Haldun Solmaztürk yazdı..."Orduda Kıdem & Liyakat ve Biat ‘Doksan beş yılık emek sıfırlandı..’
Bu sözler, eski Donanma Komutanı (emekli) Oramiral Nusret Güner’in: “Terfi ve atamalara bakıldığında; TSK [Türk Silahlı Kuvvetleri]’nın siyasi otoritenin sadece emrinde değil, oyuncağı durumunda olduğu açık. 95 YILLIK EMEK SIFIRLANDI.” (Vurgu kendisinindir. HS)
Tespit yerindedir.. Bu tespitin, 2012’de 10. ‘Kumpas’ Ağır Ceza Mahkemesinin, ‘Balyoz’ mahkumiyet kararlarından sonra, ikbal makamındayken, “Arkadaşlarımız birer birer hapse atılıyor, elimizden hiçbir şey gelmiyor. Gelmediği gibi, bir de biz buna yardım ediyoruz” diyerek, istifa eden bir askerden gelmesi ona değer katıyor, dikkat çekiyor. (Yargıtay 9. ‘Cemaat’ Dairesinin, bir yıl sonra ‘Balyoz’ kararlarını onaması üzerine aynı nedenle Koramiral Atilla Kezek ve Tuğamiral Sami Örgüç de istifa edeceklerdir.)
Belki, ‘doksan beş’ değil de tam olarak ‘yüz dört’ yıllık emek sıfırlanıyor.. Yani, 1913’te Alman Askeri Heyeti’nin gözetiminde başlayan, Türk ordusunda terfilerin sadece ‘askeri liyakat’ esaslarına dayandırılması ve ordunun ‘siyasetten arındırılması’ süreci bir kez daha darbe alıyor—bu sefer siyasi, sivil iktidar eliyle.. Bu darbe diğerlerinden çok daha şiddetli.. Sonuçları itibariyle de—bir an önce tedbir alınamazsa—etkisi daha kalıcı, daha yıkıcı, daha uzun süreli olabilir..
Osmanlı ordusundaki ıslahat arayışları ve Alman askeri—ve siyasi—etkisi, 1877-78 Osmanlı- Rus Harbi sonrasına, 1880’lere götürülebilir. Ancak 1912-13 Balkan Harbi felaketi, II. Abdülhamit döneminin ‘yarım-yamalak’ tedbirlerinin ordudaki bu iki müzmin hastalığa deva olmak bir yana, ‘biat’ beklentisiyle daha da beter hale getirdiğini en acı şekilde göstermiştir. O günleri kısaca hatırlayalım.. İttihat ve Terakki 1912 ‘Sopalı seçimiyle’ iktidarda kalmasına rağmen tabanını kaybediyordu. Sıkıyönetim ve siyasi yasaklarla da muhalefeti bastıramayınca, sonunda Ağustos 1912’de Meclis’i feshettiler ve Ocak 1913’te—Balkan Harbi devam ederken—kanlı bir askeri darbeyle iktidara el koydular. Balkan Harbi biter bitmez de, Ekim 1913’te Almanya ile ‘Alman Askeri Heyeti’ anlaşmasını imzaladılar.
Aralık 1913’te İstanbul’a gelen Heyet Başkanı Korgeneral Liman von Sanders, 1. Kor. Komutanı ve ‘Yüksek Askeri Şura’ üyesi olarak atandı. Protokolde Harbiye Nazırı’ndan sonra geliyordu. Bütün askeri eğitim ve öğretim kurumları emrine verildi. Türk subaylarının terfi, atama, görev ve yer değiştirmelerinde, yani YAŞ’ta, ‘oy hakkı’ vardı. Sanders kısa bir süre sonra, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından orgeneralliğe, Osmanlı hükümeti tarafından da mareşalliğe terfi ettirildi ve ‘Genel Müfettiş’ yani ‘orduların komutanı’ olarak atandı. II Abdülhamit’in ‘saray paşaları’ ve sadık ‘alaylılar’ ordudan bu sayede, İttihat ve Terakki’nin—Abdülhamit’inkinden zerrece farkı olmayan—ilkel yönetim anlayışına ve dayatmacı siyasi kültürüne rağmen ayıklanabilmişlerdir.
