvenliklerini tehdit altına sokmasıdır.”
Burada kanunun gerekçesi, şehit olan bir MİT mensubuna MİT Kanununun uygulanmayacağını açıkça söylüyor. Yani açıkça diyor ki bir polis ile bir MİT mensubu kanun önünde eşittir. Ancak MİT mensubunun ifşa olması “görevini yerine getirme imkanını ortadan kaldırır”. Kanun, MİT mensubunun yaşarken görevini yerine getirebilmesi için yaratıldığını anlatıyor.
Şehit olan bir MİT mensubu halihazırda en büyük görevini tamamlamıştır. Başka bir dünyada yerine getirsin diye ona bu dünyadan kanunla görev verilemez. Yani bu kanun şehit bir personele görev başında gibi uygulanamaz.
Öte yandan yine okuduğum ifadelerden anlaşılacağı gibi bu dünyada görevini şehadetle tamamlamış bir MİT mensubuna MİT Kanununu uygulamak şehitler arasında eşitsizlik yaratır. Şehitler ve daha çok şehitler ayırımını oluşturur. Anayasa Mahkemesi açıkça “niyet bu değil” derken böyle bir uygulama kanunu ortadan kaldıran ve kanunsuz bir uygulama olacaktır. Ayrıca yine görüldüğü gibi kim olduğu bilinmeyen tabut taşıyan vatandaşların arasında MİT personeli olması da meselenin özüyle ilgili değildir. Nitekim iddianame bile defalarca bir fotoğraftaki şahısların MİT mensubu olduğunu belirtmeden yayınlamanın suç olmadığını kabul ediyor.
Sayın Hakimler, bırakalım şehitlik birer yıldız olarak birbirinden farklı ışıklarla yanmaya devam etsin. “Bu MİT mensubunun yıldızı” diyerek dünyevi kanunlarla onların ışığını söndürmeyelim.
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Siz bizim kim olduğumuzu da, niyetimizi de bilmelisiniz.
Bakınız, iddianameye konu olan MİT mensubu Odatv’nin haberinde “şehit” olarak anılıyor.
Odatv hükümetleri eleştirir, onların politikalarını sorgular. Ancak biz ülkesi için hayatını kaybeden kamu görevlisinin hatırasına her zaman saygı duyarız. Bu ikisini ayırmak önemlidir. Bu, Odatv için kuruluştan bugüne değişmeyen bir gerçektir. Biz, gençlerimizin emperyalistlerin çıkarları için Kore’ye gönderilmesini eleştiririz. Ama Kore’de ölen çocuklarımızın mezarlarında gözyaşı dökeriz. Çanakkale’de ülkemizi işgale yeltenen devletlere lanet okuruz. Ama onların dünyanın dört yanından toplayıp üstümüze sürdüğü yoksul gençlerin mezarlarına emanet gibi bakarız.
Ancak açık bir başka gerçek var ki şehitlerine ve gazilerine hak etmedikleri kadar kötü muamelede bulunan bir ülkedir Türkiye. Bu benim şahsi kanaatim değil. “Vatan sağ olsun” diye kaldırılan cenazelerin ardından unutulduklarının, eğer gazi olmuşlarsa bir protez için neler yaşadıklarının sayısız haberini okumuşsunuzdur.
Ben size birinden bahsedeceğim. Afyon Sandıklı’daki şehitlikte yatan Reşat Bey’den. Şehitliğe “Çiğiltepe Şehitliği” denmesinin sebebi de odur. Osmanlı’nın çöküş döneminde sayısız harbe katıldı, esir düştü ve yine de vazgeçmedi. Son olarak Kurtuluş Savaşı’nda 57. Alay Komutanlığı görevine getirildi. Mustafa Kemal tarafından stratejik Çiğiltepe’nin ele geçirilmesi vazifesi verildiğinde Albay Reşat Bey, söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi ele geçiremeyince intihar etti. Şehit ilan edildi. Mustafa Kemal’in Türk askeri için söylediği sözü onu düşünerek ifade ettiğini biliyoruz:
“Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir.”
