“Uyuşturucu ve çeteler önce ahlâkı sonra demokrasiyi bitirdi”

“Uyuşturucu ve çeteler önce ahlâkı sonra demokrasiyi bitirdi”
Türkiye 70'lerin Kolombiya'sı mı oluyor? Çeteler, umutsuz ve mutsuz gençliği nasıl ele geçiriyor? Siyaset, hukuk ve devlet kurumları nasıl zehirleniyor ve yozlaşıyor? Kürşad Oğuz, Kolombiya'da uyuşturucu ticaretinin büyüdüğü, Escobar'lı yıllarda büyüyen, Latin Amerika'nın yaşayan en iyi yazarlarından Juan Gabriel Vasquez ile konuştu.

Kürşad Oğuz

Kolombiyalı Juan Gabriel Vasquez 1973 yılında Bogota'da doğdu. Yazarlık, çevirmenlik, gazetecilik yapıyor ve yaşayan en önemli Latin Amerikalı yazarlardan.
1996 yılında, 16 yıl sürecek bir Avrupa yaşamına başladı. Paris, Belçika ve Barselona’da geçirdiği 16 yılın ardından 2012’de memleketi Bogota’ya döndü. Marquez, Llosa, Borges, Fuentes gibi isimlerden etkilenen yazarımızın yedi roman, iki öykü, iki deneme kitabı var ve eserleri 30 dilde yayımlanıyor.
Türkçe’de dört romanı var Vasquez’in. Biri, Kolombiya’da son 25 yılın en önemli romanlarından biri seçilen “Gammazcılar.” Diğeri yine bol ödüllü “Costaguana’nın Gizli Tarihi.” Üçüncüsü, 2013 tarihli “İtibarlar.” Dördüncüsü ise onu daha da ünlü yapan “Düşen Şeylerin Gürültüsü.”
Çeviriler yapan, Kolombiya'daki El Espectador gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren Vasquez Türkçe’de de yayımlanan "Çarpıtma Sanatı" adlı denemesiyle Simón Bolívar Gazetecilik Ödülü’nü kazandı. Ayrıca “Yersiz Yurtsuz Adam” (2007) adlı bir Joseph Conrad biyografisi kaleme aldı. Vasquez'le konuştuk...

"BÜYÜK BİR ŞİDDET ÇAĞINA GİRDİK"

"Düşen Şeylerin Gürültüsü" romanınızla başlayacağım. Kitap, motosikletli iki kişinin saldırısında ölen Ricardo Laverde ve o an yanında olan Antonio Yammara’nın hikâyesi. Tabii romanın odak noktasında düşünmek ve hafıza var. Onlara da gireceğim… Ama ben, işin suç kısmıyla başlamak istiyorum. Bizi bu romanla ülkenizin karanlık geçmişine, uyuşturucu savaşlarına, çetelere, ABD’nin Latin Amerika üzerindeki tahakkümüne götürüyorsunuz... O dönemi anlatır mısınız biraz... 1970'lerde Kolombiya ve Bogota nasıl bir yerdi?
Biz aynı yıl doğmuşuz sizinle. Çağdaşız. Dolayısıyla uyuşturucu ticaretinin başlangıcı ve sürecini dikkate aldığımızda da çağdaşız. Ben uyuşturucunun bir rant kaynağı olmaya başladığı dönemde doğdum. Hemen hemen zararsız küçük işlerdi o zamanlar. Sonra insanlar marihuana ticaretinin ne kadar kârlı olduğunu keşfetti. O dönemde Kolombiya'dan ABD'ye ilk yasadışı, gizli uçuşlar başladı. Şunu söyleyebilirim: Ben bir şekilde uyuşturucu ticaretiyle büyüdüm.
Nasıl yani?
Ben çocukken böyle bir uyuşturucu ticareti neredeyse yoktu. Bu ticaret benimle büyüdü. Yeniyetmeliğe geçtiğimde bunun ülkenin demokratik hayatı için büyük bir tehlike ve tehdit haline geldiğinin farkına vardım. Aynı zamanda bütün halkın hayatı için de tehlikeydi. Öngörülmesi imkânsız büyük bir şiddet çağına girdik. Bir daha geri dönüp dönemeyeceğimizi bilmeden, bunun garantisi olmadan çıkardık evimizden. Bunun temel sebebi de Medellin kartelinin lideri Pablo Escobar'ın Kolombiya devletiyle girdiği kişisel savaştı. Bu savaş terörizm biçiminde kendini gösteriyordu. Kolombiya devletine karşı suikastlar ve saldırılar tasarlayıp hayata geçirmek olarak başladı ama hedefi aslında Kolombiya vatandaşları oldu. Ticari uçak saldırıları, alışveriş merkezlerinin özellikle bayramlarda bombalanması mümkün olduğu kadar çok Kolombiyalı'yı öldürecek şekilde yapılıyordu. Benim dönemimde ülkemde hayat büyük bir dönüşüm geçirdi. Ben uyuşturucu ticareti tehlikesi büyürken büyüdüm. Hem ülkemin hayatı hem de demokrasisi için büyük bir tehdide dönüştüğünde büyüdüm. Şöyle bir bilgi zenginliğiyle büyüdüm: Hangi gazeteyi, hangi televizyon kanalını açarsanız açın karşınıza yıkılmış binalar, sokaklarda işlenen cinayetler, ölen insanların sayısı ve saldırıların kurbanları çıkıyordu. Bugün bile youtube'a girdiğinizde bir devlet başkanı adayını suikastçilerin kurşunlarıyla yere düşerken izleyebilirsiniz. Bunların hepsi kayıtlı ve ulaşılabilir şeyler. Bir noktada kendime şunu sordum: Evet, bu yılların görünür kısmıyla ilgili müthiş bir bilgi kaynağına sahibiz. Peki görünmeyen, öznel, kişisel kısmını anlamak istersek ne yapabiliriz? Cevap, bir romandı.
Bütün bu uyuşturucu trafiğinin halkın yaşamı üzerindeki etkilerini anlamak için...
İnsanların gizli ve kişisel yaşamları üzerindeki etkilerini anlamak için. Evlerinin kapısını kapattıklarında yaşamları üzerindeki etkilerini anlamak için. Uyuşturucu trafiği ve her yerde kendini gösteren bu korkunç şiddet dolu yıllar, özel hayatlarımızı, ebeveyn, çocuk ve çift olma biçimimizi değiştirdi. Ben bunun nasıl olduğunu anlamak ve anlatmak istedim. Romanımda uyuşturucu ticaretinin özel yaşamlarımız üzerindeki etkisi var.

