Türkiye Cumhuriyeti 100. Yılına nasıl girecek?

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919’un 100. yılını kutladık.
Seneye 23 Nisan l920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yılını kutlayacağız.
Ve 4 sene sonra 29 Ekim 1923 günü, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümüne ulaşacağız.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla asırlık bir çınar…
Çağdaşlarının birer birer tarihe gömüldüğü 20. yüzyılı ayakta geçirmemizi ve 21. yüzyılda asırlık bir cumhuriyet olarak varlığımızı sürdürmemizi büyük önder Atatürk’e borçluyuz. Yıllarca birçok yönden saldırı altında kalsa da, ileriyi görerek Atatürk’ün attığı temellerin sağlamlığı yüz yıl boyunca test edildi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti ile aynı zaman diliminde tarih sahnesine çıkan Sovyetler Birliği dahil birçok ülke bugün yok. Etrafımızda hâlâ var olan komşularımız ise demokratik-laik sistemden çok uzak, emperyal güçlerin işgali veya yönlendirmesi altında ağır bir iç savaş yaşıyor. 
Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra dünyaya egemen olan neo-liberal düzen Ortadoğu’yu, Afrika’yı “özgürleştireceğiz” yalanıyla parçalamakla meşgul.
Türkiye, komşuları gibi bir işgal veya iç savaş sorunuyla karşılaşmadı ama iç ve dış sorunlar açısından ağır bir dönemden geçiyor.
Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına nasıl girecek? Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği çağdaş uygarlık yolunda ilerleyen bir ülke olarak mı? Bu yoldan uzaklaşmış, batıya sırtını dönmüş, demokratik-laik sistemi gerilemiş bir Ortadoğu ülkesi olarak mı?
Bu soruların yanıtları, 100. yılına giderken sürüklendiği yol ayırımında, hangi yola sapacağına bağlı.
Türkiye ya Atatürk’ün temellerini attığı ve hedef gösterdiği gibi insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik-laik sistemini güçlendirerek yoluna devam edecek ya da neo-liberal yeni dünya düzeninin gösterdiği demokrasiden ve laiklikten uzak, din temelli sosyal ve siyasal yapılanmanın tamamen hakim olacağı yola…

ATATÜRK MODELİ Mİ, ILIMLI İSLAM MODELİ Mİ?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren Soğuk Savaş döneminden sonra kurulan yeni dünya düzeninde ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol, Ortadoğu ve Afrika’da giderek otoriterleşen ve anti-Amerikancı  ortak çizgide birleşen Baas’cı ortak anlayışa sahip İslam ülkelerine, “Ilımlı İslam” modeliyle liderlik etmek ve bu ülkeleri uluslararası sisteme entegre etmekti. 
Türkiye için bu modelin ideolojisini Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” (1996) kitabında ortaya koydu. Türkiye’nin kurucusu Atatürk’le vedalaşmasını, onu tarihi yerinde bırakmasını, laik düzenden vazgeçmesini, İslam ülkesi olmasını ve ılımlı yapısıyla da tüm İslam ülkelerini yönlendirecek bir merkez ülke olmasını öneriyordu.
Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi, Türkiye için önerdikleri de dahil olmak üzere ABD, Türkiye ve Ortadoğu konusunda uzmanlaşmış Paul Hanze ve Graham Fuller tarafından ete kemiğe büründürüldü.
Atatürk’ü reddetmeyi öneren raporlar ve makaleler yazdılar. Türkiye’ye, “neden Osmanlı’yı canlandırmasın” yollu hedefler gösterdiler.
ABD bir taraftan Atatürk’ü ve laikliği rafa kaldıracak bir model önerirken diğer taraftan 1991 Birinci Körfez Savaşı’ından sonra Türkiye’nin ulus devlet yapısını yıkmayı hedeflemiş PKK’yı da siyasi ve askeri olarak desteklemeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP, bölgede 22 ülkenin sınırlarının değiştirilemesi, etnik ve mezhepsel devletçiklere bölünmesi projesi) katmak karşılığında terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmekle birlikte, örgütünü ve siyasetini desteklemeyi sürdürdü.
Demokratik-laik Türkiye Cumhuriyeti yerine “Ilımlı İslam modeli”ni hayata geçirmek üzere Fetullah Gülen’in ABD’de koruma altına alınması ve hareketinin desteklenmesi de tesadüf değildi.
ABD bu modelin, dini referansları önceleyerek siyaset yapan AK Parti iktidarı döneminde daha kolay hayata geçirilebileceğini düşündü. İktidarı bu hevesle uzun süre destekledi. AK Parti iktidarı ise siyasal yaklaşımına çok ters düşmeyen dini referansların hakim olduğu, Atatürk ve laiklik simgelerinin silikleştiği, Atatürk’ten ziyade Abdülhamit’le övünen ve anılan bir model kurma yolunda 17-25 Aralık ve 15 Temmuz hain darbe girişimine kadar Gülen hareketiyle birlikte yürümekte sakınca görmedi. Ancak, sonuçta aldatıldığını söyleyerek yolları ayırdı.
Benzeri bir aldatılmayı çözüm sürecinde yaşadığını da gördü. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidarı kaybettiği gibi, PKK’nın Kobani’yi örnek alarak silahla Güneydoğu’da egemenlik kurma girişimi karşısında politikasını 180 derece değiştirdi.
Tek başına yürüttüğü iktidarın 17 yılının sonunda, bugün, yanında Fetullah Gülen hareketi yok, aksine karşısında onu askeri darbeyle devirmeye kalkmış FETÖ var. Çözüm sürecinde onu sandıkta destekleyen PKK destekli Kürt hareketi yok, karşısında yer alan bir siyasal hareket var.
20 yıla yaklaşan bu süreç, Türkiye’yi, Atatürk’ün temellerini attığı demokratik-laik rejimden ve ulus devlet yapısından vazgeçirmeyi sağlayamadı. Türkiye’nın yarısı hatta daha fazlası bu dönüşüme izin vermedi, karşı çıktı. 
Bu gerçek seçim sandığına da yansımaya başladı.
İşte bu noktada Türkiye hızla bir yol ayırımına da geldi.

ORTAK SORUMLULUK

Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmaya hazırlanırken, siyaset kurumu bir karar vermek zorunda. Bu konuda iktidar da muhalefet de sorumluluk taşıyor.
Ya Atatürk’ün gösterdiği gibi demokratik-laik sistemi güçlendirecek bir yola girecek ya da aksi yola girerek, çağdaş uygarlık kazanımlarını kaybedecek.
Kuşku yok ki birinci yola girmeli ve 100. yılında Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık yolunda ilerleyişini sürdürebilmeli.
Sorun bir seçimi, özellikle de İstanbul seçimini kazanıp kaybetmenin çok ötesinde yaşamsal bir önem taşıyor.
Siyaset kurumu,  iktidarıyla muhalefetiyle bu gerçeği görmeli ve ona göre hareket etmelidir.
Türkiye demokratik-laik niteliklerini güçlendirerek yoluna devam etmelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fikret Bila Arşivi