Necip Hablemitoğlu’nun bir Kurtuluş Savaşı kahramanının mezarı başında gördüğü manzara bu. Çöpler, kirlenmiş kitabeler ve mezar taşları…
“Albay Reşat Beyler bile unutuluyorsa” diye nutuk atmıyorum. Bizim için 19 yıl hapis isteyen savcılarla da bu salondaki herkesle de iddiaya hazırım. Gelin 19 yıl sonra ömrümüz yeterse birlikte şehit MİT’çinin mezarına gidelim. İddia ediyorum o gün (ömürleri uzun olsun) ailesi yaşıyorsa onlardan başkasını görmeyeceğiz. Yaşamıyorsa kimseyi bulamayacağız.
Bu haber yayınlandığı gün doğmuş, o gün 19 yaşında olacak gençlere “bu mezarda yatan kim” diye soralım. Acı bir gerçek var ki “bilmiyorum” diyecekler. Eğer meraklıysa adını cebindeki telefona yazacak. Önüne yasaklanmış Odatv haberi ve bu dava çıkacak. Emin olun o sayede haberdar olacak.
Şehitlik bir ölüm değil toplumsal hafızadır. Siz burada bir hafızayı yargılıyorsunuz. Siz burada şehidin mezar taşını yargılıyorsunuz.
İddianame hayal metni değildir. Uydurmalara dayanmaz. Delillerle güçlendirilmiş varsayımdır.
Bakın, iddianame 15. Sayfasında AYM’nin “ifşa edilmiş olsa dahi…” dediğini iddia eden bir kararına dayanıyor. Ancak AYM’nin kararında öyle bir ifade yok.
İddianame defalarca Odatv haberindeki fotoğraflardan birinin, tekrar söylüyorum sadece birinin gizlice çekildiğini yazıyor. Buna dair tek bir delil koyamadığı gibi sonunda gizli çekilmediğini kabul ediyor ki boynunda fotoğraf makinasıyla cenazeye giden basın danışmanının çektiğini onaylayıp onu sanık yapıyor.
İddianame “bir plan dahilinde, sistematik ve koordineli ifşa” diye başlıyor. Bütün çabasına rağmen “torba” bile değil; Odatv, Birgün, Yeni Yaşam, Yeni Çağ gazetecilerinden oluşan “çorba”da en küçük bir koordinasyon bulamıyor. Hal öyle ki ben, Odatv’deki haberi yapan Hülya Kılınç ile hayatımda hiç konuşmadığım gibi mahkeme kapısında tanıştım. Bu kadar koordinasyonsuzuz.
İddianamede cenazede tabut taşıyan insanların fotoğrafı için “MİT mensuplarını açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etme kastıyla yayınlandığı açık” yazıyor. Kimsenin tabut taşıma stilinden MİT mensubu olduğu bilinemeyeceği için, MİT’in yazısı sayesinde bu kişilerin MİT personeli olduğunu ilk kez kendisi açıklıyor.
Şu hale bakın...
Cenazenin MİT’ten olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenk, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim”, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” tören, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı“, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu“ diye yazı yazan bir “istihbarat kurumu”...
Bu Pembe Panter kılıklı trajikomik senaryoya neyse ki bir kanun bulunabilmiş, bir dava açılabilmiş!
Ortada tek gerçek, bu iddianamenin altındaki Avrupa’nın en büyük adalet sarayının başsavcısı ve vekilinin imzası ve bizim bu davaya ciddiyet katmak için tutuklu yargılanıyor olmamız.
İddianame üzerine belki de hak ettiğinden fazla konuştum.
Kendimle ilgili ise tek bir şey söyleyeceğim.
