Şahin Aybek
Türkiye'de İngilizce öğretimi neden istenilen seviyede değil
“Müfredatı tamamen değiştirmek yerine mevcut müfredatı günümüz fırsatları ile zenginleştirmek çok daha etkili sonuçlar verebilir.”
“Biz akademisyenler, öğretmen eğitimciler, bilim insanları, öğretmenler, araştırmalarımızı Türkiye’de dil öğretimini daha iyi hale getirme amacıyla yürütürsek, okul-aile-toplum üçgeni içerisinde dil öğretim politikalarımızı daha gerçekçi hedeflerle belirleyip dil eğitim sistemimizin çok daha verimli hale gelmesini sağlayabiliriz.”
Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Öğretim Üyesi Ufuk Keleş ile İngilizce öğretimimizi konuştuk.

Türkiye’de uzun yıllardır İngilizce yabancı dil olarak etkili bir şekilde öğretilemiyor; ya da öğrenilemiyor. Sizce bunun en temel sebeplerinden biri nedir?
Aslında bu sorun dil öğretimi konusunda uzmanlaşan ben ve birçok meslektaşımın kafasını uzun yıllardır ve sürekli meşgul eden bir soru. Açıkçası, bu sorunun sebeplerini doğrudan ve kısa bir cevap ile vermek maalesef mümkün değil.
Bana göre, ilk ve en belirgin sebep sınav odaklı öğretme ve öğrenme yaklaşımı. Türkiye’de gerek öğretmenler gerek veliler ve gerekse öğrenciler okul hayatlarında İngilizceyi bir iletişim aracı olmaktan ziyade, sınavlarda doğru şıkları işaretlemeleri gereken bir ders olarak görüyorlar. Benzer bir yaklaşım, devlet memuru alımlarında, akademisyen atama kriterlerinde, dil tazminatı alabilme ve benzeri konularda da devam ediyor. Dolayısıyla öğrenciler yıllarca İngilizce dersine girip “sınavdan yüksek almak” dışında dile dair somut bir kullanım becerisi kazanamadan mezun olabiliyor.
Aslında dil öğrenmek için günümüzde en çok kabul edilen dil öğretim yöntemi öncelikli olarak okuma, yazma, konuşma ve dinleme becerilerinin geliştirilmesi üzerine kurulu olan iletişime dayalı dil öğretimi. Dil bilgisi ve kelime öğrenimi bu yöntemde bu dört becerilerin geliştirilmesine destek olmak üzere ikincil seviyede öneme sahip. Ancak sınav odaklı öğrenme iletişime dayalı dil öğrenme karşısında ciddi bir sorun – ve hatta bir tehdit. Çünkü sınav odaklı dil eğitiminde dil bilgisi ve kelime öğretimi öne çıkar ve dört beceri arka plana itilir. Bu da sıkça duyduğumuz “Anlıyorum ama konuşamıyorum” durumuna yol açar.
İşin kötüsü, ilk ve orta dereceli okullarda, üniversitelerde ve(ya) dil okullarında çalışan öğretmenler İngilizceyi sınav odaklı öğrendiklerinden, beceriye dayalı dil öğretiminde zorlanırlar. Altyapı yetersizliği, meslek içi eğitim eksikliği ve dili günlük hayatta kullan(a)mama gibi sebepler de bu sorunun çözülmesini iyice zorlaştırır. Dili gerçek hayatta kullanarak, konuşarak ve hata yaparak öğrenmeyen öğretmenler de ister istemez İngilizce öğretimini dil bilgisi ve kelime öğretimine indirgemek durumunda kalır.
Peki eğitim sisteminde sık sık değişikliğe gidilmesi bu süreci nasıl etkiliyor?
Bu aslında çok yönlü bir konu. Dil öğretimi hiçbir zaman hiçbir ülkede sadece akademik bir konu olmamıştır. Bunun sosyal, ekonomik, tarihi ve politik yönleri de vardır ve genelde belirleyici olan ekonomik ve politik etkenlerdir. Yani, konu sadece akademisyenlerin, eğitimcilerin ve öğretmenlerin uzmanlıkları ve yetkinlikleri ile ilgili değildir. Özellikle ekonomik ve politik saiklerle müfredatın sürekli ve sil baştan değişmesi öğrenci, öğretmen ve kurumlar üzerinde ciddi bir istikrarsızlık yaratır. Genç bir cumhuriyet olan ülkemizde de yöneticiler dil öğretim müfredatını sıklıkla çağın ihtiyaçlarına cevap vermek, ülkemizin ve vatandaşlarımızın uluslararası platformlardaki konumunu belirlemek ve değiştirmek ve bunu yaparken de küresel gelişimler ve yerel ihtiyaçlar dengesini sağlamak amacıyla değiştirmişler ve değiştirmektedirler. Bu değişiklikler dış etmenlere bağlı olduğu gibi iç dinamiklerle de yakından ilgilidir.
