Akşener: O ucube kanala izin vermeyeceğiz
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, TBMM'de gerçekleşen grup toplantısında gündemi değerlendirdi.
Akşener, yaptığı gezilerde esnafın, çiftçinin sorunlarını aktararak Erdoğan'a seslendi ve "Sayın Erdoğan sen kafanı kuma gömmek istesen de bu dertlerin hepsi gerçek, notlarımızı alıyor, çözümleri için çalışıyoruz. İlk sandıkta seni gönderip hepsiyle biz ilgileneceğiz, biz." dedi.
Öte yandan Akşener, konuşmasında "AK Parti için küçük, milletimiz için büyük bir yolsuzluktan bahsetmek istiyorum" diyerek geçtiğimiz günlerde İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun da gündeme getirdiği 'yolsuzluğu' anlattı. Akşener, "Vatan Caddesi'nde belediyeye ait olan bir yeşil alan bir firmaya beş milyon liraya satılıyor. Bir düzenleme ile yeşil alan olmaktan çıkarılıp imara açılıyor, böylece fiyatı katlanıyor. Bir süre sonra aynı arsayı, aynı İBB 430 milyon liraya geri alıyor. Böyle bir şey mantık, akıl, yürek neresi alır burayı? İki kalem oynatma ile oynatılan bu rezaletle milletin belediyesi yani milletin ta kendisi 425 milyon zarara uğratılıyor. Bitiyor mu? Bitmiyor. Aynı arsa tekrar yeşil alan oluyor ve bugünkü piyasa değerine göre fiyatı 90 milyon lira oluyor. Şu yüzsüzlüğe, soyguna bakar mısınız? " dedi.
Akşener'in satırbaşları ise şöyle:
Lafa geldi mi, yerli ve milli olduğunu söyleyen bu iktidarın işi gücü, yabancılara kazandırmak. Kendi çiftçisi zor durumdayken, elin çiftçisini zengin eden de bunlar, Kendi yetiştiricisi perişanken, angus alıp başka ülkeleri zengin eden de bunlar. Kendi şeker fabrikalarını, yok pahasına satıp, stratejik bir ürünü, gayrı milli hale getiren de bunlar, Yeni Amerikan Başkanı’na şirin görünmek için, Cargill’in şekerindeki zehir miktarını artıran da bunlar. Biliyorsunuz, Amerikan Cargill şirketi, 3 yıldır ısrar ediyordu. Nişasta Bazlı Şeker kotasının artırılmasını istiyordu. Başta biz olmak üzere, birçok kişi ve kurum karşı çıktık.
Neden? Çünkü, NBŞ dediğiniz Amerikan mısırından üretiliyor. Bizde ne var? Şeker pancarı. Yani isteniyor ki, Türk’ün pancar şekeri değil, Amerikalı’nın mısır şurubu kullanılsın. Yani isteniyor ki, Türk çiftçisi kaybetsin, Amerikan çiftçisi kazansın.
Sonunda ne oldu? Bir gecede yönetmelik değişti, ve NBŞ kotası, yüzde 2 buçuktan, yüzde 5'e çıkartıldı.
Önce şeker fabrikalarımızı yok pahasına sattılar, şimdi de NBŞ kotasını artırarak, çocuklarımızın sağlığını satıyorlar. Cargill’den hem mısır şurubu, hem de Tarım Bakanı ithal eden bu ucube sistemin, ve onun arkasındaki bu çarpık zihniyetin özeti işte budur. Bu çarpık zihniyet, ne milletini düşünür, ne de çocuklarının sağlığını düşünür. Bu çarpık zihniyet, işine geldiği sürece yerli, koltuk tehlikeye girene kadar da millidir. Bu kadar basit. Siz sakın ola, Sayın Erdoğan’ın “Yerli ve Milli” nutuklarına inanmayın. Yerlilik ve millilik, önce insanın yüreğinde olur. Önce aklında, önce fikrinde, önce zihniyetinde olur. Bunlarınki gibi, sadece sözde olmaz. Çünkü yerli ve milli olmak, tutarlılık ister. Her durumda önce millet, önce memleket diyebilmek ister. Şahsını milletinin önüne koyanlardan, yerli de olmaz, milli de olmaz. Nitekim, sözüm ona, ultra “Milli” olan bu arkadaşlar, son olarak, bir başka utanmazlığa daha imza attılar.
