Onur Alp Yılmaz
Mesele Hesabı Kimin Ödediği Değil
Hafta sonu yapılan CHP Ankara Kongresi’nde CHP’nin örgütlerden sorumlu eski Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı şu ifadeleri kullandı:
“Biz bu yemeği hep beraber yedik ama hesabı Kılıçdaroğlu ödesin isteniyor.” Bu söylem tam da CHP’nin siyasetin zeminini elitler arası bir ittifaka indirgeyen yaklaşımına denk düşüyor. Toplumun siyasete karşı ürettiği apatiyi görmezden gelen, CHP’nin seçimden bugüne her 4 seçmeninden birini kaybettiği gerçeğine kulaklarını tıkayan ve Türkiye’de toplumsal barışın kalan kırıntılarını da süpürme riskine gebe bir seçmen eğilimi olan Zafer Partisi ve Yeniden Refah Partisi gibi partilerin güçlenmesini umursamayan bu tutumun kendisi, hesabı Kılıçdaroğlu hariç herkes ödesin isteyen bir yaklaşım.
Aslında mesele hesabı kimin ödediği de değil. Mesele, ortada yenecek bir yemek olmaması ve değişime aç milyonların bu öğünü de boş geçmesi. Bir alegoriyle anlatmak gerekirse ortada yemek için malzemeyi satın alan milyonlar, mutfakta aşçıbaşına yardım eden aşçılar ve yemeği pişiren bir aşçıbaşı varsa ve yemek yandığı için milyonlar da aşçılar da aç kaldıysa eğer, elbette sorumluluk aşçıbaşından başlayan bir hiyerarşiyle aşağıya doğru dağılacaktır.
Ancak seçimlerin kaybedilmesinin üstünden geçen yaklaşık 4 ayda CHP ricalinin bu sıralamayı tam tersine çevirmeye çalıştığına şahit olduk. Önce kentlerde yaşayan insanların demokrasiden yana oy kullandığını ve kırsalda TRT haricinde kanal çekmediğini ifade eden çıkarımlarla kendi failliğini perdeleyen açıklamalar geldi. Bu açıklamaları içine sindiremeyen, CHP’nin dört başı mamur bir özeleştiri vermesi gerektiğini vurgulayan bir hattın ortaya çıkmasıyla beraber ise bu kişilerin de yıllardır karar alma süreçlerinin içinde yer aldığı vurgulanarak bu kez onların failliği hatırlatılmaya başlandı. Görüldüğü gibi bu anlatıların tamamı Kılıçdaroğlu’nun failliğini gizliyor.
Yine Salıcı, Cumhuriyet’te yazdığı yazıda da Altılı Masa’yı eleştirenlerden yanılan anket firmalarına kadar herkesin failliğini hatırlatırken şöyle diyor:
“İttifak ortaklarımızın katkısı AKP’nin yarattığı kutuplaşmanın kırılması adına oldukça değerliydi.
Bir aktörün değeri sadece cüssesinin büyüklüğüne göre ölçülmez. Örneğin İYİ Parti’ye grup kurması için destek verdiğimizde de önemli olan İYİ Parti’nin seçmen gücü değildi. Asıl olan, bizim demokrasimizdi.”
Bu ifadeler, demokrasi ve toplumsal barışın ahlaki üstünlüğünden faydalanarak yine asıl karar alıcının failliğini gözlerden kaçırıyor: “Asıl olan, bizim demokrasimiz” ise eğer, kaybeden de Kılıçdaroğlu değil, demokrasimizdir neticede. Doğal olarak Türkiye’nin bütün demokratları da sürecin eşit failleridir bu anlatıya göre. Öyle ki Salıcı, bu ittifak denklemi kurulurken alternatif hiçbir projenin üretilmediği ve başka ses çıkmadığını da belirtiyor. Bu, “o gün konuşmayan bugün de sussun” demektir bir yerde ya da muhalefetin o günün kararları ve karar alıcılarına değil de toplumsal barışa olduğu imasıdır.
Eğer ki Salıcı bunları karar alıcılar düzeyinde söylüyorsa süreçlerin içinde olmadığım için söyleyecek lafım yok, ancak eğer ki bunun dışına çıkan bir eleştiriyse sadece kendi adıma masanın niceliksel olarak büyürken niteliksel olarak küçüldüğünü, Erdoğan’ın kendi tekliğini masanın altılılığına tercih ettirebileceğini, üçüncü bir ittifakın kurulmasının muhalefetin hayrına olacağını belirten onlarca uyarımı sıralayabilirim. Eğer Salıcı’nın bu ifadeleri karar alıcılar düzeyini aşıyorsa bu, CHP liderliğindeki ittifakın elitler düzeyiyle sınırlı kalmasının maliyetini de gösteren bir şey: Alternatif kamusal tartışmalara kendini tamamen kapatmak. Dolayısıyla alternatif kamusal tartışmalara bu ölçüde kapalı olan karar alıcılar düzeyindeki bu yapı, failliği paylaşma çağrısı da yapamaz.
Bugün gelinen noktada, bir tarafta kendi failliğini gizleme kaygısı içindeki genel merkez, diğer yandaysa failliğini kabul eden ve bundan ders çıkaran değişimciler arasında bir rekabet var. İlkinin tüzük haricinde ne vadettiği henüz anlaşılamamışken, ikincisi Türkiye’nin karşı karşıya olduğu muhalefetsizlik riskini idrak etmiş ve aşağıdan yukarıya diyalog süreçlerini örme kaygısı içine girmiş vaziyette. Bu ikili rekabet, ikili bir yol da demek aslında CHP için. Bunlardan ilki, statükoya yaslanan küçük iktidarların partisi olan bir CHP’yken, ikincisi ise Türkiye’de iktidara kök söktüren bir ideolojik rotaya oturan, merkez ve örgütler arasındaki kopukluğu ideolojik öngörülebilirlikle gideren, toplumun sadece bugünkü ihtiyaçlarına dönük günlük siyaset yapmak yerine yarınki ihtiyaçlarına da dönük olarak geleceğin siyasetini yapan, merkeze doğru açılmak yerine kamusal normları yeniden tanımlayarak merkezi kendisi inşa eden bir CHP. Bunlardan ilki kolay ama kişi odaklı, ikincisi zor ama toplum odaklı siyaseti temsil ediyor. Bu bağlamda delegelerin yapacağı tercih, CHP’nin neyi temsil edeceğini de ortaya koyacak.