Yarbay Mustafa Kemal’in Gelibolu’daki sıradışı başarılarıyla önce ‘albaylığa’ sonra da ‘tuğgeneralliğe’ terfi ettirilmesi de, ‘biatçı’ Enver paşa’nın açık muhalefetine rağmen, ‘liyakatçi’ Liman von Sanders sayesindedir. Kut’u, Çanakkale’yi kazanan, Galiçya’da emsallerine örnek muharebe gücü sergileyen, sonrasında Büyük Taarruzu başaracak, Türk İstiklal Harbini kazanacak
kadrolar bu sayede oluşturulabilmiştir. Bu süreci tamamlayan 1924’teki gelişmelerdir. Daha 19 Aralık 1923’te, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 385 Sayılı Kanunla ‘Asker milletvekilleri, askeri nizama tabi olup, komutanlık görevleri uhdelerinde bulundukları sürece meclis çalışmalarına katılamazlar” denerek ordu komuta heyetinin siyasetten uzak durması kanuna bağlanmıştı. Atatürk, 1922’de Saltanat’ın kaldırılması, 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924’te Halifeliğin de kaldırılması üzerine ‘kazan kaldıran’ İstiklal Harbi’ndeki en yakın silah arkadaşlarının ya ‘milletvekili’ olarak siyaset yapmaları, bunun için de hemen ordudan ayrılmaları, ya da hemen milletvekilliğinden istifa edip sadece ‘askerlik’ yapmalarını istemiş ve bunu sağlamıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra eski hastalık hortlamıştır. Fevzi Çakmak, 1944 yılında (68 yaşında) 23 yıldır yürüttüğü Genelkurmay Başkanlığı görevinden emekli edilince, alınmış ve Demokrat Partiye yanaşmış ve 1946 seçimlerinde DP listesinden ‘bağımsız’ milletvekili seçilmiştir. ‘Mareşal’in sonraki hikayesi ve yakın siyasi tarihimizdeki yeri malumdur. Kahraman Kore Türk Tugayı’nın Komutanı ile Alay Komutanı arasında—hem görevdeyken, hem de emekli olduktan sonra—geçen utanç verici olaylar ve nasıl siyasilerin oyuncağı olduklarını her ‘asker’ okumalı, öğrenmelidir. 1950-1960 dönemi, ‘askerlerin’ bakanların ‘paltolarını tuttukları’, “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım. Ben orduyu yedek subaylarla da idare ederim” rahatsızlığı ve vehmi içindeki hükümetler dönemi olarak hafızalardadır.
27 Mayıs 1960 bir kırılmadır. Ne yazık ki, sivil-asker ilişkileri o zaman da—hiçbir zaman—demokratik bir zemine oturtulamamıştır. Böyle bir arayış, çaba da olmamıştır—2000’li yıllara kadar.. Ki o fırsat da heba edilmiştir. Ordu, 1960’tan 2011’e kadar, kendini bir taraftan—iyi kötü—siyasetin müdahalesine karşı, öte yandan da—1960, 1962 ve 1963 olaylarından sonra—ürktüğü ve korktuğu ‘şövalyelerden’ korumaya çalışmıştır. (Bütün bunların, ‘askeri vesayet’ arayışına bağlanması kısmen doğru olmakla beraber eksiktir. Komuta heyetleri ne kadar—zaman zaman doğrudan—siyasete bulaşsalar da ordu, subaylar, genel olarak siyasete mesafeli durmuşlar, siyasi görüşlerini kendilerine saklamışlar, askeri görevlerine odaklanmışlardır.)