Çin’in, Uygur kardeşlerimize uyguladığı soykırım karşısında sergiledikleri, utanç verici pısırıklıkları yetmemiş gibi; Şimdi de, Dünya Uygur Kongresi Başkanı, Dolkun İsa’nın, ikinci vatanım dediği, Türkiye’ye girişine izin vermediler. İşte size Sayın Erdoğan ve ortaklarının dillere destan yerliliği ve milliliği. İşte size, yoluna baş koyduğu İhvan kadar yerli Sayın Erdoğan ile, tehditçi Çin elçisi kadar milli ortakları…
'Çiftçilerimizin, esnafımızın durumu perişan'
Geçtiğimiz hafta Karabük’teydim. Pazartesi günü de Niğde’ye gittim. İktidarın beceriksizlikleri sonucunda Karabüklü, Niğdeli esnafımızın, çiftçimizin durumu perişan. Karabük merkezde, genç bir kardeşimin oyun kafesi varmış. Diyor ki; 'Benim 16 aydan beri dükkânım kapalı. 2018’de, 300-400 bin lira bir yatırım yaptım, şu anda bitmiş durumdayım.' Safranbolu’da lokantacı bir kardeşim diyor ki; 'Okullar kapalı, askerler çarşıya çıkamıyor, müşteri yok. Biz nasıl geçineceğiz?' Kahveci kardeşlerim, 'Açız' diye pankart açtılar. 'Mağdur olduk, bize sahip çıkan yok' diyorlar. Yenice’de elektrikçi bir kardeşim diyor ki; 'Biz 17 gün kaldık evde ama bankalar çalıştı. Esnafın çek-senet ödemeleri var. 1 ay ileri ötelendi ama, 1 ay sonra yine tıkandı. Geçen sene kredi aldım, 150 bin lira kredi borcum var. İş yok, müşteri yok, bunları nasıl aşacağız? Bu borcu nasıl ödeyeceğiz?' Yenice’de yerel gazeteler, muhabirler bile zor durumda.
'Yerel basına vefa borcum var'
Yerel basınımızın, internet sitelerinin durumu perişan. Onlara söz verdim. Arkadaşlarımızın dertlerini çözeceğiz. Benim şahsi olarak yerel basın mensuplarına büyük bir vefa borcum var. 1997'den itibaren, bugün olduğu gibi otoritere, vesayete, millete rağmen iş görmeye kalkışanlara itirazı olan Meral Akşener ve Akşener'in benzediği siyasilerin -büyüklerimden bahsediyorum- bize müthiş bir karartma uygulanmıştı. Büyük medyanın, yaygın medyanın derin bir karartması ile karşılaşmıştır. Gittiğim her şehirde, gittiğim her ilçede yerel medya ile, onlarla irtibat kurarak onların desteği ile bir dönemi geçirdik. Kişisel olarak hem de bilgi olarak bu arkadaşlarımıza derin bir vefa borcum vardır.
'Kasabın yolunu unuttuk' diyorlar
Ulukışla’da bir manav kardeşim; 'Destek için müracaat ediyoruz, kimseye bir şey vermiyorlar. Bırakın desteği, başvurumuz bile onaylanmıyor. Her şey ucu ucuna denk geliyor. Biz kasabın yolunu unuttuk' diyor.
'Bir taraf aç, bir taraf beş maaş'
Bor’da bir emeklimiz; 'Ben yüksek maaştan olacağım diye emekli oldum. Ama şirkette ortağım diye, bana şu an 2400 lira değil 1700 lira maaş veriyorlar. Şirketi feshedersem ben nasıl geçineceğim?' diyor. Oto Sanayi’de 84 yaşındaki Naci Abimiz ile tanıştık. 40 usta yetiştirmiş, sanayinin en eski ustası, kurucusu. O bile dertli. Diyor ki; 'Kupon arazi hâline döndü burası. Arsa olarak alıyorlar elimizden, bizi de dağın başına atıyorlar. Burayı bırakıp dağın başına taşınmamızı, üzerine de 100 bin lira para yatırmamızı istiyorlar.