İddianamenin son iki buçuk sayfası beni ilgilendiriyor. Aynı ifadeler çevrilerek tekrar tekrar söylenmiş. Size iki cümleyi okumama izin verin:
“03.03.2020 tarihinde Odatv isimli internet sitesinde yayımlanan cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının deşifre edildiği soruşturmaya konu olan yazının şüpheli Hülya Kılınç tarafından Odatv isimli internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni şüpheli Barış Pehlivan ile irtibatlı olarak yayına hazırlandığı, haberde yayınlanan ve cenazeye katılan MİT mensuplarının deşifre edildiği fotoğrafların şüpheli Eren Ekinci tarafından çekilerek şüpheli Hülya Kılınç’a gönderildiği, haberin şüpheli Barış Pehlivan’ın bilgisi ve talimatı doğrultusunda yayına girdiği, internet sitesinin sorumlu haber müdürünün şüpheli Barış Terkoğlu olduğu anlaşılmıştır.”
İkinci cümle şöyle:
“Şüpheli Barış Terkoğlu’nun sorumlu haber müdürü olduğu Odatv isimli internet sitesinde 03.03.2020 tarihinde Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklamak maksadıyla yayınlanan haberde, dış istihbarat vazifesi olan şehit MİT mensubunun kimlik ve görevine ilişkin bilgilerine, şehide ait fotoğraflara ve özellikle de halen görevde olan bazı MİT mensuplarının katıldığı cenaze törenine ait görüntülere yer vermek suretiyle yayınlayarak MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamış, yayınlamış, yaymış ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etmiştir.”
Halen görevde bulunan MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla ifşa edildiğinin açık bir yalan olduğunu tekrar söyledikten sonra kendimden bahsedeyim.
Ben savcıların bu cümlelerden ne demek istediğini anlıyorum, ancak onlar kendilerini anlatmak istiyorlar mı sahiden? İddianame hukuki bir metin ise, öznesi ve fiili açık, kanunlaştırılmış cümlelerden oluşmalı. Ne yazık ki bu cümleler böyle değil. Ben bu ifadelerde fiil gerçekleştiren bir özne olarak kendimi göremiyorum.
Ancak bu cümlelerden benim anladığım bir şey var ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na göre benim suçlu olmam için bir şey yapmam gerekmiyor. Odatv Sorumlu Haber Müdürü olmak bu savcılara göre suç. Dikkat ediyor musunuz, Meclis’in Libya tezkeresinin tam metnini iddianameye koyan savcılar nedense gazetecilerin sanık olduğu iddianameye tek bir basın kanununu, bir tek internet yasasını yazmamış. Yani ortada maç var ama ortada bir top yok. Haliyle ben bir boşluğun peşinden koşuyorum. Ama olsun, Odatv Haber Müdürü olarak bu iddianameye göre ben oturan ve kalkan halihazırda tutuklu olan kendi başına bir suçum. Pantolon, gömlek, ceket giyen ve konuşan, yazan bir suçum. 1 metre 92 santim boyunda ve 85 kiloluk bir suçum. Hapisten çıkmamam için sabaha karşı özel infaz kanunu yapan Meclis, ben yolda gelirken yeni kanun yapmadıysa, hala suçlu olmak için kanunu arayan bir suçum.
Kendimle ilgili özel olarak söyleyeceğim sadece bu.
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Tarihte “cadı” diye bir şey gerçek anlamıyla hiç olmadı. Ama “cadı avı” çok oldu. “Cadı” diyerek bazen kendileri gibi inanmayanları, bazen cüzzamlı gibi hastaları, bazen sahtekâr büyücüleri katlettiler. Bu “cadı avı” çağlar boyu şekil değiştirerek sürdü. Hedef aldıkları siyasallaştı. Suçlama da ona göre şekillendi.
Bir zamanlar kendilerinden olmayanları biraz odun ve ateşle yakarlardı. Şimdi bir parça kanunla her şeyi beceriyorlar.
Bugün burada baskı altında fikrini değiştiren bir insan yok. Bu salonda konuşurken, hapishanede bile yazı yazarken ne düşünüyorsa onu söyleyen, 10 yıl önce nereye bakıyorsa bugün aynı çizgide ilerleyen, duruma göre şekil almayan, katılmasanız da hoşlanmasanız da inandığını söyleyen biri var.