Sonuçta, askerliğin özü olan amirlere ‘mutlak itaatle’, üstlere ve amirlere olması gereken saygı, onlara kayıtsız şartsız ‘biat’ ve ‘kişisel sadakat’ beklentisiyle karıştırılır hale gelmiştir. Ancak, terfi ve atama sistemi her yıl biraz daha yozlaşsa da, kararlarda yine de, istenilmese de, zorunlu olarak ‘liyakat’ öne çıkmıştır. Bunu sağlayan, her şeye rağmen muhafaza edilen sicile bağlı ‘kıdem’ esası ve ‘rütbe bekleme süreleridir’. Artık bu sigortalar yoktur.
25 Ağustos 2017 günü yayınlanan 694 sayılı Kanun Hükmünde Olağanüstü Hal Kararnamesi (KHK) bir çok yasada kapsamlı değişiklikler yapıyor. Hükümet (Cumhurbaşkanı—ve de iktidar partisinin Genel Başkanı) bunu Meclis’in yetkisini gasp ederek yapıyor.
OHAL ilanının amacıyla ilgisi olmayan ve mutlaka kanunla düzenlenmesi gereken alanlarda KHK ile yetki kullanıyor, kanunları değiştiriyor, ki bunlar arasında Askerlik Kn., TSK Personel Kn. ve
Harp Okulları Kn. da vardır. (Bunların tümü, açıkça, Anayasaya aykırıdır ve bunlara dayanarak yapılan tüm idari tasarruflar gayri-meşrudur.) Değişikliklerden biri de, ordudaki terfilerde, Abdülhamit dönemi gibi, ‘rütbe bekleme sürelerinin’ VE ‘sicil şartının’ kaldırılmasıdır. Zaten fiilen çöpe atılan ‘kıdem’ kriteri ve bu
KHK ile ortadan kaldırılan ‘rütbe bekleme süresi’ ve sicil kriterleriyle birlikte, terfi ve atamalarda ‘liyakatın’ sigortası artık kalmıyor, siyasi—ve keyfi—kriterler hakim oluyor. Bu değişiklik, orduda asıl olan astlar ve üstler arasındaki güveni temelinden sarsacak niteliktedir.
“95 YILLIK EMEK SIFIRLANDI..!”
tespiti, bu yüzden doğrudur. Bu yol daha 2014’te—yani, malum 15 Temmuz’dan önce—6519 sayılı ve 11 Şubat 2014 tarihli kanunla açılmıştı.. ‘Rütbe bekleme süresini tamamlamaya bir yıl kalanların da’ YAŞ değerlendirilmesine alınmasından, 2014 ve 2015’deki terfilerde kimlerin yararlandığına bakmak ilginç ve öğretici—Seyirci vaz’ı alanlar için de uyandırıcı—olabilir. Şimdi, bir yıl ‘hiç’ yıla indiriliyor ve ‘sicil şartı’ da, ‘Yüksek Askeri Şura Başkanının’ kararına bağlı olarak, kaldırılıyor. YAŞ Başkanı’nın kim olduğu bellidir, kimlerin sayısal üstünlüğe sahip olduğu da.. YAŞ’ın sekreterya görevini yürüten Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürünün safahatı da..! Bakanın safahatı da..! Ne beklenebilir? Dikkat edilmesi gereken, aynı ‘usülün’ emeklilikler için de geçerli kılınması.. Artık ‘Parti’ istemediği general veya amirali, sicili, kıdemi, rütbede hizmet süresi ne olursa olsun, yani ‘askerlik’ mesleğinin tüm gereklerini göz ardı ederek, keyfine göre, ‘beklemeden’ tasfiye edebilecek..
Genelkurmay Başkanı, 30 Ağustos (2017) mesajında “Her yönüyle milli” bir ordudan ve “Üstün niteliklere sahip” personelden söz ediyor. Bu nasıl olacak.. Terfide; sicili, kıdemi—gelişme, deneyim ve olgunlaşma için esas olan—rütbe bekleme süresini çöpe atar, terfiyi tümüyle ‘Parti liderliğinin’ keyfine bırakırsanız nasıl ‘milli’ kalınacak, ‘üstün nitelikli personel’ nasıl seçilecek..? Gençler, nasıl teşvik, motive edilecek? ‘Parti’, uygun görmediği generali, amirali—sicili, kıdemi, hizmet süresi, yani ‘liyakatı’ ne olursa olsun—keyfine göre ‘tasfiye’ edebiliyorsa, ‘nitelikli personel’ orduda nasıl tutulacak..?