1700 emekli maaşı bağlandı diyor. Bir ülkede 1500, 1600,1800, 2400 liralık SSK ve Bağkur emekliliği farkı olabilir mi? 1500,1600 lira emekli maaşı alan bir insan nasıl geçinebilir? Evi kendisinin olsa bile geçinemez, aç kalır. Bir taraf aç, bir taraf beş maaş.
Milletimizin çilesine daha ne kadar sessiz kalacaksın?
Sayın Erdoğan sen kafanı kuma gömmek istesen de bu dertlerin hepsi gerçek, notlarımızı alıyor, çözümleri için çalışıyoruz. İlk sandıkta seni gönderip hepsiyle biz ilgileneceğiz, biz. Bu sırada sen sarayında sefa sürerken milletimizin feryadı her geçen gün artıyor. Vatandaşımız dertli, zor şartlarda devletlerini yanında görmek istiyorlar. İktidarın yaptığı tüm abuklukları, alengirli işleri, insanları perperişan bırakmalarını devletin yalnız bırakmaları olarak görüyorlar. Bu insanları daha ne kadar duymamazlıktan göreceksin sayın Erdoğan? Milletimizin çilesine daha ne kadar sessiz kalacaksın? Yazıktır.
İBB'de yolsuzluk
Elimizi nereye atsak, kötü kokular yükseliyor, Gözümüzü nereye çevirsek, bir dümen almış başını gidiyor. İBB'de geçmiş dönemde yaşanan AK Parti için küçük, milletimiz için büyük bir yolsuzluktan bahsetmek istiyorum. Vatan Caddesi'nde belediyeye ait olan bir yeşil alan bir firmaya beş milyon liraya satılıyor. Bir düzenleme ile yeşil alan olmaktan çıkarılıp imara açılıyor, böylece fiyatı katlanıyor. Bir süre sonra aynı arsayı, aynı İBB 430 milyon liraya geri alıyor. Böyle bir şey mantık, akıl, yürek neresi alır burayı? İki kalem oynatma ile oynatılan bu rezaletle milletin belediyesi yani milletin ta kendisi 425 milyon zarara uğratılıyor. Bitiyor mu? Bitmiyor. Aynı arsa tekrar yeşil alan oluyor ve bugünkü piyasa değerine göre fiyatı 90 milyon lira oluyor. Şu yüzsüzlüğe, soyguna bakar mısınız?
Durum ortaya çıkınca Millet İttifakı'nın büyükşehir belediyesi hemen suç duyurusunda bulundu. Milletimizin helal parasının, haram düzenin yandaşlarının cebine girmesine müsaade etmeyeceğiz.
Müsilaj tehlikesi
AK Parti iktidarı, Türkiye'yi her alanda beladan belaya savururken biliyorsunuz Marmara Denizi de bir felaketle boğuşuyor. Müsilaj adı verilen deniz salyası, Marmara'daki deniz yaşamını ve kıyılarımızı tehdit ediyor. Bu bela yeni değil, 2007 yılında da ortaya çıktı. Ancak 2 yılda temizlenebildi. 2020 yılının Kasım ayında yeniden ortaya çıktığında bilim dünyası, başta bakanlık olmak üzere ilgili birimleri uyararak 'önlem alın' dedi.
Son bir haftada müsilaj kıyılarımızı sararak gündem olunca nihayet bakanlık 'Acil Eylem Planı' yapmaya karar verdi. En sonunda sayın Erdoğan, 'Çevre bizim işimiz' deyince nihayet bakanlık olaya el attı. Bilimin uyarısı, vatandaşın tepkisi yetmiyor. Bu işin ehli arkadaş, sayın Erdoğan parmak şıklatmadan adım atamıyor.