Bu davanın size ya da bu davayı izleyenlere düşündürmesini istediğim tek bir şey var…
Bu iddianameyi yazanlar çok uğraşsalar da buradaki sanıklardan bir organizasyon yaratamadılar. Ancak bu süreçte gördük ki gizli soruşturma dosyasından organize şekilde sızıntılar oluyor, organize şekilde sanıklar hedef alınıyor, cezaevine kadar uzanan organize bir operasyon var. Soruşturmanın başlangıcından sonuna sıra dışı, organize olduğu açık işler oluyor.
Düşündürmek istediğim şu: Tıpkı 9 yıl önce bizi örgütle suçlayan kişilerin bir örgüt üyesi çıkması gibi, acaba bugün de karşımızda kamu görevlilerinin ve tabii siyasi uzantılarının olduğu bir organizasyonla mücadele ediyor olabilir miyiz?
Bu soru inanıyorum ki bir gün yanıt bulur.
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Türk aydını pamuk elli annelerin hazırladığı kundaklarda büyümedi. Üzerinde kestane pişen kuzinelerin sıcağında büyümedi. “Hürriyet” dediği için atıldığı soğuk sularda büyüdü. “Bağımsızlık” dediği için sürüldüğü gurbette büyüdü. “Laiklik” dediği için patlayan bombalarda büyüdü. “Eşitlik” dediği için elektrik tellerinin, falaka sopalarının ucunda büyüdü. “Adalet” dediği için sırtına saplanan kurşunla büyüdü.
Biz de mahkeme salonlarında büyüdük, büyüyoruz.
Mithat Paşa Meşrutiyet’ti. Mithat Paşa’yı boğmak Meşrutiyet’i boğmaktı. Bir bahaneyle Mithat Paşa’yı yargılamak Meşrutiyet’i yargılamaktı.
Elbette biz onun son nefesi, onun dünyaya son bakışı olamayız. Lakin biz de cam kırıkları üzerinde yürüyen Cumhuriyet’in ayağının altına oturmuş kan, parmaklarının ucundaki nasırız. Biz Cumhuriyet’iz. Bizi boğmak Cumhuriyet’i nefessiz bırakır.
Bu Cumhuriyet’in maalesef ihale duyunca koşan patronları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef imtiyazlıları Adliye’nin arka kapısından bırakan savcıları-hakimleri var. Bu Cumhuriyet’in maalesef kamu mallarını yağmalayan vakıfları, hizipleri, grupları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef devlet içinde hiç bitmeyen çeteleri, tarikatları, örgütleri var.
Kendilerinden başka olmasın istiyorlar. “İzin verin biz de olalım” demiyorum. İçerde ya da dışarda, ateşte ya da külde olmaya devam edeceğiz. Pirinçte taş, gözün üstünde kaş, eğilmeyen baş olacağız. Ama olacağız.
İnsanın hayatı kendi eylemleridir. Hayat yalnız mavi gökyüzü, yalnız zümrüt deniz değildir. Keskin kayalıklar da hayatın dikenidir. Latince de “Arx Tarpeia, Capitolia proxima”, “Tarpeia kayası Capitol’e yakındır” deyimi vardır. Eski Roma’da zafer kazanan güç sahipleri şehrin en yüksek tepesi Capitol’de kutlama yaparken, Tarpeia kayalıklarından hain saydıklarını aşağı atarlardı. İki tepe birbirine pek yakındır. Bugün Capitol’de zafer kutlayanların yarın günah keçilerinin kurban edildiği Tarpeia kayalıklarından atıldığı görülür. Zaferi kendilerinin sananlar bizi sık sık Tarpeia kayalıklarına çıkarır. Biz oradan düşmeden inmesini biliriz. Sonra Capitol’den gelenlerin oradan düşüşünü izleriz.
İnsanın kaderi kendi eylemleridir. Biz kaderimize kendi eylemlerimizle karar verdik. Siz bizim için görünse de aslında hem kendiniz hem de ülkemiz için karar vereceksiniz. Bu nedenle sizden sadece adalete uygun, gerçekle barışık, vicdanla örtüşen, tartışmasız sadece ama sadece millet adına bir karar beklediğimi söylemek istiyorum. Teşekkür ediyorum.