Nasıl..?
Bazı emekli askerler, herhalde iyi niyetle, bu yılki terfi—ve atamaların—usüldeki çarpıklıklara rağmen ‘iyi’ ve isabetli olduğunu, liyakatın esas alındığını, hatta kuvvetlerin “emin ellerde olduğunu” söylüyorlar. Buna genel olarak ben de, AMA ihtiyatla katılıyorum.
Göreceğiz..!
William Blake’in ‘Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir’ sözü herkes için üzerinde düşünülmeye değerdir. Unutmayalım ki, bugün açıkça Anayasa’ya aykırı KHK’larla, ‘keyfi’ yetki kullananlar, yarın aynı yetkileri başka türlü de kullanabilirler. Nasıl kullanacakları da deneyimle sabittir.. 2013’te, Necdet Özel döneminde, Hulusi Akar’ın, ordu komutanlığı yapmadan ve kendisinden daha kıdemli iki orgeneral varken, Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmasıyla başlayan süreçte, o günden bugüne olan biten ortadadır.
Üstelik, rütbe ve makama ‘layık’ olanlar bile, bu koşullarda, töhmet ve haksız şaibe altında kalabilirler. İnsan tabiatından gelen zafiyetlerle başlayan süreçler, dedikodu ve karalama,
ordunun moral ve motivasyonunu, muharebe gücünü zedeler. Enver Paşa döneminde olduğu gibi..!
Bu işin bir de ‘ordu-dışı’ boyutu vardır. Türk halkının yüzde elliden fazlasının ‘parti devletine’ karşı çıktığı 16 Nisan referandumunda açıkça görülmüştür. YAŞ kararlarının sadece ve sadece Parti’nin tasarruf ve tercihlerine dayalı hale getirilmesi benzer bir algıyı ve etkiyi—kaçınılmaz olarak—kamuoyunda da yaratacak, ordu komuta heyeti ile milletin arasını daha da açacaktır.
‘Parti ordusu’ görünümü veren bir terfi ve atama sisteminin uluslararası ortamda, özellikle de başta NATO olmak üzere askeri çevrelerde, Türk ordusuna bakışı olumlu yönde değiştireceği
beklenmemelidir. Bu gelişmeler, uluslararası karargah ve operasyonlarda, Türk general ve amirallere verilecek kadro, görev ve yetkileri de etkileyecektir. ‘Yeni devlet’ kuranların, “Beğensek de beğenmesek de” Yüksek Askeri Şura—ki artık sadece adı askeridir—süreçlerini bu yeni devletin ‘Parti’ ordusunu inşa etmek için kullanmaya devam edeceklerini, herkes gibi elbette ben de biliyorum, görüyorum. Bu yazdıklarım siyasi ‘muhalefete’ soyunanlar içindir. Kimse ‘Liman von Sanders’ beklemesin..! Dün afrayla tafrayla Türkiye’nin ‘asker sorunu’ için ciltlerle kitap yazanlar, on yıllarca dünyanın her yerinde, yorulmadan ‘Türk askerini’ şikayet edenler, artık asıl sorunun ‘demokratikleşme’ olduğunu, asker sorunu dedikleri sorunun da sivil-asker- toplum
ilişkilerinin çağdaş demokratik bir zemine oturtulması sorunu olduğunu anlamalıdırlar.
Anlamak yetmez, anlatmalıdırlar..
O da yetmez, siyasi programlarına almalıdırlar..
2019’a az kaldı.. ‘Tek adam’ yönetimindeki Parti devleti, tüm boyutlarıyla, daha şimdiden hayata geçiyor..
Akılsızca, hatta aptalca hatalarla, suni gündemlerle kaybedilecek zaman yoktur, kalmamıştır..
30 Ağustos 2017