Yapılan araştırmalara göre, Karadeniz'e Marmara'ya dökülen atıkları yüzde 40 oranında azaltırsak müsilaj sorunundan ancak 6 yılda kurtulabileceğiz. İktidar farkında olmasa da müsilaj aslında ciddi bir sorundur. Biz çözüm önerilerimizi de paylaşıyoruz. Müsilaj meselesini iktidarın beceriksiz kadrolarına bırakamazdık. O nedenle Marmara Denizi'ni yutma ihtimali olan bu belaya karşı ne yapılması gerektiğine dair çalıştık. Öncelikle bu sorunun yalnızca yerel yönetimlerin yükü olmadığının bilinmesi gerekiyor. Bakanlık zor zahmette olsa büyükşehir belediyelerimizi dahil ettiği bir süreç başlattı. Bu adımı olumlu buluyoruz. Bunun devamında atılacak adımlar için de iktidara buradan çağrı yapmak istiyorum. Marmara Denizi'ne dökülen atık suların bir kısmı değil tamamının ileri biyolojik arıtmadan geçmesi gerekiyor. Bunun için merkezi yönetim olarak hızlı bir şekilde yerel yönetimleri destekleyin. Mevcut arıtma tesislerini bir an önce ileri teknolojik arıtma tesislerine çevirin. Gerekirse kamulaştırmaya gidin. Vakit kaybetmeden iyi tarım uygulamalarına geçin. Şehir şebekelerinde yalnızca ön arıtma yapılan suyun park ve bahçe sulamalarında kullanılarak, denize dökülmesini kısıtlayın.
Denizlerimizdeki dip hayatına zarar veren, trol tipi avcılığa karşı yaptırımları arttırın. Marmara Denizi’ne atık su döken, ve nüfusu 5 binden fazla olan yerleşimlerde, hızla, ileri biyolojik arıtma tesisleri kurun. Karadeniz’deki kirliliğin daha fazla artmaması, Marmara Denizi’ndeki müsilajın, Ege’yi daha fazla etkilememesi için, Marmara, Karadeniz ve Ege’yle etkileşimi bulunan ülkelerle, Türkiye’nin liderliğini üstlendiği, ortak bir platform kurulmasını sağlayın. Deniz salyası, yalnızca ekolojiyi değil, ekonomiyi de ciddi şekilde etkileyen bir sorundur. Bu nedenle, turizm, balıkçılık, deniz ürünleri üretimi gibi, birçok farklı sektöre olan etkilerini, bir an önce belirleyin, bu sektörlere dair gerekli önlemleri, süratle alın.
Aziz milletim; Sayın Erdoğan’ın daha önce, “Ekonomi bizim işimiz.” dediğinde başımıza gelenler ortadayken, şimdi çıkıp, “Çevre bizim işimiz” demesinden büyük endişe duyuyorum.
Şayet Sayın Erdoğan’ın çevreciliği de, ekonomistliği gibiyse, milletçe büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız demektir. Nitekim, çevreyi iş olarak gören bu zihniyetin, çevrecilik anlayışının da, millet bahçesi inşa etmekten öteye gidemediğini, Sayın Erdoğan’ın, “Dünya Çevre Günü’nde” yaptığı, ibretlik konuşmadan anladık. Bizim için vatanın doğası kutsaldır. Dolayısıyla, doğamızı korumak ve kollamak, bizim için kutsal bir görevdir. Doğamız, topyekûn alarm verirken, bu uyarıyı duymamazlıktan gelemeyiz. Salda Gölü’ne beton dökenlerin, kendilerini “Yol kenarına ağaç diktik ya…”, diye savunmalarını kabul edemeyiz. Kaz dağlarını yağmalatanların, bizi millet bahçeleriyle uyutmaya çalışmalarına sessiz kalamayız. “Çevre bizim işimiz!” diyen Büyük Rizeli’nin, iflah olmaz rant sevdası için, Rize’deki doğa kıyımına göz yummasını, görmezden gelemeyiz. Memleketin cennet doğası için mücadele etmeye devam edeceğiz.