E.E savunma yapıyor
Salondaki gazetecilerden yalnızca Hülya Kılınç'ı tanıyorum. Bize davet gelince cenazeye gittik belediye başkanıyla. Görevim gereği fotoğraf çektim. Fotoğraf makinesi boynumdaydı, ulu orta çektim
Daha sonra fotoğraf çekilmemesi istendi. Ben de bıraktım çekmeyi. Caminin içinde ve dışında da çektim. O sırada sosyal medyadan yayın yapanlarda da vardı
Şehitliğe götürülürken oradan ayrıldık. Aradan iki hafta geçtikten sonra Hülya Hanım iletişime geçti. Buluşmak istedi. Yoğun olduğum için buluşamadık.
Gazetecilik üzerine konuştuk. Belediye başkanıyla röportaj yapmak istediğini söyledi ve şehit cenazesinde çektiğim fotoğrafları sordu.
MİT mensubu olduğunu bilseydim yollamazdım. Suç işleme kastım olsaydı gizli yollardım, öyle yapmadım. Üstüme atılan suçlamaları kabul etmiyorum. Biz orada cenazenin TSK şehidine ait olduğunu sanıyorduk.Tutuklamalar olduktan sonra böyle olduğunu anladım
Duruşma tanık Semiha Alankuş'un dinlenmesiyle devam ediyor.
Mahkeme Başkanı: Sanıkları tanıyor musunuz?
Semiha Alankuş: Ferhat Çelik ve Aydın Keser'i tanıyorum beraber çalıştığımız için.
Mahkeme Başkanı: Siz suçlamayla ilgili ne biliyorsunuz?
Semiha Alankuş: Ben o sırada şehir dışındaydım. Arkadaşlarım birebir bu haberden sorumlu değil. Editör sorumludur. Haberde sorun varsa arkadaşlar avukata danışır.
Mahkeme Başkanı: Hukuki sıkıntı varsa yayınlama sorumluluğu kimde?
Semiha Alankuş: Hangi arkadaş oradaysa o yapar. Hukuki sorun varsa avukata danışır. Her editör sayfasından sorumludur.
Avukatlar 'talep' veriyor
Mahkeme Başkanı sanıklara "Size yeniden söz veremiyoruz ama herhalde hepiniz tahliyenizi ve beraatinizi isteyeceksinizdir" dedi ve avukatlara döndü. Sürenin az olduğunu, savunma değil talep alacaklarını söyledi.
Murat Ağırel müdafii Mehmet Ruşen Gültekin konuşuyor:
Bugün yargılama konusu olan iki şehidin ruhu şad olsun. Bu yargılamanın ruhu açısından Türkiye'nin Libya'yı işgali değil, Libya'nın doğru bir yere gidebilmesi için bu unsurlarla gurur duyan insanlarız. Benim müvekkilimden bir vatan haini olarak bahsedilmektedir. Kendisini bu yargılamadan önce de tanırım, bu yüzden kendisini temsil ediyorum.
Bizler iddianamenin açıklanmasını bekledik ki kendimizi anlatalım. Soruşturmanın başta gizliliği vardı. 17 yılını hakim olarak geçiren ben, bir TV kanalında iddianameden alıntı yapılıyordu. Hemen telefonla bağlandım, bu işin bir suç olduğunu söyledim.
Daha sonra bu konu hakkında suç duyurusunda bulundum. Daha sizin bile önünüze gelmeyen iddianameden bahsedilmesi büyük bir vahamettir. Ben ülkemde adalet olduğuna inanıyorum, bunu sağlamak için de elimden geleni yapmak istiyorum.
Bu mahkemenin huzurunda size arz edildi: Benim müvekkilim bu bilgileri internetten toplamıştır. Benim Cumhurbaşkanım şehitlerden “birkaç tane” diye bahsederse, milliyetçi insanlar üzülür.
