Sezin Öney
Türkiye, Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına kendiyle kavgalı giriyor
100 yıl önce, bu Cumhuriyeti kurmak için savaş verip mücadele edenler, bugünkü halimizi görseler; çok büyük bir hayal kırıklığına uğrarlardı. Biri diğerini sevemeyen, güvenemeyen; ortak bir nokta bulamayan, ortak sevinçleri olmayan kitleler…
Türkiye, Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına kendiyle kavgalı giriyor.
Giderek yoksullaşıyor, keyifsizleşiyor, küçülüyor hayat…
Bazen daha çok öfkeleniyoruz, bazen ise sinirlenemeyecek kadar yorgunuz…
Siyasetin neresinde olduğumuz, ne düşündüğümüz, kime oy verdiğimiz tüm hayatımızı çerçeveleyip, üzerimize bir etiket yapıştırıveriyor.
Bizleri bu çerçeveye sıkıştıran ve bitmek tükenmek bilmeyen kavgalarımız üzerinden siyaset kazanıyor da kazanıyor…
100 yıl önce, bu Cumhuriyeti kurmak için savaş verip mücadele edenler, bugünkü halimizi görseler; çok büyük bir hayal kırıklığına uğrarlardı. Biri diğerini sevemeyen, güvenemeyen; ortak bir nokta bulamayan, ortak sevinçleri olmayan kitleler…
Açıkçası; Cumhuriyet’in 100. yılını geride bırakırken, kendi ülkesinde “üçüncü sınıf vatandaş” hissedenlerden sadece biriyim herhalde… Birinci sınıf vatandaşlar öncelikle kim onu bilemiyorum ama: Türkiye’nin dışından gelen iktidara yakınlar mı, yoksa iktidar sahipleri mi?
İktidar çeperinde olmayanlar, olamayanlar; bunu yapmayan, yapamayan veya yapmak istemeyenler, üçüncü-dördüncü-beşinci sınıf diye dibin dibine yaşıyor.
“Var mı yakının?”
Cumhuriyet’in 100. yılında da, bir tür “Apartheid” yaşanıyor Türkiye’de…
Siyasete yakın olanlar ve olmayan/olamayanların ayrıştığı; ayrıcalıkların siyasi yakınlık üzerinden paylaştırıldığı-özetle, eşit vatandaşlığın olmadığı bir ülkeye dönüştü Türkiye…
“Eşit vatandaşlık”, Cumhuriyet’in idealiydi.
Ve, Cumhuriyet’in 100 yılı boyu bunu gerçekleştiremesek de; en azından hayali ve hedefi vardı…
Artık o hayal de yok.
Apartheid, Güney Afrika’da Siyahlar ve Beyazlar’ın ayrımını tarif eden ve çok ağır yaşanan bir durum. İsrail-Filistin Meselesi gibi pek çok konuda “Apartheid” atfı yapıldı.
Elbette, Türkiye’de bu kadar sistematik bir ayrımcılık yasalaştırılmadı; ama o derecede ağır durumlara yaklaşan veya yaklaştığını düşünenler var. Ve “üçüncü sınıf vatandaş” olduklarını hissedenler varsa; bu algı ve hissiyat da yeterince bir gerçekliktir.
Afrikaans, Güney Afrika ve Namibya’da konuşulan, Flemenkçe türevi bir dil: “Apartheid” da, “apart-hood”-“ayrılıkçılık” gibi bir şey aslında…
Cumhuriyet’in yüzyılını geride bırakırken bu “ayrılıkçılığı”, maddi-manevi “dışarıda” kalmayı, içerilmemeyi, “vatandaş” olarak bir değerim olmamasını çok derinden hissediyorum. Ve biliyorum ki, benden çok daha beter durumda milyonlar milyonlar var.
Aydın’da KHK Yurdu’nda asansör kazası (göre göre gelen bir kaza olduğuna göre, “taksirle insan öldürme” de denebilir), Zeren Ertaş’ın babası Akın Ertaş:
“Çocuğumu ilk defa devlete emanet ettim ama devlet benim çocuğuma 20-25 gün bakamadı…Devlete inancımı kaybettim” diyordu.