'O ucube kanala izin vermeyeceğiz'
Anadolu'nun irfanını, ferasetini gördük. Aslında bu sözlerin üzerine benim söz söylemem doğru değil ama su konusu ile ilgili, kuraklık ile ilgili arkadaşlarımız çalıştılar. Çözüm önerilerimizi anlatacağım. Biz Türkler için ağaç kutsaldır. Ağaç kutsallığı genetiğimize, kültür kodlarımıza iliştirilmiş bir konu. Bugün ağacına, ormanına, denize sahip çıkmayan bir iktidar var. Türkiye'nin her bir noktası iktidar tarafından esir alınmış durumda. Bu çürümenin ortasında milletimiz iş, can derdindeyken iktidar hala satmanın, o beş müteahhitin kasasını doldurmanın hala Kanal İstanbul'un derdinde. Bu ihanete geçit vermeyeceğiz. Fatih'in İstanbul'un boğazına o yağlı ilmeği geçirtmeyeceğiz. Marmara ölürken, deprem tehdidi ortadayken o ihale kenelerinizin daha fazlası semirmesine müsaade etmeyeceğiz. O ucube kanala izin vermeyeceğiz. Bu proje bir proje değil düpedüz bir soygun planıdır. Buradan o ranta göz diken, bu soyguna ortak olmaya heveslenen kim varsa onlara seslenmek istiyorum. Boşuna heveslenmeyin. Bu devran dönüyor. İlk seçimde bu iktidar gidiyor, bu saray sefası bitiyor. Şimdiden uyarıyorum o kutlu gün geldiğinde, bir kuruş bile alamazsınız. Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarına güvenip sakın ola bu hukuksuzluğa, vicdansızlığa ortak olmayın sonra çok üzülürsünüz. Bir kuruş alamayacaksınız, ödemeyeceğiz.
'Ülkemizin önündeki en büyük tehlikelerden biri de susuzluk'
Ülkemiz hayati risklerle karşı karşıya kalıyor. Maalesef artık ülkemizin önündeki en büyük tehlikelerden biri de susuzluk. Bu sene yaşadığımıza benzer kuraklıkları önümüzdeki yıllarda da yaşayacağımız öngörülüyor. Hükümetler Arası İklim Değişiklikleri panelinin son raporuna göre, sıcaklık artışları 2050 yılı için 2,5-3 derece civarında olacak. Bu yüzyılın sonunda 6 dereceyi bulacak. Bugün sıcaklığın bir derece artması kum fırtınalarından, kasırgalara, aşırı yağmurlara sayısız felakete neden olurken sıcaklık 6 derece arttığında yaşayacaklarımızı siz düşünün. İklim, kuraklık ve susuzluk anlamında dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Önlem almadığımız taktirde her şey daha kötüye gidecek.
Bu sözlerimi felaket tellallığı zannetmeyin. Tam tersine, eğer zamanında önlem alırsak, çocuklarımızı susuzluğa mahkûm etmemek hala elimizde. Yapmamız gereken tek şey, hep birlikte adım atmak.
Dünya Bankası bulgularına göre, küresel anlamda, su tehdidinin, en yüksek olduğu bölgelerden birinde yaşıyoruz. Üstelik sanılanın aksine, su zengini bir ülke de değiliz. Dünya Kaynaklar Enstitüsü araştırmalarına göre, su fakirliği konusunda 32. sırada yer alıyoruz. Çöl ülkesi olarak bildiğimiz, Irak, Mısır, Sudan gibi ülkeler bile, su kaynakları konusunda, bizden daha iyi durumdalar. Nitekim, DSİ rakamlarına baktığınızda, durumun vahametini anlıyorsunuz: 9 yıl içerisinde, ortalama yağışımız neredeyse yarı yarıya azalmış.
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin raporlarına göre ise, yalnızca 2020 Kasım ayında, yağışlar, normalin yüzde 49 altında gerçekleşmiş. Daha da kötüsü, bazı bölgelerde, bu azalma yer yer yüzde 80’e kadar çıkmış. Ayrıca, bu yağış azlığı, “kurak” olarak bilinen güneydoğu illerimizde değil, tam tersine, Ege ve Marmara bölgelerimizde gerçekleşmiş. Yani susuzluk, şu an ülkemizin her bölgesini tehdit ediyor. Ülkemizde kullanılan toplam suyun, yüzde 74’ü tarımda kullanılıyor. Tam da bu yüzden, aç ve susuz kalmamak için, üzerinde durmamız gereken politikaların başında, tarımda suyun, verimli ve etkin kullanılması geliyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı çalışmalar, önlem alınmadığı takdirde, 2050 yılına geldiğimizde, ürünlerde, yüzde 25 ila 50 arası verim kaybı yaşayacağımıza işaret ediyor. Verim kaybının ve makro ekonomik kayıpların doğal bir sebebi olarak da, tüm ürünlerin fiyatında ciddi artışlar olması bekleniyor.