Murat'ı kesseniz Türkiye ile ilgili bir bilgiyi başkasına vermez. Bu iddianameden 10 sene ceza alsa Murat Ağırel rahatsız olmaz ama bu ifadeden rahatsız olur.
Şeklen iddianamede gerçekten Murat'ın ya da yakalamalı olan sanığın (Erk Acarer) diğer sanıklarla bir bağı yok. Olması gereken dosyanın ayrılması ve önünüze tek tek gelmesiydi.
Sanıkların eylemlerinin birbiriyle ilgisi yok. İddianame bunu denemiş ama bulamadığı için olaylarla deliller arasında bağ kurulamamış. Geçmişte pek çok iddianame iade etmişliğim var. Her şeyden önce bir gerçek var ki Murat Ağırel bu tweetleri siliyor ancak hesabını ele geçiriyorlar. Case officer sözcüğü ile ilgili şunu söylemek istiyorum; böyle yazınca daha çok ilgi çekiyor tweet. Suçlamanın asıl temelinde yatan şey, ilk paylaşan kişinin Murat Ağırel olduğudur. İlk paylaşan da değil. Bir MİT mensubu bir gemiye binerken kendi adıyla binmiyor. Olayımızda bu ifşa da gerçekleşmemiştir. Bu unsurları siz de biliyorsunuz.
Bu unsurları siz de biliyorsunuz. Bugün Türkiye'de tutuklama kanayan bir yaradır. Murat'ın kızı uyumuyor artık. Tutuklamayı gerektiren CMK 100. maddede sayılan bir noktada değiliz Tutukluluk bir tutsaklık haline gelmiştir. İstediğimiz tutuksuz yargılamadır. Bu insanları kovsanız gitmez. 16 kilo verdi içeride. Vicdanınıza seslenip adalet diyoruz.
Aydın Keser'in avukatı Sercan Korkmaz konuşuyor:
Soruşturma aşamasından itibaren detaylı olarak dilekçeler sunduk. Artık öyle bir noktaya geldik ki söylenecek söz kalmadı, şapkadan tavşan da çıkarmayacağız. İddianamenin ciddi bir tarafı yok, durumun ciddiyeti ise pandemide gazetecilerin tutuklu olduğudur. Tahliye talep ediyoruz.
Ferhat Çelik'in avukatı Özcan Kılıç konuşuyor:
Meslektaşım da söyledi, birçok dilekçe verdik. Ormanlara, mürekkebe, kağıtlara üzüldüm. Müvekkillerim serbest bırakılıp 24 saat içinde yeniden tutuklandı. Bu haberler 19-20-21-22 Şubat'ta yayınlandı. Vefat eden MİT mensuplarının vefat ettikleri ve kimlikleri belirtiliyor. 22 Şubat'ta Murat Ağırel'e yükleniliyor, ihale de ona çıkarılıyor. 23 ve 24 Şubat'tan sonra da Yeni Yaşam ve başka pek çok yerde haberler yapılıyor. Vefat haberi yapmışlar, sanki görev esnasında kimliği ifşa edilmiş gibi davranılıyor. MİT'in faaliyetleri de deşifre edilmemiş. Orada görev yaparlarken ifşa edilmemişler. 30 yılda en rahatsız olduğum davalardan biri bu oldu...
Anayasa Mahkemesinin kararının tahrifi çok utanç verici. Bugün herkes internete girip o kararın aslını okuyabilir. 2010'larda böyle toplu davalar vardı. Kim tutuklanacak, kim bırakılacak diye konuşurduk. Bir pazar günü dava açıldığını öğrendim. Bu doğru bir şey mi? Biz davet üzerine ifadeye geldik ve şans eseri birbirimizi gördük. Daha önce sanıklar arasında telefon görüşmesi bile yok. Ama öyle şeyler var ki, benim müvekkillerimle ilgili sorgu tutanakları Barışlarınkiyle karşılaştırılıp Sabah gazetesinde yayımlandı. Basın hepsinin hükmünü verdi. (Hülya Kılınç'ı göstererek) Sizin hakkınızda kadın olduğunuz için haberler yapıldı. Bu dava karaktersiz bir davadır. Buradaki hiçbir arkadaşın haberinde MİT'e hakaret yok. Biri başsavcı olmak üzere üç savcının imzasının olduğu bir iddianame ilk defa gördüm ben. Tahliye talep ediyoruz.