"ESCOBAR'IN EN BÜYÜK KEŞFİ UMUTSUZ GENÇLİKTİ"

Size bunları sordum çünkü Türkiye'de de son birkaç yılda benzer olaylar yaşanmaya başladı. Uyuşturucu ticaretiyle beslenen küçük çetelerin; uyuşturucuyla ve ticaretiyle hayatı kararan, suça bulaşan gençlerin sayısı artıyor. Bu gençler, hızla zengin olmak için bu çetelere giriyor; sonu malum... Kolombiya'da da gençler üzerinde böyle bir etki oluşmuş muydu?
Evet, tamamen böyle oldu bizde de. Pablo Escobar'ın en büyük keşfi, mutsuz ve umutsuz büyük bir genç kuşağın varlığıydı. Yiyecek bir şey bile bulamayan bu gençler çok fakir ailelerden geliyordu, bunun da ötesinde işsizdiler ve uyuşturucu ticaretinde kullanılabilirlerdi. Escobar onlara bir gelecek vadetti ama onları ölüme götürdü. Bununla birlikte bütün bir genç kuşağın parayla ilişkisini de değiştirdi, onları ikna etti. Gabriel Garcia Marquez'in bunu inceleyen çok güzel bir kitabı var: Bir Kaçırılma Öyküsü. Bu kitapta Marquez, bahsettiğim dönemde Kolombiya gençliğinde değerlerin nasıl alt üst olduğundan bahsediyor. Gençler, çok çalışmanın tamamen gereksiz olduğuna, yasaların çiğnenmek için yapıldığına, hayatta ilerlemenin en iyi yolunun uyuşturucu ticaretinden kazanılan kolay para olduğuna inanıyor ve inandırılıyorlardı. Bunun sonucu bir felâket oldu.
Bunu bana Amin Maalouf söylemişti. "Pek çok mahallede en çok saygı gören kişi güzel bir arabası olan uyuşturucu kaçakçısı. Gençler de hayatları boyunca çalışıp zenginleşemeyen anne babaları yerine bu kaçakçı gibi olmak istiyor."
Evet, öyle.
Gençlerin rol modelleri artık anne babaları veya öğretmenleri değil. Uyuşturucu kaçakçıları veya lüks yaşamlarını sergileyen sosyal medya fenomenleri. Bu bir toplum için çok tehlikeli bir durum, hatta bir hastalık değil mi?
Evet, kesinlikle. Bence uyuşturucu ticaretinin şu an algılanma biçiminin önemli bir bölümü, kötü dizilerde bu dünyanın sıradanlaştırılmasının, doğallaştırılmasının sonucu. Bu yüzden, bu dünyayı titiz bir şekilde anlatma çabası giderek daha gerekli hale geliyor. Bu hikâyeyi Hollywood’un sansasyonel yaklaşımına, bu tür dizilerin sunduğu çekici yaşam algısına bırakamayız. Bu, dizilerdeki hayat değil. Bu, korkunç bir şiddet içeren, kadın düşmanı ve yozlaşmış bir dünya. Ve bu dünya, benimki gibi ülkelerde demokrasiyi ciddi biçimde tehlikeye atıyor.
Ama bence bu hayatın parçası sadece bu çeteler veya gençler değil. Bu düzen sürüyor çünkü bu kara paradan faydalanan birçok insan var.
Evet.
Belki ben veya benim gibi pekçok kişi de dolaylı olarak faydalanıyor, bilmiyorum. İşte bu yüzden bu ticaret bitmiyor, devam ediyor.
Dinleyin. Bence uyuşturucu trafiğinin yarattığı tehlikeye verilecek tek yanıt yasallaşmasıdır. Yasallaşmayı destekliyorum çünkü kaçakçıların tüm gücü, uyuşturucu trafiğinin sonucu olan tüm yolsuzluklar ve çürüme, uyuşturucunun yasadışı olmasından kaynaklanıyor. Eğer yasal hale gelirse, bu büyük bir kamu sağlığı sorunu haline gelir, evet. Ama mafya ortadan kalkar, yolsuzluk ortadan kalkar, şiddet ortadan kalkar. Çünkü bunların hepsi, pazarın yasadışı olmasının sonucu. Uyuşturucu yasallaşırsa alkol veya diyabete yol açan şeker kaynaklı sağlık sorunları gibi bir sorunla karşı karşıya kalacağız. Ama gördüğünüz gibi ne alkolün ne de şekerin pazarı yöneten cani mafyaları var. Uyuşturucu ile ilgili iki sorunumuz var: İlki, tüketimle ilgili kamu sağlığı sorunu; diğeri, mafyalar, yolsuzluk ve şiddetle ilgili kamu düzeni sorunu. Yasal hale getirildiğinde ikincisi ortadan kalkar.
İyi ama, silahları ele alalım. ABD'de bireysel silahlanma yasal. Silah satın alabiliyorsunuz. Ama ABD'de şiddet ve cinayetler azalmıyor.
Çok iyi bir soru, çok güzel. Ben silahlar söz konusu olduğunda tam tersinin doğru olduğuna inanıyorum. Uyuşturucunun yasal hale getirilmesini destekliyorum çünkü burada kişisel sorumluluk var. Devletin benim vücudumla ne yapmam gerektiğini söyleme hakkı yok; tıpkı sigara içmemde ya da içki içmemde olduğu gibi. Silahlar sözkonusu olduğundaysa devletin insanların elinden bu silahları alma hakkı vardır. Devlet "silaha sadece ben sahip olabilirim" deme hakkına sahiptir çünkü "şiddet tekelinin devlete ait olması" diye bir gerçek var. Silahların zararsız olduğu ve insanların sorumlu olduğu fikri tamamen yanlıştır. Eğer insanların elinden silahları alırsak suç oranı büyük ölçüde azalır ve bunu pek çok yerde görebiliriz. Dolayısıyla devletin şiddeti tekeline alma hakkı hatta yükümlülüğü vardır, ancak bireylere hangi maddeleri kullanabileceklerini söyleme hakkı yoktur.

"PARA MI ALIRSIN YOKSA KURŞUN MU!"