Haksız mı?
Devlete inancımız, ancak ve ancak siyasetçilere, partilere yakınlığımız kadar değil mi?
Siyaset, bizim için yok. Biz, siyaset için varız: siyasi aktörlerin tebâlarıyız.
Cumhuriyet’in hayali
Hayatta olabilecek en kötü hal, hayali dahi olamamak.
Cumhuriyet’in 100. yılında-en kötüsü, hayallerimiz ve ideallerimiz yok oldu: bu ülkede geleceğe dair birşeyler daha güzel, kalıcı ve anlamlı olabileceğine dair heveslerimiz kırıldı.
Başka ülkelerinin vatandaşlarına sahip çıkışlarını gördükçe; sırf bir “pasaport sahibi” olmanın pohpohlanmasını kıskanmadığımı söyleyemem…
Veya sürekli, o “iç düşmanlar”, “ötekiler” hissini yaşamadan; sadece aynı sevinç, heyecan, yasta ortak olmayı…
En kötüsü, bir hayali dahi olamamak demiştim…
Oysa Cumhuriyet’in daha kurulmadığı yıllarda, bir hayal kovalanmaya başlamıştı…
Dedem Sabri, 1880’de savaşların ve parçalanmakta olan bir imparatorluğun içine doğmuş bir Çerkes idi.
“Mülga Tophane Harbiye Dairesi Memurluğu, Isparta ve Antalya Sancağı Tahrirat Müdürlüğü, Gerede, Ereğli Kaymakamlıkları, Dâhiliye Vekâleti Memurin Kalemi Mümeyyizi, Mülkiye Müfettişliği, Antalya Sancağı Mutasarrıflığı, Antalya Valiliği, Hapishaneler Genel Müdürlüğü, Nüfus Genel Müdürlüğü, Vilayetler İdaresi Genel Müdürlüğü, Trakya Umumi Müfettişlik Baş Müşavirliği, İzmir, Balıkesir Valilikleri ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı…”
Sabri Dede; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte, sadece insanların ve adaletin yanında olduğu için de, 67 yıllık bir ömre böyle bir “devlet” kariyerini sığdırdı. Osmanlı bürokrasisinde, günümüzün “Milli İstihbarat Teşkilatı” sayılabilecek İstanbul Posta Müdürlüğü gibi kilit görevlerde bulunanların olduğu bir aileden geliyordu.
Sabri Öney olarak, devletine hizmet eden ve her türlü ayrıcalığı reddeden biri oldu: çocukluğumda, onun gibi bürokratların “rüşvetten” nasıl nefret ederek, korkarak, kaygı duyarak ve “asla” gibi yaklaşımlarını dinleyerek büyüdüm.
Cumhuriyet’in en büyük nimetlerinden biri, devletin imkânları ve himâyesi ile eğitim görüp; istediği olabilen insanlardı.
Bugün; artık kimse sorumlusu, o son nesli gördük, tüketiyoruz. Göçtüler, göçüyorlar; göçmedilerse pişmanlar…Belki en fazla daha bir nesli daha eğitebilecek bu son nesillere; “Son Mohikanlar” diyorum.
Belki bir hayalimiz olur-hayale sahip olmayı da hayal ederiz de…
Eğitimin, ayrımsızca çok üst noktalara taşıdığı Türkiye’yi gene ve daima yaşarız.
Türkiye Cumhuriyeti kimliği ve pasaportunu, her zaman ve her daim, ayrımsız ve “ayrılıkçılık” olmadan taşıyıp: devletimiz tarafından ayrımsız tüm dünyada sahip çıkılırız.
Tabii; “satışla” değil, “bağ ve aidiyetle”-kalpleri ve zihinleri kazanılarak olacak konular bunlar…
“Apartheid” hissini enjekte ederek ve vatandaşlığı satış-veya başka hayalleri satarak ve de vatandaşlığa kökten sahip olanları ezerek bu yüzyılı bitirmeyecektik…
Ne yapalım-demek bazı şeylerin değerini kaybederek anlamak gerekiyor.
Cumhuriyet, mücadelesiz kazanılmadı; yeniden de, çok daha iyi şekilde kazanılacak…