Hülya Kılınç'ın avukatı Celal Ülgen konuşuyor:
Soruşturma savcıları bir zoru başarmak istemişler; bir yanda BirGün, bir yanda Yeniçağ, bir yanda Cumhuriyet, bir yanda Odatv... Hepsini bir araya getirerek "FETÖ'cü zihniyeti hortlatabilir miyiz?" diye düşünmüşler ve bu iddianameyi hazırlamışlar. İddianame tıpkı FETÖ yargısı döneminde olduğu gibi iddianame olmanın unsurlarını taşımıyor. Savcılar nalıncı keseri gibi sadece aleyhte delilleri toplayıp lehte delilleri görmezden gelmiştir.
İddianamede Enis Berberoğlu kararından tamamen intihal edilerek alınmış paragraflar var. İddianamedeki hukuki değerlendirme bölümü sözcük hatalarına kadar oradan alınmıştır.
Devlet suçlarında ifşa açıklamak demek. İfşa bir kere yapılmışsa bir daha ifşa olmaz. Bir şeyin farkındayız. Sizi suçlamıyorum, mahkemenizi suçlamıyorum, cumhuriyet savcısını suçlamıyorum. Ama Türkiye'de bir süredir FETÖ dönemindeki gibi bir hukuk tutulması yaşıyoruz. Bizim buradan bir çıkış yolu aramamız gerek. Avukatlar kadar sizin de araması gerek. Haktan, hukuktan yana olmanızı ve müvekkillerimizin serbest bırakılmasını istiyoruz.
Barış Pehlivan'ın avukatı Hüseyin Ersöz konuşuyor:
FETÖ döneminde olan yandaş medyada olduğu gibi bir yandaş medya linciyle karşı karşıyayız. Benzerlik arzeden bir başka durum da; fikri hür, vatanseverliğinden kuşku duymadığımız gazetecilerin basın hürriyeti kapsamında yaptığı haberlerden yargılanıyor olmaları da bir başka tekerrür. Orada yaptıkları savunmaların bir benzerini burada yaptılar.
Haber yayınlanınca Terkoğlu gözaltına alındı. Pehlivan ifadeye çağrıldı, diğer gazeteciler de tutuklandı. İddianamede Pehlivan'ın darp edilmesine, Ağırel hakkında 2 farklı karar verilmesine iddianamede dezenformasyon dendi. Bunlar soruşturma aşamasındaki diğer hukuksuzluklar.
Gazeteciliği tartışacağımız yer burası değili, burası olmamalı. Düşünün bu ülkenin en tepesindeki Cumhurbaşkanı bir açıklama yapıyor, 'Libya'da şehitler var' açıklaması bütün sitelerde yer alıyor ama siz bu açıklamanın araştırılmamasını istiyorsunuz.
Bunu araştırmazsanız kendinize gazeteci diyemezsiniz, gazetecilik bunun ayrıntılarını öğrenmektir.Devletin en üstü tarafından yapılan açıklamanın gazetecilerce araştırılmasından başka bir şey yok ortada.Hepsi haber, hepsi gazetecilik faaliyeti, hepsi basın hürriyeti kapsamında.
Burada bir yargılama var ama Ankara'da da bir Ümit Özdağ hakkında hazırlanmış bir fezleke var.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı arasında fark mı var?
Basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde yapılmış haberler suç teşkil edemez. Ortada saf, yalın gazetecilikten başka bir faaliyet yoktur. Gazeteci için herkes haber kaynağıdır. Bu kişilerden aldığı bilgileri haberleştirme özgürlüğü vardır
Bütün bunların [haber faaliyetlerinin] hepsi AİHM, AYM ve Yargıtay kararları kapsamında basın hürriyetinin kullanımından ibarettir. Talebimiz zaten haksız bir şekilde tutuklanan müvekkillerimizin tahliyesidir.