Yine Boğaziçi Üniversitesi’ne göre, ürün bazında fiyat artışları, önümüzdeki yıllarda yüzde 84’ü bulacak. Daha İklim Krizi’nin başlarındayken bile, gıda fiyatlarını kontrol edemeyen bu iktidar, krizin etkileri daha ciddi hissedildiğinde, ne yapacak, orası belli değil. Belli değil diyorum, çünkü bilim insanlarına, sivil toplum kuruluşlarına, hatta bizzat Doğa Ana’nın, kendi diliyle yaptığı uyarılara rağmen, betona aşık, suya düşman olan bu iktidar, bütün bu gelişmeleri görmemezlikten geliyor.
Bütün bu yaşananlar, rantiyecilerin, maden meraklılarının ve doğa düşmanlarının umurunda bile değil. Fabrikalar torpilli, JES’ler torpilli, HES’ler torpilli, altıncılar torpilli… Yaylalarımız, dağlarımız, ormanlarımız, tarım alanlarımız, sularımız, denizlerimiz, velhasıl ekosistemi koruyacak, iklim değişikliğine direnecek, ne kadar unsur varsa, hepsi saldırı altında. Artvin’den Aydın’a; Tunceli’den Sinop’a; Mersin’den Trakya’ya; Göller bölgesinden Çanakkale’ye; İkizdere’den Çanakçı’ya kadar, cennet vatanımız acımasızca saldırı altında. Uzungöl yetmemiş gibi, şimdi de Ayder’i yok etmenin peşine düşmüşler. Dünya’nın en nadir doğal güzelliklerinden birine sahip, balık yetiştiriciliği için bir derya olan, Barhal Deresine, Kamilet Vadisine, HES yapmanın peşine düşmüşler.
Sayın Erdoğan; Buradan seni bir kez daha uyarıyorum: Kanal İstanbul’u bırak, Seyhan’ın, Ceyhan’ın, Sakarya’nın, Kızılırmak’ın suları ile, Konya başta olmak üzere, İç Anadolu’yu sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Fırat ve Dicle’nin suları ile, Güneydoğu Anadolu’yu sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Çoruh’un, Aras’ın suları ile, Doğu Anadolu ovalarını sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Meriç’in, Tunca’nın, Arda’nın, Ergene’nin suları ile, Trakya’yı sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, Menderes’lerin ve Gediz’in suları ile, Ege ovalarını sulamayı düşün, Kanal İstanbul’u bırak, terk ettiğin GAP’a, geri dönmeyi düşün. Kanal İstanbul’u bırak, Milletini, memleketini, torunlarımızın geleceğini düşün! Bu işten, her beceriksizliğini örtmek için yaptığın gibi, “Hata yaptık, milletimiz affetsin, hakkını helal etsin.” diyerek sıyrılamazsın. Doğa Ana’dan nasıl af dileyeceksin? Çocuklarımızdan, bu vatanı bırakacağımız sonraki nesillerden nasıl af dileyeceksin? Olmaz Sayın Erdoğan. Doğa Ana’ya ihanetin affı olmaz. Geleceğe ihanetin affı olmaz. Bu millet, gün gelir, o ağaçların, o suların, o ihanetin hesabını, sana sandıkta sorar.