Eğitimde süreklilik ve kalite için sabit, uzun vadeli bir plan gerekirken bizde her birkaç yılda bir yön değiştiriliyor. Bu da öğretmenlerin derinleşmesine, yöntem geliştirmesine engel oluyor. Sonuçta, “dil edinimini uzun vadede güçlendiren” bir eğitim sistemimiz olmuyor; herkes her yıl yeniden başlıyor ama o süreç hiçbir zaman olgunlaşmıyor. Örnek verecek olursam, Türkiye Maarif Modeli ile yakın zamanda ülkemizde topyekûn bir müfredat değişikliğine geçildi. Konuyla ilgili yeterli bilgim olmadığı için bu model hakkında bilimsel bir tahlil yapmak için henüz çok erken. Ancak şunu diyebilirim ki, her değişiklik yeni kaynaklar, yeni kitaplar, yeni kazanımlar, yeni ölçme yöntemleri demek. Ve bütün bu yenilikler de ciddi bütçeler gerektirir. Belki de sil baştan yeni bir müfredat oluşturmak yerine uygulamada eksik ve güçlü yanlarının neler olduğunu bildiğimiz mevcut müfredat üzerine çalışıp yenilemek daha az maliyetli, daha çok tecrübeye dayalı ve daha etkili bir yol olabilir.
Ben dilbilimci değilim ama İngilizce ile Türkçe arasında ciddi dil farklılıkları olduğunu biliyorum. Bu farklılıklar da Türkiye’de dil öğretimi sorununa etki yapıyor olabilir mi?
Çok doğru bir tespit. Türkçe ve İngilizce yapısal olarak çok farklı iki dil. Türkçe eklemeli bir dil, kelime yapısı ve cümle kurgusu İngilizceye göre oldukça farklı. Öğretmen olarak çok sık duyduğum veya okuduğum kimi haberlerde, örneğin bir İspanyol veya bir Hollandalı vatandaşın sadece televizyon seyrederek İngilizce öğrendiğini. Ben açıkçası bu haberlerin asparagas olduğunu düşünmüyorum. İngilizce, İspanyolca, Almanca, Fransızca, ve hatta Farsça gibi Hint-Avrupa dil ailesine bağlı dillerin konuşucuları başka bir Hint-Avrupa dilini bizlere göre çok daha rahat öğreniyor. Dil bilgisel benzerlikler ve ortak bir kökten gelen kelimelerin birbiri ile benzeşmesi işi oldukça kolaylaştırıyor. Buna karşılık, ana dili olarak Türkçe konuşan öğrencilerimiz İngilizceye, ve özellikle dil bilgisi konularına, Türkçe düşünerek yaklaştıklarında, kelime sırası, zaman kullanımı ve cümle mantığı onlar için “doğal olmayan” bir hâl alıyor. Bu da öğrenme sürecini zorlaştırıyor.
Elbette bu aşılmaz bir engel değil, ancak öğretim yöntemleri bu farklılıkları destekleyecek şekilde tasarlanmıyor. Eğer öğrenciler bu iki dil arasındaki mantıksal farkları anlayacak şekilde yönlendirilse, öğrenme daha hızlı ilerleyebilir diye düşünüyorum.
Öğrenme ortamı ve altyapı koşullarının da etkili olduğu söyleniyor. Nasıl bir durumdan bahsediyoruz?
Türkiye’deki birçok okulda altyapı eksiklikleri çok ciddi bir sorun. Sınıflar kalabalık, teknolojik ekipman sınırlı, yardımcı materyaller yetersiz. Hatta bazı okullarda İngilizce öğretmeni bile bulunmuyor veya bir öğretmen birkaç okula birden bakmak zorunda kalıyor. Bütün bunlar yabancı dil öğrenimini kâğıt üzerinde planlanan seviyenin çok gerisine düşürüyor. Oysa dil öğrenimi kişiye özel farklı uygulamalar; işitsel, görsel ve metinsel olarak harmanlanmış kaliteli materyaller ve öğrencilerin öğrendiklerini kullanabilecekleri ortamlara erişim gibi farklı uygulamalara ihtiyaç duyar. Bizde altyapı eksiklikleri dolayısıyla eğitim “kitaptan okutulan gramer dersine” dönüşüyor ve dil öğrenimi anlamını yitiriyor.