Barış Terkoğlu'nun avukatı Kazım Yiğit Akalın konuşuyor:
Bugüne kadar sadece soruşturma aşamasında MİT Kanunu'na muhalefetten soruşturma yürütüldü. İddianameden iki gün önceye kadar devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklama iddiası yok.
Eren Ekinci’nin ifadesi 21 Nisan'da alındı. İddianameden 2 gün önce. İddianameden 2 gün önce dahi TCK 329 suçlaması ortada yok. Sanki gizli bir el geliyor ve bunu ekliyor.
Huzurdaki davada OdaTV özelinde hiçbir suç unsuru yoktur. Ben kendimde suç buldum, meslektaşlarım buldu... Biz izah edememişiz. Barış Terkoğlu hâlâ neden tutuklu? OdaTV 5651 numaralu kanuna bağlı. 'Sorumlu müdür', 'künye' diye bir zorunluluk yok.
İddianame Barış'ın burada olmaması gerektiğini çok iyi vurgulamış. 'Terkoğlu bu haberden sorumludur, altına imzanı koymuştur' diye tek bir ifade yok. Bir tek ifade devamla yazılmış. "Sorumlu haber müdürü olduğundan hakkında dava açılmıştır". Nerede yazıyor sorumlu müdür olduğu?
Tutukluluk o kadar saçma ki... Ama sayın savcı 'tutukluluğa devam' dedi. Terkoğlu bugün ceza alsa yatarı yok. Tüm sanıkların şu an tutukluluk durumunun gerekli olduğu iddiası, orantılık ilkesine aykırı.
Biz tutukluluk durumuna şerh düşen hakime bir nokta dışında aynen katılıyoruz. Katılmadığımız nokta adli kontrol talebi. Ben hayatımda kimse için derhal beraat talebinde bulunmadım ama Barış Terkoğlu için talep ederim.
Barış Terkoğlu'nun bugüne kadar tutuklu kalmasını kötü yargılama olarak görüyorum. Başta müvekkilim olmak üzere hepsinin tahliyesini talep ediyoruz.
Çağlayan Adliyesi önünde toplanıldı
Çağlayan Adliyesi önünde gazeteciler, sivil toplum kuruluşları, siyasi parti temsilcileri ve çok sayıda yurttaş tutuklu yargılanan gazetecilere destek için toplandı. Sırayla tüm kurumlardan temsilciler konuşma yaparak adalet çağrısında bulundu.
HDP İstanbul Milletvekili Hüda Kaya, duruşma öncesi yapılan basın açıklamasında söz aldı. Kaya, "Adaletin,insanlığın, eşitliğin, özgürlüğün gerçekleşmesini istediğimiz bu meydanda bir kez daha adaletin katledilmesi sebebiyle, bir kez daha toplandık." dedi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Tuncay Özkan: "Milli Savunma Bakanı'na sesleniyorum, Türkiye'ye bu utancı yaşatmak büyük bir zulümdür. Bu zulümün sonlanması için derhal adım atılmasını istiyorum."
TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş: Habere ve haberciye düşman olmayan bir ülkede yaşamanının sevincini göreceğiz.
Gazeteci Barış Yarkadaş, gazetecilerin tutuklanmasını değerlendirerek, "AKP iktidarı hiçbir politikalarının eleştirilmesini istemiyor. Bu arkadaşlarımız toplumsal misyonları gereği soru sordular. Gazeteciler hedef gösterilerek tutuklandılar. Eğer normal bir kanun olsaydı, gazetecileri ifadeye bile çağırmazlardı. Arkadaşlarımızı bir an önce serbest bırakın. Artık hücrede kendi kendimize konuşmaya başladık. Çünkü yanımızda hiç kimse yok. Arkadaşlarımız tecrit içinde tecrit yaşıyorlar. " ifadelerini kullandı.