Ayşenur Arslan
Malum şiirin yıldönümünde!
Tam 28 yıl önceydi.
12 Aralık 1997 günü Erdoğan, Siirt’te siyasetin ayarlarını değiştiren bir hamle yaptı.
Ziya Gökalp'in 1912 yılında Balkan Savaşı için yazdığı Asker Duası şiirini okudu. Ama şairin orduyu öven dizeleri yerine "Minareler süngü/ Kubbeler miğfer/ Camiler kışlamız/ Müminler asker," sözleriyle..
Erbakan hükümeti yeni sona ermiş, başbakanlık -bugünkü genç AKP’liler inanmaz belki ama CE HA PE’YE DEĞİL - Mesut Yılmaz’lı ANAP’a geçmişti.
O günlerde farkında değildik.. Sonradan anladık..
Milli Görüş’ün uzun ince yolunda taşlar birer birer döşenmeye başlamıştı.
Menzile varmak için gereken kıvılcım Siirt’te çaktı:
Şiirin yeni sözleri.. “Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlaması.. Bu gerekçeyle Erdoğan’ın Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde -TUTUKSUZ- yargılanıp 4 ay hapse mahkum edilmesi..
“Birileri” tarafından aranan kan bulunmuştu. Türkiye “şiir yüzünden hapis” yatacak dini bütün Erdoğan’ı konuşuyordu artık.
Erdoğan pansiyon tadındaki cezaevi günlerini “zulüm” diye takdim edip hatırlatmalara doyamadı.
Bugünse, yüzlerce kişi zulüm denebilecek koşullarda yaşıyor.
Merdan Yanardağ altı bir türlü doldurulamayan casusluk iddiasıyla Silivri’de..
Enver Aysever de sağcılık üzerine söyledikleriye..
Emre Kongar X’te hatırlattı: İslamcı yazar Yusuf Kaplan “laikler beyinsizdir” dediğinde Erdoğan da Saray kalemleri de oralı olmamıştı. Elbette yargı da durumdan vazife çıkarmaya teşebbüs etmemişti.
Dün dünde kaldı, biliyoruz.
Stüdyoda söyledikleri yüzünden Fatih Altaylı fiili saldırı maddesinden ceza aldı.
Tutuklu yargılamalar peşin cezaya dönmüş durumda. İddianameler “biz yazdık, oldu” tadında.
Halk TV internet sitesi dün, iddianamelerin nasıl hazırlandığına dair skandal bir örneği ortaya çıkardı:
“Gizli tanık ifadelerine dayandırılarak başlatılan İBB soruşturmasında beklenmedik bir itiraf geldi. Gizli tanık sıfatıyla yeminli ifadesi alındığı söylenen Ahmet Taşçı, “gizli tanık değilim” dedi. 19 Mart operasyonun hemen bir gün sonrasında dilekçe veren Taşçı, yeminli ifade verdiği iddiasını da kabul etmedi.”
Ahmet Taşçı 19 Mart operasyonu sonrasında savcılığa bir dilekçe vermiş ve duruma itiraz etmişti.
"Ben yemin altında bir beyanda bulunmadığım gibi, bizim sektörde kulaktan kulağa dolaşan konular hakkında duyduklarımı anlattım. Benim beyanlarım görgüye değil, duyuma dayalıdır. Söylediklerime dair doğrudan şahit olduğum bir olay yoktur. Beyanımda ismi geçen kişilerin tutuklandığını öğrendim. Bu durumdan dolayı vicdanım rahat değil. Ben kimsenin hakkına girmek istemem, kimsenin benim yüzümden bir zarar görmesini istemem. Dürüst bir vatandaş ve Allah korkusu olan biri olarak işbu dilekçeyi vermem gerektiğini düşündüm."
Gizli tanıklarla ilgili daha pek çok yanlış beyan yanında bu skandal en azından dilekçeyle kayda geçti, diyeceğim.. Gülersiniz diye diyemiyorum!
Ahmet Taşçı kendisini “dürüst bir vatandaş ve Allah korkusu olan biri” olarak tanımlamış.
Kendisini “kullanmaya kalkanları” nasıl tanımlamak gerektiğini bir yana bırakıp İBB davasının görüleceği İstanbul 40. Ağır Ceza Mahkemesi’nin resmi açıklamasını hatırlatmak istiyorum.
“Mahkeme kalemince düzenlenen "Yargılama Hedef Süre Formu"na göre, davanın tamamlanması için 4600 gün, yani yaklaşık 12,5 yıl öngörülüyor.”
Asgari ücret masasının kurulduğu günde gelen açıklamalara bakarsanız, dürüstlük ya da Allah korkusu zaten yeni Türkiye’de pek geçer akçe değil. Euro bir rekor kırıp 50 lirayı aşmışken, Saray köşecileri 5 bin lirayla gül gibi geçinme yollarını yazıp anlatmaya koyuldu. Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz yıllık tuhaflık kotasını dolduran bir açıklama ve ona eşlik eden “dertsiz tasasız adam” gülümsemesiyle arz-ı endam etti:
“Asgari ücreti çok yüksek yaptığımız zaman kayıt dışına kayış artıyor.”
Ne ima ettiği açık: İşveren asgari ücret yüksekse açıktan ödeme yapmaya başlıyor.
Yani.. Yani, kayıt dışına çıkanlar işverenler.
Sonuçta bunun mağduriyetini enflasyon hesaplamasında ve emeklilikte yaşayacak olanlarsa işçiler.
Neyse ki iktidar hazırlıklı!
İşçilerin “üretimden gelen güçlerini” kullanıp mazaallah greve falan gidebileceklerini öngörüp, güvenlik güçlerine bir tatbikat yaptırmış.
Tatbikatta bir grup polis, bir grup da işçi olarak rol almış. İşçiler ellerinde grev pankartlarıyla slogan atıp arada halaya dururken, polisler de onları gözaltına almakla meşgul olmuş.
Ana akım denilen malum televizyonlarda “tatbikat aslını aratmadı” başlığıyla verilmiş. Böylece aslının ne olduğu ve olması gerektiği de gösterilmiş: Polisin önce dağılmaları için uyarması.. Ardından gösteri icabı azıcık itip kakarak polis otobüsüne bindirmesi!
Görüntüler, zihnimden Kanal D günlerindeki bir anımı çekip çıkardı. İstihbarat şefimiz bir akşam elinde Birand’a iletilmek üzere bir notla koşarak gelmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla not şöyleydi:
“Sayın seyirciler şimdi tatsız bir son dakika haberi: Türk Hava Yolları’nda grev kararı alındı..”
İstihbarat şefine “Borsa’da THY hissen mi var” diye sordum. Şaşırarak “hayır” dedi. Hissesi yoktu ama grevin tatsız, yanlış bir şey olduğuna dair kanaati vardı.
Zaten birkaç yıl sonra, 15 Temmuz vesilesiyle Erdoğan iş dünyasına OHAL ilanını anlatırken sözünü sakınmadan aynı şeyi ifade edecekti:
“Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.”
Erdoğan bugün boşuna iş dünyasının önüne faturayı koymuyor.. “Asgari ücret konusunda iş dünyası elini taşın altına sokmalı” demiyor..
28 yıl önce bir şiirle “başlatılan” yürüyüş; günümüzde ekonomiden ifade özgürlüğüne.. Uyuşturucu salgınından her türlü şiddete.. Vahim bir durakta.
Ama farkındalar mı bilmiyorum; Şiirdeki minareler artık kılıfına uydurulamıyor.