Uyuşturucu kaçakçılığının 60'lı yılların sonunda başladığını söylediniz ve anladığım kadarıyla yavaş yavaş bu ticaret siyaseti de zehirledi Kolombiya'da.
Evet.
Bu süreç Kolombiya'da nasıl gelişti? Siyaset ve yargı, uyuşturucu ticaretiyle nasıl zehirlendi; bu suça nasıl bulaştı?
Bu çok çok hızlı oldu. Uyuşturucunun büyük miktarlarda paralar üretmeye başladığı andan itibaren her şey çok hızlı gelişti. Zira uyuşturucu işini korumak için siyasi güce sahip olunması, politikacıların uyuşturucu kaçakçılarının yanında yer alması gerekiyordu.
Tıpkı Mario Puzo'nun Baba romanı ve ondan uyarlanan filmde olduğu gibi...
Evet, bu film Kolombiyalı bir izleyici için Pablo Escobar ile yaşadıklarımıza çok benzer bir gerçeğin yeniden üretimi gibiydi. Escobar da, Baba karakteri gibi son derece güçlü bir figürdü. Özetle, uyuşturucu ticareti kendini korumak için gerekli olan yolsuzluk ağını kısa sürede yarattı. Çünkü uyuşturucu büyük bir para kaynağı haline geldiği andan itibaren; hakimlerin, politikacıların ve polisin desteğine ihtiyaç vardı. Yasadışı uyuşturucu ticaretini korumak için ödeme yapmak, onları satın almak gerekiyordu. Bu şekilde yolsuzluk başladı. Pablo Escobar'ın ünlü sözü neydi? "Ya para, ya da kurşun." Para mı alırsın, yoksa kurşun mu? Ne istiyorsun? Sen seç! Para mı istersin, yoksa öldürülmek mi? Böyle bir durumda karşı taraf için başka bir seçenek yoktu.
Politikacılar da doğal olarak parayı seçti.
Tam olarak öyle. İşte bu, ülkemin ahlâki ve siyasi çöküşünün başlangıcıydı. Politikanın uyuşturucu parasını kabul etmeye başlamasıyla polisler ve hakimler de aynı şeyi yaptı; "hayır" diyen kahraman insanlarsa hemen öldürüldü. Gazeteciler de aynı şekilde hedef alındı, öldürüldü. Ve dediğim gibi, bunların hepsi, yolsuzluğun, paranın ve uyuşturucunun büyük gücünün bir sonucuydu. Uyuşturucu yasal hale gelseydi, satın alınmış hakimlere, satın alınmış polislere ve satın alınmış politikacılara ihtiyaç kalmazdı.
Ben yine halkın payına vurgu yapmak istiyorum. Pablo Escobar halkın bir kesimi tarafından baba gibi görülüyordu; halkın babası. Çünkü o halk da bu uyuşturucu ağı sayesinde para kazanıyordu. Bu yüzden, ikinci bir devlet gibi görülüyor ve öyle hareket ediyordu Escobar. Gerçekten de ikinci bir devlet gibiydi.
Evet. Benim bakış açıma göre, bu durum dışarıdan göründüğü kadar yaygın değildi. Evet vardı böyle bir şey ama azınlığı kapsıyordu. Pablo Escobar’ı bu şekilde baba gibi gören bakış açısı Medellin halkının çok dar bir kesimine aitti ve onlar, Kolombiya devletinin sağlayamadığı tüm cevapları, hayata dair tüm çözümleri Pablo Escobar'da bulan en yoksul, en çaresiz insanlardı. Eğer insanların hayatlarını iyileştirmek için çok daha ahlâki ve etik nedenler yoksa, bu insanlar dikkate alınmazsa sonuç bu olur. Devlet en umutsuz insanlara dikkat etmezse, her zaman devletin gücünü ele geçirecek, onun yerini alacak bir suç yapısı olacaktır. Bu boşluğu Pablo Escobar doldurdu. Çok akıllıydı; Kolombiya devletinin yokluğunu fark etti ve devletin tamamen unuttuğu bir halk, kartellerin ve Escobar’ın dünyasına çok açık hale geldi.
Şimdi de Türkiye'de, özellikle de İstanbul’da küçük Escobarlar ortaya çıkıyor. Büyük değiller belki, küçükler ama özellikle motosikletli, kasklı cinayetler işliyorlar. Ülkede "Kolombiya oluyoruz, Meksika oluyoruz" endişesi var. Bu bir yerde bitmez mi?
Bunun sonu yok, bir başladı mı emin olun asla bitmez.
Peki bugün Kolombiya'da durum nasıl, bitti mi, yoksa çok daha kötü mü?
Hayır bitmedi, sadece dönüşüm geçirdi. Artık Medellin Karteli, Cali Karteli ya da Kuzey Kolombiya Karteli gibi büyük karteller yok. Eskiden birbirleriyle çatışan büyük suç grupları vardı, artık onlar yok. Şimdi daha ayrık ve gizli küçük gruplar var ve illegal orduların ortaya çıkması da söz konusu. Uyuşturucu parası, radikal sol devrimci gerillaların, radikal sağ paramiliter güçlerin ve kırsal bölgelerde, devletin kontrolü dışında bulunan suç çetelerinin finansmanında kullanılıyor. Önceden bunlar şehirlerde yaşanıyordu, şimdi ise devletin kontrolü dışındaki küçük köylerde oluyor. Uyuşturucunun yolsuzluk ve şiddet gücü asla sona ermiyor. Bu sürekli yeniden üretiliyor; biçim değiştiriyor, aktörler değişiyor ama asla bitmiyor çünkü bu çok, çok kârlı.
Öyleyse uyuşturucu ticaretinin teröre dönüşme riski de var. Sağ, sol da farketmiyor; hepsi bu uyuşturucu parasını kullanabiliyor...
Elbette. Bu her zaman bir olasılık. Kolombiya'da şehirlerin dışındaki ve uzağındaki şiddet 10 yıl öncesine göre çok daha yoğun. Çünkü uyuşturucu ticareti yapan suç çetelerinin buralardaki gücü eskisinden çok daha fazla. Bu da endişe verici.

"ASLA SOSYAL MEDYADA OLMAYACAĞIM"

Sosyal medyaya dönersek, orada bir lüks yaşam gösterimi var. Sosyal medya fenomenleri zengin yaşamlarını sergiliyorlar, bu da gençlerin onlara benzemek istemesine neden oluyor. Bu anlamda sosyal medya bir tehlike mi?
Emin değilim. Ama buna cevap verecek biri de değilim açıkçası...
Çünkü sosyal medyayı çok kullanmıyorsunuz.
Hiç kullanmıyorum. Hiçbir yerde hesabım yok.
Neden bütün iyi yazarların sosyal medyayı hiç kullanmadıklarına şahit oluyorum acaba...
Bilmiyorum, ama ortak arkadaşımız yazar Javier Cercas da kullanmıyor. Ben sosyal medya konusunda çok şüpheciyim ve sosyal medyada hiçbir varlığım olmadı, asla da olmayacak. Evet, sosyal medyanın vatandaşlık, demokratik katılım, demokratik sohbetler üzerinde çok kötü etkileri olduğuna ikna oldum. Ama gençler üzerinde uyuşturucu işine girmek gibi bir risk oluşturup oluşturmadığını bilemem. Ama gençlerin zenginlik ve cazibeli bir dünyanın ilginç görüntülerine karşı savunmasız olmaları beni şaşırtmaz. Bu da bir risk oluşturuyor.
Escobar'ın çiftliğini gördünüz mü? Büyük ve ünlü bir çiftliği, evi vardı.
Evet.
Romanınızda bir kahramanınız anlatıyor burayı.
Evet. Pablo Escobar'ın hayvanat bahçesini ziyaret ettiğimde 9 yaşındaydım. Evinin etrafında kocaman bir arazisi vardı. Ona ait birkaç ev vardı. Bu özel evlerin etrafında halka açık bir hayvanat bahçesi inşa etmişti. Pablo Escobar'ın kim olduğunu hiç bilmeden 9 ya da 10 yaşımdayken ziyaret ettim orayı. Kolombiyalı bir çocuk için ilginç bir yerdi.
Napoles'ti yerin adı sanırım.
Evet, Napoles Malikanesi. Benim ziyaretimden çok kısa bir süre sonra adalet bakanı suikaste uğradı ve bu, Kolombiya için korkunç bir olaydı. Hayatımızda gerçek bir travmaydı. Böyle önemli bir politikacıya suikast daha önce hiç yaşanmamıştı. Tabii ki bu suikastı gerçekleştiren Pablo Escobar'dı. İşte bu şekilde, gizemli bir figür olan, "tuhaf hayvanat bahçesinin sahibi" denilen, ikinci sınıf bir politikacı olduğunu sandığımız Escobar hakkında bilgi edinmeye başladık. O dönemde Kolombiya'nın en güçlü uyuşturucu kaçakçısı olduğunu bilmiyorduk ve tabii ki onun dönüşeceği şeyi de tahmin edemezdik.

