Mustafa K. Erdemol
Bir “darül harb” söylemi: “Uzanan dilleri koparmak”
Tarihte önemli roller oynamış büyük liderlerin ortak paydalarının, sert karakterli olduğunu iddia eden kimi siyasal bilimciler var, rastlamışsınızdır. Bununla söz konusu liderlerin, çok kimsenin cesaret edemeyeceği tarzda kararlar almaları kastediliyorsa iddia pek de yanlış sayılmaz. Özellikle hukukun bir devlet uygulaması olmadığı dönemlerin liderleriyse söz konusu olanlar, daha da doğrudur bu.
Ama iddia sahipleri herhalde demokrasiyle yönetildiği sanılan ülkelerde de yasayla, hukukla zaman kaybetmek istemeyen figürler olduğunu, onların da “sert karakterli” olduklarını biliyorlardır. En yumuşak görünenlerin bile “yasa çiğneme” konusunda “sert” olduklarından haberdardırlar umuyorum. Kendisinden öncekilerce yapılmış iyi kötü bir anayasa için “bir kere delmekle bir şey olmaz” diyenler de bunlardan sayılır. Bu tipler, “pragmatik tonton” diye sevilirlerdi de üstelik.
Kararlarında, gerek duydukları meşruiyeti yasalardan değil kamunun bir kısmından alan politikacı tipini de atlamak olmaz. Tarihte vardılar, günümüzde de varlar çünkü. Yapıp ettiklerinin yasayla çatışması durumunda, yasanın karşısına “millet değerleri” ile çıkan politikacı tipi de çok yaygın dünyada. Filipinler’de Duterte, Macaristan’da Orban, ABD’de Trump, Türkiye’de de Erdoğan örnektir buna. Bu, demokratik olduğu kabul edilen ülkelerde, demokrasi ilkeleriyle “iktidarı” denetlenen liderler için elbette geçerli değil. Bu tür ülkelerde ne olursa olsun, bağlayıcı yasa, değiştirilmeye gerek duyulduğu ana kadar uygulanması gereken yasadır. Kimi tutumlarının kamu nezdinde haklı görülmüş olması herhangi bir lidere o yasayı çiğneme hakkı vermez. Yani “millet böyle istiyor” cümlesi demokratik bir içerik taşısa da demokrasilerde keyfiyet amaçlı bir şart olarak dayatılamaz. Gerçek bir demokraside istediğini ifade etmesine yarayacak mekanizmalar var çünkü “milletin”; seçim gibi, referandum gibi. Dolayısıyla yasa orada durdukça “millet istiyor”a sığınamaz her kafası esen.
Meşruiyetlerini yasalardan değil de kamunun bir kesiminin desteğinden alan liderlere Türkiye gibi “demokrasisi yaralı” ülkelerde daha çok rastlanıyor. Liderin, yasaları tamamen işlevsiz hale getirmese de kısmen devre dışı bırakan gücünün belirleyiciliği öne çıkıyor. Türkiye benzeri ülkelerde kamunun bir kısmının da, yasaların içeriklerini değil, liderin gerekçelerini kabul etme eğiliminde olduğu unutulmamalı. “Yaralı demokrasi”lerde toplumdaki tüm dengeleri gözeterek oluşturulduğu varsayılan yasaların, kimi çözümlerin önünde engel olduğunun sanıldığı zamanlarda liderin tutumu belirleyici olmakta. O nedenle liderin yasa karşıtı, ancak toplum gözünde meşru sayılabilecek tutumları taraftar toplar her zaman. Şimdi kaldırılmış olan bir hükümet politikası idi İstanbul Sözleşmesi, devletin başı olarak bu Sözleşme’ye karşı olduğunu açıklayan Erdoğan’a verilen desteği anımsayın. Erdoğan’ın tutumu “kanun karşıtıydı” ama kamunun bir kısmının gözünde “meşru”ydu.
Rusya’nın “sert” lideri Vladimir Putin’in, işçilerine paralarını ödemeyen fabrika sahiplerini, azarlaması bir başka örnektir. Manzara şuydu: Putin, ziyaret ettiği bölgede üretim yapan fabrika sahiplerini bir masada toplamış, önlerine bir beyaz kağıt fırlatıp, işçilere paralarının ödenmesi talimatını yazdırmıştı. Putin’in “müdahalesine” gerek duyulmadan yapılabilecek yasal/normal bir uygulamaydı bu, ancak Başkan’ın, kendi inisiyatifi ile hayata geçirdiği, keyfi bir tutum olarak belleklere kazılmıştır. Mahmud Ahmedinejad da, bankaların yoksullara kredi ya da borç vermelerini sağlayarak, uyguladığı popülist politikalarla söz konusu bankaların çöküşüne yol açmıştı ülkesinde. Bunlar, liderin halkta “meşru” karşılık bulan uygulamalarıdır. “Faydacı” temelde bir politika olduğundan halk üzerinde olumlu etki uyandırmış, yasalarda yer almayan bu uygulamalar Putin’in de, cumhurbaşkanlığı döneminde Ahmedinejad’ın da popülaritesini yükseltmiştir.
Erdoğan da yasalarda yer almayan “meşru yetkiler”e sahip biri. Bu yetkileri kamunun bir kısmının öfkesine/hassasiyetine ayarlı üslupla kullanıyor çoğu zaman. Yasal olmayan, ama meşru hale gelen birçok tutumu, “kamu hissiyatı”nı kullanma becerisiyle da doğrudan ilgili. Resmi görevleri arasında “dil koparmak” elbette –şimdilik- yoktur ama kamunun bir kısmının “meşru” bulduğu, uygulaması halinde destekleyeceği bir tutumdur bu. Resmiyetini de meşruiyetten alır.
Devlet dilini kullanmak, devletin çıkarları söz konusu olduğunda, bunu, yasalara dayanarak yapmak demek. Kamu dilini kullanan politikacı, devlet dilini kullanmadaki kadar titiz olmaya ihtiyaç duymaz. Sözüm ona “devlet/sermaye çıkarını”, “millet istiyor” gerekçesiyle kamu diliyle anlatabilmek ayrı bir liderlik becerisidir ki, Erdoğan, bu konuda başarılı ancak son derece tehlikeli bir lider portresi çiziyor. “İsteseler de istemeseler de olacak” türü çıkışlarını hatırlayın. Toplumun büyük bir kesimine düşman olması da o “kesimin” umut bağladığı yasalara aldırmamakta işini kolaylaştırıyor. Kendisine yasaları hatırlatanlar ya “terörist” ya da “Beyaz Türk” oluyor gözünde bu nedenle. Onlara olan “kinini” dile getirdiği mekanların “meclis” ya da camii olması da fark etmiyor bu yüzden.
Ancak “dil koparma”nın, da “kılıçla vaaz” vermenin de mekanının camii olması, cami dışı tüm kamu alanlarının “dar ül harp” kabul edildiği anlamına geliyor.
Bu hiç de “iyi bir anlama” gelmiyor.