Türkiye, hem doğasını kurtarmak, hem de doğru ve planlı bir şekilde yeşil ekonomiye geçmek zorunda. Bu sadece doğamız için değil, fakirleştirilmiş ve sağlıksız gıdalara mahkum edilmiş milletimizi, bu cendereden kurtarmak için de hayati öneme sahip. Ama su meselesini çözmek, öncelikle samimiyet ister, kararlılık ister. Liyakatli kadrolar, vizyon sahibi bir yönetim anlayışı ister. Önce millet, önce memleket diyen bir iktidar ister. Biliyorsunuz, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü diye bir kurumumuz var. Cumhuriyet tarihi boyunca, dağa taşa adı yazılmış çok önemli bir kurumumuzdur. Daha geçen hafta, Cumhurbaşkanlığı bir kararname yayınladı. Dedi ki; “DSİ’de işe alınacak topograf, laborant, hidrolog gibi teknik personel, sınav yerine kurayla belirlenecek.” Zihniyete bakar mısınız? Su gibi önemli bir konuda, uzmanlık gerektiren personel, KPSS ile değil, kura ile işe alınacak. Yani teknik bilgisi değil, şansı olan işe girecek. Biz, su konusu çok önemli diyoruz, bu iktidar ise, uzmanlık gerektiren kadroların alımında bile kumar oynuyor.
Böyle devlet yönetilmez. Bu kafayla bu meselenin altında kalırız. Bu zihniyetle susuzluk sorunumuzu çözemeyiz. Bizim anlayışımıza göre, “Toprak, Su ve Tarımsal Üretim Üçgeni” bir bütündür. İnsanın gıdası tarım, tarımın gıdası sudur. Hepsi birbirine bağlı ve bağımlıdır. Bütüncül bir bakış açısı ile ele alınmalı, birlikte yönetilmeli, birlikte planlanmalıdır. İşte o nedenle, İYİ Parti olarak yetkiyi aldığımızda tam olarak bunu yapacağız. Bu üçgeni, bütüncül bir anlayışla ele alacağız. Bir bütün olarak, “Toprak ve Su Yönetimi” kurumsallığı içinde, kısa ve orta vadeli planlama yapacağız. İşte yapacaklarımız:
- Küçük su-büyük su yönetimi ayrımı yapmadan, tarla içi yapılarla beraber, tarımsal sulama ve toprak kullanımını birlikte planlayacağız.
- İlk 7 yıl içinde, yarım kalan bütün, küçük ve büyük su yatırımlarını tamamlayacağız.
- Yaklaşık üçte ikisi, klasik ve kanalet sistem olan sulama yapılarının, kapalı sistem dönüşümlerini başlatacağız.
- İlk 7 yıl için, 2 buçuk milyon hektar sulanabilir arazinin, suya kavuşması için, projelerin yapım aşamalarını başlatacağız.
- GAP Bölgesi’ni özel olarak yeniden ele alıp, bütüncül bir yönetim tarzı benimseyeceğiz.
- Büyük su projeleri tamamlanmış, ana taşıma kanalları ise devam eden, veya yapılmış olan yatırımları tamamlayıp, hızla, tarla içi basınçlı sulama sistemlerini devreye alacağız.
- Kuru tarım bölgelerinde üretim planlaması yapıp; ülke içi master planlar doğrultusunda, ürün ve üretim çeşitlerini yeniden planlayacağız.
- Göller bölgesinde ve özellikle kuru tarım bölgelerinde, yer altı akiferlerini koruyacak, aşırı tüketimi önleyecek tedbirler alacağız.
- Ülkemizde kullanılan toplam suyun, yüzde 74’ünü oluşturan, tarımsal su tüketimini, kısa vadede yüzde 50’ye, orta vade de ise, yüzde 25-30’lar seviyesine çekeceğiz.
- Son 16 yılda kaybedilen, 4,2 milyon hektar arazinin en az üçte ikisini, ilk 7 yıl içinde yeniden tarıma kazandıracağız.
- Tarımdan kopardığımız her tarım arazisinin ve her metreküp suyun, bize ithalat ve borç olarak geri döndüğünün bilinciyle, 1’inci, 2’inci ve 3’üncü sınıf arazilerin tamamını, 4. Sınıf arazilerin ise, özellikle dikili olanlarını, “Ulusal Gıda Güvenliği Kaynağı” olarak, kayıt altına alacağız.