"İLK ZULME UĞRAYAN GAZETECİLER OLUR"
Dünyada artık güçlü bir anti-entelektüalizm var. Bu, Türkiye'de de tartışılıyor. Yazmak, okumak, eğitim görmek artık itibar görmüyor, elitist gösteriliyor, hatta aşağılanıyor. İktidarlar bile bunları böyle sunuyor. "Neden okuyorsun, okumak sana para kazandırmaz" deniyor. Bu ne kadar tehlikeli?

Evet, elbette çok tehlikeli. Bunu birçok açıdan değerlendirebiliriz. Öncelikle, gerçeği sorgulamayan, nasıl sorgulayacağını bilmeyen bir vatandaş, dünyada her yerde kolaylıkla varolan yalanların ve yarı gerçeklerin ortasına düşer, kurbanı olur. İktidarın sorgulanması için okumak, kurgu ile, edebiyatla temas etmek çok önemli. Siyasi yalanlara, dinin yalanlarına ve bazen de günlük hayatta yaşadığımız yalanlar dünyasına karşı birer panzehir görevi görür okumak. Bunu inkâr etmek imkânsız ve bunu zaten görüyoruz. Bu nedenle, bir devlet antidemokratik bir yöne doğru kayarken başımıza gelen ilk şeylerden biri hep gazetecilerin ve romancıların zulme uğramasıdır, çünkü bu insanlar…
Gerçeği gösterirler...
Evet gerçeği gösterirler. İşte bu yüzden kurgunun, kitapların ve gazeteciliğin bir toplumda taşıdığı yer, onlara verilen değer, o toplumun ne yapmak ve ne olmak üzere olduğunu ortaya koyar. Ve sanırım roman, tanıdığım birçok ülkede, hayatın kenarına itilmiş durumda.
Çünkü bilmeyenleri, okumayanları yönetmek daha kolay. İktidarlar bu yüzden mi düşünmeyen, okumayan insanlar istiyor?
Evet. Ben romancı olarak konuşabilirim. Albert Camus'nun dediği gibi, romanlar ilk başta iktidarın, kralların, prenslerin ve efsanevi kahramanların hikâyelerini anlatan, onların iktidarlarını onama ve rıza gösterme araçlarıydı. Ancak bir noktadan itibaren roman bir başkaldırı alanı haline geldi. Roman, iktidara karşı el kaldırdığımız, "Yalan söylüyorsunuz, tarih böyle gerçekleşmedi" dediğimiz yerdir artık. Romanlar "Sizin unutmaya ve unutturmaya çalıştığınız bir şey var ama ben hatırlıyorum" demek için vardır. İşte bu yüzden roman tehlikelidir. Roman, iktidarın bize anlattığı tarihe bir sorgulama getirir ve siyasetçiler, kısmen de olsa, bu yüzden yazarları sevmezler. Soljenitsin'in de dediği gibi, "Büyük bir yazar ikinci bir hükümet gibidir" ve hükümetler ikinci hükümetleri sevmez.
Yazmak ve okumak devrimci bir eylemdir yani...
Evet, devrimci diyebiliriz. Ama aynı zamanda bize anlatılan hikâyeye katılmamak, bir bakıma asi olmak anlamına da geliyor ve bu muhaliflik rahatsızlık vericidir.
Bogota'yı, Kolombiya'yı 1990'larda terk ettiniz, değil mi?
Tam olarak 1996'da.
Tüm bu karmaşa ve çeteler yüzünden miydi, yoksa sadece Avrupa'da yaşamak için mi?
Bence yazar olmak istediğim içindi.
Gitmeden yazar değil miydiniz? Doğru, 23 yaşındaydınız o zaman...
Gerçek şu ki, ben hep yazdım. Ama Latin Amerika'da çok garip bir gelenek var.
Kitabınızda şöyle bir cümle var: "Latin Amerika'da devrim yapmak yazmaktan çok çok daha kolay."
Kesinlikle. Eskiden Kolombiya'da devrim yapmak, yazar olmaktan çok daha kolaydı. Artık bunun doğru olup olmadığından emin değilim. Ama gençliğimde romancı olma olasılığını düşünmeye başladığımda, bunun çok zor olduğunu fark ettim. Yaşama imkânı çok kısıtlıydı Kolombiya'da. Bahsettiğim Latin Amerika geleneği şu: Latin Amerikalı yazarlar, ülkeleri hakkında daha iyi yazmak için yurtdışına çıkarlar. Mesela, García Márquez...
José Saramago'nun dediği gibi, "adayı görmek için adadan uzaklaşmanız gerekir."
Evet öyle. Bu belki hem politik hem de duygusal açıdan böyle. Her halükârda, Latin Amerika edebiyatı tarihi bir sürgünler tarihidir, değil mi? García Márquez "Yüzyıllık Yalnızlık"ı Meksika'da yazdı, Mario Vargas Llosa "Yeşil Ev"i Paris’te yazdı, Carlos Fuentes Terra Nostra’yı Washington’da yazdı. Sanki bir şekilde uzaklaşmak gerekiyordu, sadece politik nedenlerle değil, kültürel nedenlerle de. Çünkü romanların kültürlerin kesişme noktasında olmaya, farklı geleneklerden beslenmeye, kendi sınırlarına hapsolmamaya ihtiyacı vardır. 23 yaşındaydım ve romancı olmak istiyordum. Ben de bunu yaptım; Kolombiya’dan ayrıldım ve Paris’e gittim. Ama zamanla başka bir şeyin daha peşinde olduğumu anladım; bir tür huzur, sükûnet... Çok şiddetli bir dünyada, bombaların, saldırıların, sokaklarda silahlı çatışmaların olduğu bir şehirde büyümüştüm. Aynı zamanda her gün ölüm korkusu yaşamadan hayatımı sürdürme deneyimini de edinmek istiyordum. Ama bunu, zamanla anladım.

KOLOMBİYA DEVLETİ FARC İLE BARIŞTI MI?

Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri yani FARC, Kolombiya hükümetiyle yakın dönemde barış imzaladı. Bugün Türkiye'de de terör örgütü PKK ile yeniden benzer bir süreçten, bir barıştan bahsediliyor. Örgütü kuran ve hapiste olan Öcalan, Meclis'e davet edildi bile. Bu görüşmeler Kolombiya'da işe yaradı mı, ya da şu anda durum nasıl?
Kolombiya hükümeti ile FARC arasındaki barış görüşmeleri 2012'den 2016'ya kadar 4 yıl sürdü.
Aynı şey o dönemde Türkiye'de terör örgütü PKK ile de yaşandı ama işe yaramadı.
Kolombiya örneğinde, öncesinde bazı sorunlar yaşansa da, başlangıçta işe yaradı bu görüşmeler. Kolombiya toplumunun bir kısmı, bazıları son derece haklı bazıları ise yalanlara dayalı sebeplerle müzakerelere karşı çıktı. Uzun bir müzakere süreci sonunda gelen referandumda, Kolombiya halkı, benim de savunduğum barış anlaşmalarını reddetti. Bunun ardından yeniden müzakereler başladı ve nihayet anlaşmalar imzalandı. Benim açımdan, daha adil, daha dayanışmacı ve daha özgür bir ülke modeli sunan ve 50 yıllık çok şiddetli bir savaşı sona erdiren bu anlaşmalar başarıydı. Ancak bunu hayata geçirmek, gerçeğe dönüştürmek, bunu sağlayacak tüm politikaları pratiğe dökmek gerekiyordu. Bunu yapamadık, çünkü sonraki hükümetler, mesela Ivan Duque hükümeti anlaşmaya tamamen karşı çıktı. Anlaşmaları kurnazca parçalamaya başladı, bir anlamda onları göz ardı etti ve ulusal birliği sağlayabilecek anlaşmaları sürekli reddeden bir siyasi söylem ortaya koydu. Bu yüzden süreç sonuçsuz kaldı. Şimdi ise anlaşmaları yetersiz bulan ve onları yeniden müzakere edeceğini söyleyen bir sol hükümetimiz var. Durumu yeniden rayına oturtmaya çalışıyoruz.
FARC şu an aktif durumda mı?
Hayır. Muhalifler, gerillalar hâlâ var ama. FARC 15 bin kişilik bir orduydu ve bunların çoğu silahlarını bıraktı. Ancak savaşmaya devam eden ya da kısmen barış anlaşmalarının yeterince hızlı şekilde hayata geçirilememesi nedeniyle yeniden silahlanan küçük bir kesim var. Ancak bunlar hiçbir siyasi varlık sebebi olmayan isyancılar, silahlı teröristler ve suçlular.

"BAŞKALARINI SUÇLAMAK AHLÂKSIZCA"
Kolombiya, Kristof Kolomb'un ülkesi anlamına geliyor, değil mi?

Evet.
Ama yine de Kristof Kolomb, bugünün Kolombiya topraklarına hiç ayak basmadı. Endişeli Kolomb'a Yeni Dünya'ya doğru yola çıkmadan önce bir arkadaşı şöyle demişti: “İnsan cenneti de cehennemi de beraberinde götürür.” Kolomb ya da Avrupalılar ya da Amerikalılar Latin Amerika'ya iyilik mi getirdi, kötülük mü?
İkisi de değil, hayır. Bence kaderimizden ve kararlarımızdan biz sorumluyuz. Kolombiya'nın bir tarihi var.
Çünkü başımıza ne geldiyse yabancılar yüzünden geldiğini, yanlış yapanın, sömürenin hep Batılılar olduğunu, onların kötü olduklarını düşünürüz.
Evet. Bugün kaderimiz üzerindeki her türlü sorumluluğumuzu reddetmeye yönelik bir eğilimimiz var. Sorumluluğu başkalarının üzerine atmak, başımıza gelen her kötü şeyin başkalarının suçu olduğunu söylemek... Bu çok tehlikeli ve etik dışı bir anlayış ama her yerde rastlıyoruz. Şimdi, beş asır önceki sömürgecileri bugün yaşadığımız sıkıntılar için suçluyoruz. Her zaman mutsuzluklarımızın sorumlusu olan birilerinin olduğunu söylemek halkı oyalamanın bir yoludur. Ben hep şunu söylerim: Latin Amerika'da sol her zaman daha iyi bir gelecek vadetti. Sağ ise her zaman daha iyi bir geçmiş. Geçmişi dönüştürmek, siyasetçilerin arzuladığı gerçek güç oldu.
Türkiye'de de aynı şey oldu aslında. AK Parti iktidarı 23 yıldır yeni bir tarih yaratmak istedi. Hatta bir dönem Osmanlı vurgusu öne çıktı. Ama dediğiniz gibi sol da yapıyor bunu.
Dünyadaki bütün siyasi güçler geçmişi kontrol etmenin ne kadar kazançlı olduğunu anladı. George Orwell’in 1984 romanında söylediği gibi, “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.” Tarihin belirli bir anında siyasi iktidar sahibi olmak, aynı zamanda tarihi ve geçmişi yeniden yazma ve düzenleme imkânı getirir. Bu yapılırsa bir ülke istenilen yöne götürülebilir. Kolombiyalı ve Latin Amerikalı politikacılar bunun farkına uzun zaman önce vardı. Bu yüzden tüm sorumluluğu üstümüzden atıp başkalarına yüklüyoruz. Bugün yaşadığımız şeylerden diğerleri, yabancılar sorumlu, çünkü bundan 5 yüzyıl önce ne olduğumuz şeyin sorumlusu da onlardı. Bence bu hem yanlış hem de korkakça; aynı zamanda da vatandaş olarak sorumluluğumuzdan kaçmaktır.
“Gammazcılar”da, kahramanınız şöyle diyor: “Topluluğu kendi hatalarının soyluluğu konusunda ikna etmek, sorumlu olduğun felâketlerin haklılığını kanıtlamak, bunlar dünyanın en zor şeyleri değil mi?” Zor ama ikna edenler çıkıyor. Dün Hitler Yahudilere karşı bunu yaptı. Bugün İsrail, Filistinlilere karşı bunu yapmıyor mu?
Açıkçası bu konuda pek konuşmak istemiyorum. Gerçekten de bu konuda bir şey yazıyorum ve şu an konuşmaya hazır değilim.
Peki ne yazıyorsunuz?
Uzun ve zor bir makale ama şu an konuşamam.

KOLOMBİYA'NIN "NAZİ" YAHUDİLERİ...

Tamam, sorun değil. Aslında o kitabınızdan yola çıkarak şunu sormak istiyordum. 1930'ların sonunda bazı Alman Yahudileri, Almanya'dan kaçıp Kolombiya’ya gelmiş. Sonra mallarına el konmuş. Bu nasıl bir tecrübeymiş, nasıl anlatıyorlar?
Evet, Gammazcılar’ın hikâyesi, ailesi 1938'de Kolombiya'ya gelen bir Alman Yahudisi kadınla yaptığım konuşmadan doğdu. Savaşın hemen öncesinde, Hitler'in iktidara yükselişinin çok tehlikeli bir şey olduğunu anlamışlar; o sırada Hitler'in bir deli ya da egzotik bir figür değil bir katil olduğunu görmüşler. Ve Almanya'yı terk ederek Kolombiya gibi bilinmeyen bir ülkeye gelmişler. Savaşın başında Kolombiya, Amerika Birleşik Devletleri'nin, müttefiklerin yanında yer aldı. Ve ardından Kolombiya'da düşman vatandaşların listeleri çıkarılmaya başladı.
Kara listeler mi?
Nazizm'e veya İtalyan faşizmine sempati duyan vatandaşlardan oluşan kara listeler... Ama bu kara listeler neredeyse anında başka bir şeye dönüştü, hoşunuza gitmeyen birilerini kontrol etmek için araç haline geldi...
Bir yandan da bunların varlıklarına el konuyordu...
Örneğin savaşın inançlarıyla, savaşla hiçbir ilgisi olmayan ticari, kişisel veya siyasi düşmanlar ihbar ediliyordu. Pek çok insan böyle haksız yere kara listeye dahil edildi. Ben de bu Alman Yahudisi kadını buldum. Babası Yahudi olduğu için Almanya'dan kaçmıştı ama Alman olduğu için Kolombiya'da kara listeye alınmıştı. Bu kozmik adaletsizlik beni gerçekten etkilemişti.
Kadının babası da kara listedeydi...
Evet, çünkü Alman’dı...
Ama Yahudi olduğu için Almanya'dan kaçmıştı...
Evet, Yahudi olduğu için. Ancak bir noktada Kolombiya polisi, savaşın gerçekliğinden habersiz Kolombiyalı memurlar Alman olan her şeyin Nazi olduğunu düşünmeye başladılar ve bu yüzden hiç de hak etmeyen insanlara zulmetmeye başladılar.
Bu gerçek bir hikâyeydi değil mi?
Evet, gerçek bir hikâyeydi. Bu kadın bana üç gün boyunca hikâyesini anlattı. Romanın çekirdeğinde bu hikâye var.
Sonra ne oldu?
Romanda mı?
Hem romanda hem gerçekte...
Kara listeler, otel gibi yerlerin Kolombiya devleti tarafından kamulaştırılması ve düşman olarak görülen bu vatandaşlar için lüks hapishanelere dönüştürülmesiyle sonuçlandı. O insanlar buralara hapsedildi.
Bu insanların servetlerini kim aldı? Devlet mi?
Evet. Bu insanların servetleri bir şekilde devlet kurumları tarafından herhangi bir kontrol olmaksızın kamulaştırıldı ve bu da başka bir adaletsizlik kaynağı haline geldi.