Bu noktada şu noktayı da kaçırmamak gerek. Öğretmenlik pedagojik formasyon, sınıf yönetimi becerisi ve materyal hazırlayabilme uzmanlığı gerektiren çok yönlü bir meslek. Ben ve benim gibi İngilizce Öğretmenli konusunda uzmanlaşan eğitimcilerin üzerine düşen çok önemli bir görev var. Üniversitede meslek öncesi öğretmenler olarak okuyan öğrencilerimize gelecekte karşılaşabilecekleri altyapı eksikliğinden kaynaklı sorunları çözme becerisi kazandırmak. Şartlar sağlandığında öğretmenlik yapmak tabii ki önemli. Ancak şartlar sağlanmadığında elindeki imkanlarla en iyisini yapmayı da öğrenmek gerekiyor. Geçtiğimiz yıl bir konferansta, Gazze’de öğretmenlik yapan bir İngilizce öğretmeninin, okulunun bombalanmasına, elektrik olmamasına, sevdikleri yakınlarını kaybetmelerine ve aklıma gelmeyen birçok olumsuzluğa rağmen nasıl öğretmenlik mesleğini devam ettirdiği ile ilgili sunumunu dinledim. Çok etkilendim. Bizler sadece öğretmen değil aynı zamanda toplumsal dönüşümün bir parçasıyız. Sorunu sadece altyapı eksikliklerine bağlarsak, bu mesleği yapamayız.
Son olarak, pratik yapma imkânı meselesi de sık sık gündeme geliyor. Bu neden büyük bir sorun?
Kısa yoldan bir cevap vereyim: Pratik yapmak önemli çünkü bir dili öğrenmenin altın kuralı kullanılmazsa kalıcı hâle gelmeyeceğidir. İngilizcede bir söz var: Use it if you don’t want to lose it! Yani, kaybetmek istemiyorsan, kullan diye. Ancak sorun şu ki, Türkiye’de öğrencilerin İngilizceyi gerçek iletişim ortamlarında kullanma şansı çok az. Günlük hayatta İngilizce konuşabilecekleri insan sayısı ya çok kısıtlı ya da sıfır. Okul içinde ise ders süresi sınırlı ve konuşma etkinlikleri çoğu zaman dil bilgisi odaklı eğitim nedeniyle programa sığmıyor. Öğrencilerin dinleme, konuşma, hata yapma ve geliştirme döngüsüne girebilecekleri doğal ortamlar oluşmuyor. Dolayısıyla, yıllarca İngilizce dersi alan bir öğrenci bile kendini tanıtmaya gelince zorlanabiliyor.
Örneğin ben, üniversite sınavında yabancı dil puanımla Türkiye derecesi yapmış olmama rağmen üniversitenin ilk iki yılında tek bir cümle kuramadım sınıfta. İkinci yılın sonunda yaz tatilimi değerlendirmek üzere Alanya’ya gittim bir otelde resepsiyonist olarak çalışmak için. Döndükten sonra ancak derslerde konuşmaya cesaret edebildim.
Benim zamanımla karşılaştırdığımda, yani 90’ların sonu, 2000’lerin başına göre, dil öğrenmek için çok daha fazla olanaklara sahibiz şu an. İnternet sayesinde hem çevirim içi hem de çevirim dışı inanılmaz sayıda kaynak, araç ve uygulama mevcut bizler için. Ancak maalesef bu fırsatları örgün eğitime entegre etmekte biraz yavaş davranıyoruz sanki. Yine de, enformel öğrenme dediğimiz okul dışı öğrenme günümüz öğrencilerinin dil öğreniminde çok önemli bir yere sahip. Belki de müfredatı tamamen değiştirmek yerine mevcut müfredatı günümüz fırsatları ile zenginleştirmek çok daha etkili sonuçlar verebilir.
Çok teşekkür ediyorum cevaplarınız ve yorumlarınız için. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Bahsettiğim sorunlara eklenebilecek irili ufaklı başka bir sürü sebep daha tanımlanabilir. Ancak konunun uzmanları olarak biz akademisyenler, öğretmen eğitimciler, bilim insanları, öğretmenler, araştırmalarımızı Türkiye’de dil öğretimini daha iyi hale getirme amacıyla yürütürsek, okul-aile-toplum üçgeni içerisinde dil öğretim politikalarımızı daha gerçekçi hedeflerle belirleyip dil eğitim sistemimizin çok daha verimli hale gelmesini sağlayabiliriz. Atatürk’ün çok sevdiğim bir sözü vardır: “Vatanını en çok seven işini iyi yapandır!” der kendisi o vizyoner kişiliğiyle. Her ne kadar Türkiye’de dil öğretimi ile ilgili sorunların kaynağı bireylerde değil, sistemi biçimlendiren koşullarda olsa da bizlerin işimizi iyi yapmamız için her halükârda sorun değil çözüm odaklı olmamız gerekiyor.
Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...