Artık 'güçler ayrılığı' yok, Erdoğan var

Artık 'güçler ayrılığı' yok, Erdoğan var
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, 'Türk tipi başkanlık sistemi'ne geçildikten sonra epey silikleşen 'güçler ayrılığının' daha da aşınacağının sinyallerini verdi.

Ali ISIYEL - Halk TV

İç ve dış düşmanlardan ve onların Türkiye’nin huzurunu kaçırmak istediğinden söz eden Erdoğan, “Cumhurbaşkanı olarak yasama, yürütme ve yargı güçlerini seferber etmek Anayasal vazifemdir” dedi. Ne düşmanların kim olduğunu, ne de ‘huzur kaçırmak’ için ne yaptıklarını anlattı.

Öncelikle güçler ayrılığının tarihine ve sağlıklı işleyen demoktratik bir düzen için neden gerekli olduğuna bakalım… 

Bu sistem, ilk olarak Aydınlanma Çağı düşünürlerinden Baron de Montesquieu tarafından ortaya atıldı. Güçler ayrılığı ilkesi temelde, politik gücün ayrılması amacıyla; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılması ve hiçbirinin diğerinin gücünü elde edemiyor olmasından ortaya çıkar. İngiliz düşünür John Locke da Montesquieu’den önce, yönetimin mutlak gücünün özgürlükçü ve eşitlikçi bir çerçevede ele alınması gerektiğini söylemiş, bunun sadece güçler ayrılığı ile sağlanabileceğini savunmuştur. Locke bunu yasama ve yürütmenin ayrılması olarak savunurken, bugünkü anlamını veren Montesquieu tarafından yargı da eklenerek geliştirilmiştir.

Montesquieu, güçlerin birbirinden ayrılması durumunda bir gücün diğerinden üstün olmasını engellemek ve güçlerin birbirini destekleyici şekilde çalışmasını sağlamak amacıyla, kuvvetler ayrılığı uygulayan yönetim sistemlerinde fren ve denge sisteminin de olması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu sistem sayesinde, güçlerden birisi, diğerinin gücünü yasal işlemler bazında sınırlayabiliyor.

Bu ilkenin ortaya atılmasındaki en önemli motivasyon ise; devleti yönetme gücünün tamamının bir kişi veya bir zümrenin elinde toplanmasının mutlakiyete yol açabileceği endişesi.

Şimdi 2016’ya atlayalım…

Donald Trump seçimlerden önce “Amerika’yı yeniden muhteşem yapalım” sloganıyla seçimleri kazandı. Ancak kimse, Donald Trump’ın bahsettiği Amerika’nın ‘muhteşem zamanlarının’ tam olarak tarihte nereye tekabül ettiğini bilmiyordu. Herkesin kafasında nostaljik bir ‘Amerika’nın muhteşem olduğu vakitler’ tasavvuru vardı. Bu muğlaklık, herkesin kendinden bir şeyler düşünerek Donald Trump’a hak vermesini sağladı.

Benzer şekilde, iktidarı elinde bulunduranların hayali bir düşman yarattığı da tarihte sıkça karşımıza çıkıyor. İktidar sahipleri, toplumun konsolide edilmesi ve kendisine rıza vermesi için, ‘öteki’ yani düşman yaratmıştır. İktidar, otoritesini toplumun rızasını her gün yeniden alarak yaratabilmek için, çoğu zaman bir düşmana ihtiyaç duyar. Bu bazen gerçek bir düşmandır, bazen hayali…

Bugüne dönelim…

AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kabine toplantısı sonrası ekran başındakiler aşı ve kısıtlamalarla ilgili açıklama beklerken CHP’ye ve adını vermediği onlarca ‘düşmana’ yüklendi. Aşıya sadece dört dakika ayırdı, kısıtlamalara ise birkaç cümle.

Birçok konuşmasında bu muğlaklığın ardına sığınan Erdoğan, yine aynısını yaptı. Örnekse hiçbir somut kanıt göstermeden, “Yeni tuzaklar kurulmaya çalışıldığını görüyoruz” diyor. “Bunlar” diyor, yine ‘kimler’ olduğunu söylemeden, “siyasi ve sosyal kaos çıkarma denemeleri yapıyorlar”. Yine bu denemelerin neler olduğundan bahsetmiyor. “Türkiye’nin huzurunu kaçırmak isteyenlerin, aslında neye cevap verdiğini gayet iyi biliyoruz” diyor mesela. Kim bu huzuru kaçırmak isteyenler, huzur kaçırmak için ne yapıyorlar, söylenmiyor. Neye cevap verdikleri de Cumhurbaşkanı’nda gizli kalıyor, kamuoyuna söylenmiyor.

Bunları anlattıktan sonra, ‘milli iradeden’ bahsederek, seçildiğini vurguluyor. Oysa demokrasilerde seçilmek, size istediğinizi yapma hakkını vermez. Seçilmek demokrasinin ilk şartıdır, seçildikten sonra denetlenmek ve sorgulanmak ise en önemli şartı.

Boğaziçi protestolarında, basında pek yer bulmayan bir söylem ortaya çıktı. OHAL çerçevesinde başlatılan bir uygulamayla kayyım olarak Boğaziçi’ne rektör atanan Melih Bulu protestoları sonrası Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Cumhurbaşkanı’nın bir yetkisinin sorgulanması, bunun tartışmaya açılması noktasına getirilmesi, siyaset açısından da üniversite açısından da sağlıklı bir durum değil” dedi. Yani yetkilerin nasıl kullanıldığının sorgulanmasına karşı çıktı.

Oysa tartışılması gereken, Cumhurbaşkanının yetkilerinin sorgulanması değil; Cumhurbaşkanının muğlak birtakım düşmanlardan bahsedip “Cumhurbaşkanı olarak yasama, yürütme ve yargı güçlerini seferber etmek Anayasal vazifemdir” sözlerinden ne kastettiğidir.