"ADİL TOPLUMA ŞİDDETLE ULAŞILMAZ"

Vatan sizin için ne ifade ediyor? "Gammazcılar"da kahramanınız, "Ubi bene ibi patria” diyor. Yani “Nerede iyiysen vatanın orasıdır.”
Ben de buna inanıyorum.
Yani insan kendini nerede iyi hissediyorsa oralıdır. Kökler sadece bitkilerde olur...
Bu, bahsettiğim Yahudi baba Gabriel Santoro'nun fikri. Dinleyin, benim gerçekten evrenselci bir kabiliyetim var. Kendimi, benim olmayan ülkelerde iyi hissediyorum. İnsanların, kendi ülkeleri olmayan bir ülkede yaşam inşa etme becerilerine güveniyorum. Ve bunu ben de hep yapıyorum. Kolombiya benim ülkem, benim takıntım. Ülkemin sorunlarına bir nebze olsun çözüm bulma amacı taşımayan tek bir sayfa kurgu metin yazmadım. Ama her zaman, her yerde, tanımadığım insanlarla, ana dilim olmayan bir dilde konuşurken çok rahat hissettim. Bir yazarın gerçek vatanının dili olduğunu söyleyebilirim. Ve benim İspanyolcam sadece Kolombiya'da konuşulmuyor, dünya genelinde 600 milyon insanın konuştuğu bir dil bu.
En çok konuşulan üçüncü dil, evet.
Şimdi Paris'te yaşıyorum ama Madrid'e taşınmak üzereyim. Benim için bir şey değişmeyecek. İnsanları seviyorum, çok meraklıyım, insanlarla tanışmayı, onlara hayatları hakkında gizli sorular sormayı seviyorum...
Ama ben size İsrail'le ilgili açık bir soru sorduğumda cevap vermediniz.
Evet, doğru. Ben sorular sormayı seviyorum, yanıt vermeyi değil.
Aynı zamanda gazetecisiniz, belki de bu yüzden...
Evet, öyle bir yanım da var.
“İtibarlar” kitabınızda Rodolphe Töpffer “Demek ki aynı buruna sahip olmak insanları eşit yapmıyormuş” diyor. Eşitlik günümüzün en sıkıntılı konusu. İnsanların gelirleri arasında giderek artan bir uçurum var. Giderek sefalette mi eşitleneceğiz?
Evet, bu beni çok endişelendiren bir şey. Giderek geriye gidiyoruz. Toplumsal olarak daha az dayanışma içindeyiz. Daha aza sahip olan insanları terk ediyoruz. Siyasi ve ekonomik sistemlerimiz, eskisinden çok daha fazla, zaten iyi durumda olan ve konforlu bir yaşam süren insanlara fayda sağlıyor. Bu yalnızca dayanışma ilkelerinin değil, aynı zamanda II. Dünya Savaşı'ndan bu yana elde ettiğimiz kazanımların da iflasıdır. Ben mütevazı bir sosyal demokratım. Eşit bir dünya yaratma yolu olarak devrime inanmıyorum. Bu girişimler her zaman, dünya genelinde insanlık açısından başarısızlığa yol açmıştır.
Özellikle de Latin Amerika'da.
Evet öyle. Öte yandan toplumsal yaşamın yegâne amacının da zayıfları, fakirleri, daha az şeye sahip insanları korumak olduğuna inanıyorum. En azından paylaşım konusunda bir eşitlik yaratmalıyız. Bunu sağlamak, bu en kaçınılmaz insanî dayanışmayı hayata geçirmek için de devlet müdahalesine inanıyorum.
Kolombiya'da çok ünlü bir duvar yazısı var. “Fakirin ekmeği yoksa, zenginin de huzuru olmaz” diyor...
Bu biraz demagoji. Bu fikri savunduğumu söyleyemem. Kolombiya'da çok şiddet dolu bir dönemde büyüyen biri olarak söylüyorum bunu: Şiddet sizi hiçbir yere götürmez. Şiddet, asla daha adil bir topluma ulaşmak için bir yol değildir ve zaten hiç olmamıştır. Toplumsal pratikler bize şiddetin asla daha adil bir topluma yol açmadığını sık sık gösterdi.
Zaten bu yüzden de devrimlerin işe yaramayacağını düşünüyorsunuz...
Evet. Her halükârda, devrimler de daha adil bir topluma yol açmadı. Bu kesin. Ben hiçbir zaman toplumu kurtarmak için bir insanın öldürülebileceği fikrine inanmayacağım. Bu doğru değil. Ama temelde eşitsiz, adaletsiz ve dayanışma içinde olmayan toplumlar için demokratik çözüm reçeteleri vardır ve bu projeyi gerçeğe dönüştürmek yurttaşlar olarak bizim sorumluluğumuzdur. Ne yazık ki gördüğüm tek yol oy vermek. Dayanışma ve sosyal demokrasi için oy vermek. Bu kadar.

"DİJİTAL GÖZETİM ÇAĞINDAYIZ"