- Bu arazilerin, hiçbir biçim ve şekilde, tarım dışı amaçlarla kullanılmasına izin vermeyeceğiz.
- Milli güvenlik unsurlarının tabi olduğu, istisnasız koruma sistemine dahil edeceğiz.
- Toplulaştırma çalışmaları sürerken, “Gönüllü Toplu Tarım Projesini”, derhal uygulamaya koyacağız.
Bu proje ile, arazilerini gönüllü olarak, öngörülen üretim biçim ve modeline uygun biçimde kullanmaya başlayan çiftçilere, “özel çiftçi” statüsü üzerinden, her türlü destekleme ve ayrıcalığı sağlayacağız. Bu şekilde, ilk etapta, 3 milyon hektar araziyi proje kapsamına alıp, üretimde, en az yüzde 15 ila 25 oranında artış sağlayacağız. Bu iktidar döneminde, su akıyor, onlar ise sadece bakıyor.
Varsın onlar, memleketimizin önemli meseleleri karşısında, öyle bakadursunlar, İYİlerin iktidarında, su akacak, çiftçi harman yapacak. Su akacak, hayvancı harman yapacak. Su akacak, tüccar harman yapacak. Su akacak, sanayici harman yapacak. Su akacak, Türk yapacak. Sulanabilecek bir karış vatan toprağı bile susuz bırakılmayacak. İçiniz rahat olsun.
Devlet idaresinde akıl susmuş, ahlak kalmamış, adalet can çekişiyor. Ve koskoca Türk Devleti, Partili Cumhurbaşkanlığı denen, bu ucube sistemin pençesinde, ayakta kalmaya çalışıyor. Her zaman söylediğim gibi, Türkiye’nin öncelikli sorunu, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’dir. İktidarın çarpık zihniyetinin başımıza bela ettiği, ve bugün, doğamızdan mutfağımıza, işimizden sağlığımıza, her alanda dertlerimizin artmasına neden olan, bu ucube sistemin ta kendisidir. Çünkü, yapısı itibarıyla, işleyişi itibarıyla akıldan yoksundur.
Biz akıldan, bilimden, liyakatten yanayız. O yüzden, tek adam değil, ortak akıl diyoruz. O yüzden, “Ben ne dersem o olur.” değil, “Türkiye Milletin Evi’nde, milletimizle birlikte yönetilir.” diyoruz. O yüzden, Milletin Kürsüsü’nde, sözü milletimize bırakıyoruz. İl il, ilçe ilçe, emekçilerimize, çiftçilerimize, esnaflarımıza kulak veriyoruz. Kadınların, gençlerimizin, işsizlerimizin dertlerini dinliyoruz. İşte bu ortak aklın adına da, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem diyoruz. Türkiye potansiyeli olan bir ülke. Türkiye, güçlü, zengin ve mutlu olmak için, ihtiyacı olan her şeye sahip olan bir ülke.
Ancak bu potansiyeli bu ucube sistemle harekete geçiremeyiz. O nedenle, ilk sandıkta, memleketin enerjisini çarçur edip, insanlarımızın umudunu öldüren, bu beceriksizliğe, bu umursamazlığa dur diyeceğiz. Türkiye’nin potansiyelini, milletimize zenginlik olarak döndüreceğiz. O zenginliği, eşe dosta değil, doymak bilmeyen o beş müteahhite değil, aklın ve hakkın işaret ettiği şekilde, her bir vatandaşımıza yaşatacağız.
Türkiye’nin çözülemeyecek derdi yok. Biz hazırız. Vizyonumuzla, projelerimizle geliyoruz. Liyakatli kadrolarımızla, milletimizin hak ettiği o güçlü, zengin ve mutlu Türkiye’yi, milletimizle el ele inşa etmeye geliyoruz. İYİ Parti iktidarı yaklaştıkça, iktidardakilerin kimyaları bozuluyor. Yolun sonu göründükçe, yalanların, iftiraların dozu artıyor. Güneş ufukta yükseldikçe, korku bacayı sarıyor. Ama nafile. O sandık, er ya da geç gelecek. O sandık gelecek ve milletimizin herkes ferasetini görecek.