Ama her geçen gün daha az insan oy vermeye inanıyor. Hatta bir demokrasi krizinden bahsediyoruz. Temsili demokrasi çalışmıyor. Bütün bu sorunları fazla demokrasi yüzünden mi yaşıyoruz, yoksa demokrasi eksikliğinden mi?
Bu iyi bir soru ve ben de aynı şeyi kendime soruyorum. Demokrasi sosyal hayatımızdan kaybolunca krize girdi. Yani demokrasi sorumluluklarından elini çekti, zayıf insanları unuttu ve daha çok gücün zaten güçlü olanların eline geçmesine izin verdi; bunun da felâketle sonuçlanan etkileri oldu. Ama aynı zamanda son 15 yıldır, sosyal medya ahlâkı olarak adlandırılabileceğimiz, çok farklı bir sosyal konuşma biçimine girmiş durumdayız. Sosyal medya, büyük şirketlerin para kazanmak amacıyla yürüttükleri, insanların davranışları üzerinde bir deney alanı haline geldi. Para kazanmak için insanların davranışlarını değiştirdiler. Amerikalı yazar Shoshana Zuboff'un "dijital gözetim çağı" olarak adlandırdığı şey bu. Bizi izliyor, kontrol ediyor ve birbirimizden ayırıyorlar, bölüyorlar.
Birbirimizden uzaklaşıyoruz...
Evet, sosyal ağlar sistemsel olarak algoritmalarla çalışıyor. Herkes bilir; bu algoritmalar her insana kendi hayatının, deneyimlerinin bir hikâyesini sunuyor. Herkesin hikâyesi diğerininkinden farklılaşıyor. Çünkü bütün bunlar, sözkonusu dünyadaki profilimize, tarayıcı geçmişimize, tüketici olarak geçmişimize, yaşımıza, cinsiyetimize ve eğitimimize dayanıyor. Peki, bu ne anlama geliyor? Bunun hayat üzerinde çok önemli etkileri var. Bu durum, başkalarını eskiden olduğu gibi anlamayı imkânsız hale getiriyor. Çünkü başkası, benim baktığım gerçekliğe bakmıyor artık. Böylece başkası düşman haline geliyor. Öteki, sadece benim aynı görüşü paylaşmadığım birine dönüşmüyor, aynı zamanda bir karşıt, bir düşman, bir yalancı haline geliyor. Bu, sosyal ilişkilerimizi bozuyor ve aynı hedefe yönelik herhangi bir işbirliğini imkânsız hale getiriyor. Ve böylece toplumlarımızın dokusu yavaş yavaş yok ediliyor.
Robespierre tarihin bir kurgu olduğunu söylüyor. Peki bugün tarihi kim kurguluyor sizce?
Anlatıcıların her zaman gücü elinde bulunduran kişiler olduğuna inanıyorum. Hem siyasi gücü...
Hem de ekonomik gücü...
Evet. Ben özellikle siyasi güçten bahsediyorum. Bu güç benim için bir hikâye, geçmişin bir anlatısını dayatma gücüdür. Edebiyat, diğer şeylerin yanı sıra, biz vatandaşların kendi hikâyemizi anlatma hakkını geri kazandığımız yerdir. Tarihin bir anlatı olduğunu anlamak çok önemli. Bu bir anlatı olduğuna göre, bir anlatıcı, bu anlatıcının arkasında bir ajanda vardır. Aynı zamanda ekonomik ve siyasi çıkarlar da söz konusudur. Bunu anladığımızda, özgürlük ve başkaldırı gücünün de ne kadar büyük olduğunu anlarız. Edebiyat, iktidara "Yanılıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz, unutuyorsunuz" dediğimiz yerdir. Edebiyat bize sunulan tarihe direndiğimiz yerdir. Bu, yazarların, tarihçilerin ve gazetecilerin ellerine verilmiş büyük bir sorumluluktur.

"GÖÇ TAVRI AVRUPA RUHUNA YAKIŞMIYOR"

Bu bağlamda göç meselesine de girelim. Kolombiya'da bir göçmen sorunu var mı?
Var.
Türkiye'de de çok var. Tüm bu göçler neyi değiştirecek?
Evet. Birkaç gün önce diplomatlardan biriyle konuşurken, Venezuela'daki kriz sebebiyle Kolombiya'nın dünyada en fazla göçmen ve yerinden edilmiş insana evsahipliği yapan ikinci ülke olduğunu duydum. Venezuela korkunç bir diktatörlük haline geldi; her gün kitlesel insan hakları ihlalleri yaşanıyor. Siyasi özgürlüğün olmadığı ve son seçimlerde muhalefetin zaferini tanımayan bir ülke. Son yıllarda 7 milyon insan Venezuela'dan kaçtı. Bu göçmenlerin büyük kısmı Kolombiya'ya geldi. Sadece son birkaç yılda 2 milyon Venezuelalı'yı kabul ettik ve bu da büyük bir sorun. Ama aynı zamanda şunu da söylemeliyim: Bu, Kolombiya olarak bizim sorumluluğumuz; gelen insanlara kapılarımızı açmak, onlara destek olmak zorundayız.
Evet, ama burada büyük bir sorun var. ABD'yi bir kenara koyalım, ama Avrupa konuya farklı bakıyor, kapılarını açmıyor. Her zaman kapılarını açan Avrupa dışındaki ülkeler oluyor. İşte Türkiye ve Kolombiya. Sorun tam da bu sanki.
Evet bu. Bu yüzden insanlık krizinden bahsediyoruz. Sadece insanların büyük acılar çekmesine yol açtığı için değil, aynı zamanda tarihin bir döneminde aynı sıkıntıları yaşamış Avrupalılar olarak, diğerleriyle dayanışmayı reddettiğimiz için de bir insanlık krizi bu. Umuyorum ki, acı çeken insanların başka bir dünyada yeni bir yaşam hakkına sahip olduğunu yeniden kabul ederiz. Göçmenleri oy kazanma aracı olarak kullanan politikacıların davranışları, göçmenleri tehlike olarak sunmaları, bizim olanı çalan kişiler olarak nitelendirmeleri bana gayri ahlâki ve onursuzca geliyor. Avrupa'daki aşırı sağın büyük kısmı bunu yapıyor, göçü bir sorun olarak inşa etmeye çalışıyor. Göçmenler bir sorun değildir. Çoğu zaman, nüfusları giderek yaşlanan ve büyüyen ülkeler için çözümdürler. Vergi ödemek ve yerel halkın yapmak istemediği işleri üstlenmek için insanlara ihtiyaç duyan ülkeler var. Ancak göçü soruna dönüştürme çabası ahlâksızcadır ve Avrupa ruhuna yakışmaz. Tek umudum, kısa zamanda bunun farkına varmamızdır.
İsrail'in Gazze katliamı konusunda konuşmadınız ama dünyanın her yerinde başka savaşlar da var. Ukrayna'da, Ortadoğu'da... Tüm bu şiddeti dikkate aldığınızda, gelecek için karamsar mısınız yoksa iyimser mi?
Dünyada olan bitene bakınca nasıl iyimser olabilir insan? Gerçekten de toplumlarımızın, demokrasilerimizin ve özellikle de II. Dünya Savaşı'ndan beri barışı sağlamak için icat ettiğimiz kurumların nasıl büyük bir çöküş içinde olduklarını görüyoruz. Son yıllarda bu kurumların, artık dünyanın her yerinde rastlanan vahşeti durdurmak için hiçbir güce sahip olmadıklarını anladık. Bir korku dünyasına, insan acısının hayatımızda her an var olduğu bir dünyaya tanıklık ediyoruz. Yedi gün 24 saat telefon ekranlarımızda insanların acı çektiğini görüyoruz. Ve kimse onların bu acılarını durduracak güce sahip değil. Dolayısıyla, en güçlülerin istediklerini yapmalarını engellemek için icat ettiğimiz kurumların nihai başarısızlığını görmek beni korkutuyor. Bu koşullarda iyimser olamayız.

"ROMAN YAZARINDAN DAHA ZEKİDİR"

Sizin de Borges gibi zaman ve hafıza konusunda bir takıntınız var. Döngüsel zamana mı yoksa çizgisel zamana mı inanıyorsunuz?
Bence biyolojik zaman çizgisel, psikolojik zamansa döngüsel. Sürekli geri dönüp duruyor. Yani hep aynı hataları yapıyoruz. Geçmişe güvenmediğimiz için, geçmişten ders almama gibi bir yetersizliğimiz var. Benim gibi geçmişe takıntılı insanlar, her zaman geçmişe döner.
Hafıza da aynı şekilde...
Evet. Biz birçok insanın düşmanıyız. Hafızası güçlü insanlar tehlikelidir. İçinde bulunduğu topluma "geçmişte ne yaptığımızı hatırlamamız lazım" diyen insanlar tehlikelidir. Çünkü biz, yaşananları hatırlamanın yasak olduğu bir unutkanlık toplumu yaratıyoruz. Ama geçmişle böyle bir kopuş yaşadığımızda geleceğe ilerleme imkânını da kaybediyoruz. Carlos Fuentes şöyle diyor: "Ölü bir geçmişle canlı bir gelecek olmaz."
"İtibarlar” kitabınızda, Honore Daumier’nin 1834’te çizdiği Kral Louis-Philippe karikatürü var. Çok ilginç bir figür bu. Armuta benzeyen üç kafa geçmiş – bugün ve geleceği simgeliyor. O surat şöyle diyor: Her şey şimdiki zamandır. Öyle mi?

Evet, neredeyse öyle.
Yani en önemli şey şimdi mi?
Benim için durum tam tersi; şimdiki zaman yok. Çünkü şimdiki zaman hemen gidiyor. Az önce söylediğim bu cümle artık yok mesela.
Bitti yani. Bu da...
Bu ne anlama geliyor? Ben geçmişle şekillendiğimizi, sadece geçmiş olduğumuzu düşünüyorum. Bu, hikâye ve tarih anlatıcıları için büyük bir sorumluluk anlamına geliyor, çünkü geçmiş sadece anlatıldığında var olur. Geçmişin ve hatta olmamış şimdi dediğimiz şeyin hikâyesini kontrol etmek, tarihin ilk müsveddesini yazmaktan başka bir şey değildir. Gazetecilik okullarında söylendiği gibi, gazetecilik tarihin ilk müsveddesi, karalama kağıdıdır. Ortak tarihin bir versiyonunu dayatma gücüne sahip herkes, gerçekten de toplumu kontrol edebilir. Hikâyeler geçmişin deposu olduğu kadar, geleceği hayal etmenin de tek yoludur. Bu yüzden biz insanların hikâyelerini, kurguları anlatıyoruz. Sadece olmuş veya olabilecek bir şeyi göstermek, anlatmak değil mesele. Aynı zamanda Tolstoy, Dostoyevski, Márquez, Borges gibi yazarları okuyarak geleceği yaşamayı, gelecekte karşılaşacağımız durumlarda nasıl hareket edebileceğimizi öğreniyoruz.
Paraguaylı bir yerli kabilesine göre geçmiş bizim önümüzdeki bir şeydir, çünkü onu görebilir ve tanıyabiliriz; buna karşılık gelecek arkamızdadır, çünkü onu ne görebilir ne de tanıyabiliriz.
Evet, bu fikri büyüleyici buluyorum. Çünkü geçmiş bildiğimiz bir şey, mutlaka bizim önümüzde, ki görebiliyoruz. Gelecek ise arkamızda çünkü onu göremiyoruz, onu bilmiyoruz. Bu fikir çok hoşuma gidiyor.
Pek çok yazar için türlü suçlamalar yapılır. Çoğu da doğrudur. Faşist, komünist, ırkçı, şiddet düşkünü, sapık gibi… Mesela André Malraux adam öldürmüş. Shakespeare vergi kaçakçısı. Paul Verlaine hamile karısına tekme atıyor. Okurların kafasında hep soru işaretidir bu: Bir yazarı sevmem için sadece eserini mi dikkate almalıyım, yoksa ideolojisi, karakteri de onu sevmem için önemli mi? Böyle yazarların hepsini sevmeli miyiz?
Evet, sevmeliyiz.
Yani yazarın karakteri farklı, eseri farklıdır...
Büyük yazarların eserlerinin, yazardan daha zeki olduğunu; romanın romancıdan daha zeki, daha cömert, daha insancıl ve daha az kusurlu, daha az zayıf olduğunu aklımızda tutmalıyız. Peki, bir faşist olduğu halde Céline'i okumalı mıyız? Evet, çünkü romanlar faşist olmaz. Eğer iyi romanlarsa, ki Céline'in eserleri öyle, dünyayı pek çok bakış açısından görürler, karşıt gerçekleri kabul ederler. Siyasi olarak nefret uyandıran bir yazarı okumalı mıyız? Kişisel olarak evet. Eğer iyi bir yazar ise romanı ondan daha zeki ve daha cömerttir. Tolstoy Anna Karenina'yı, aldatan bir kadını kınama düşüncesiyle yazmaya başladı, ancak Anna Karanina'yı bitirdiğimizde bunun kadının özgürlüğü alanına dönüştüğünü görürüz. Roman, yazarından daha zekidir ve işte bu yüzden esere güvenmeliyiz.
Flaubert’in dediği gibi, üç ya da dört kitap bir insanın ulaşabileceği bilgeliğin tamamını barındırır, ama o kitapların isimleri kişiden kişiye değişir. Sizinkiler neler?
Hayatımda hep şunu gördüm. Evet, bu kitaplar kişiden kişiye değişir, ama aynı zamanda biz değişirken de kitaplar değişir. Benim hayatımda her zaman orada duran, gerçekten yaşamayı, insan olmanın ne olduğunu öğrendiğim üç kitap var. Biri, insanlığın en yüksek eserlerinden biri olan Don Kişot. Başkalarına merak duymayı öğreten, ironik, kesin bir gerçekliğin olmadığı bir dünyaya açılan bir kitap Don Kişot. Bu da çok önemli. Aynı zamanda Shakespeare'in tüm eserleri. Orada aşk ve nefret, güç arzusu ve güç kaybı, din, politika, sosyal yaşam, özel yaşam üzerine dersler var; bence bu dersler kesinlikle gerekli. Üçüncü olarak, Montaigne’in Denemeler'ini söylerim. 16. yüzyılın Fransız yazarı Michel de Montaigne, ruhsal, entelektüel ve estetik olarak muazzam bir zenginlik kaynağıdır. Tüm savaşları, din savaşlarını, toprak savaşlarını görmüş ama aynı zamanda bir hoşgörü ve tolerans alanına da tanık olmuştur. Bu yüzden çok da acı çekmiştir Montaigne. Eserlerini de her şeye tanık olan biri olarak yazmıştır. Dolayısıyla, insan olarak tüm ihtimallerimiz hakkında bilgiyle konuşan biridir o. İşte böyle; diğer iki kitap için daha çok düşünmem gerekecek.
Son olarak, Türk okurlarınız için bir şeyler söylemek ister misiniz?
Kitaplarımı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Türk ve Kolombiyalı bilincinde romanların ve yazarların işgal ettiği yer konusunda bir özdeşlik var bence. Okurlarla yazarlar arasında benzer ilişkilerimiz var. Bu yüzden, beni hoş karşıladığınız için çok minnettarım.

Kaynak:Halk TV Haber Merkezi