Onur Alp Yılmaz
Aşırı Sağ Geçtiğimiz Hafta mı Yükseldi? (2)
20. Yüzyılın ilk yarısında dünya, komünizm ile kapitalizmin faşizmle mücadelesine sahne olurken, bu ortaklaşılan düşmanın ortadan kalkmasının ardından ise bu iki blok arasında yaklaşık yarım asır süren bir Soğuk Savaş dönemi başlamıştır.
1990'larla beraber hem Sovyetlerin hem de buna bağlı olarak Doğu Bloku'nun çözülmesi ve çökmesiyle sosyalist rejimlerin yerini "yeni demokrasilerin" alacağı ve hatta "tarihin sonunun" geldiğine dair tartışmalar yürütülmüştür.
Ancak pratikteki deneyimlerimiz bizlere, Sovyet Blokunun çökmesinin dünyayı "yeni demokrasi" yerine aşırı sağa, savaşlara, dünyevi ya da uhrevi temelli mikro kimlik taleplerinin ürettiği çatışmalara ve kitlesel ölümlere doğru götürdüğünü göstermiştir.
Üstelik bu yeni bir olgu da değildir. 1970'lerde keynezyenizmin krize girmesiyle beraber demokratik toplumlarda siyasetçilere, siyasi partilere, kurumlara ve topyekûn siyaset kurumunun kendisine güven günden güne azalmıştır.
Özellikle merkez siyaset ve merkezi temsil eden siyasetçilere karşı öfke doğarken, sonuç olarak hem seçimlerde oy kullanma oranları düşmüş hem de merkez siyasetten aşırı sağa doğru bir oy akışkanlığı (electoral volatility) yaşanmıştır.
Neoliberal dalganın dünyayı sarmaya başladığı ve özelleştirme, iş güvencesizliği ile finansallaşma çılgınlıklarının yaşandığı 1980-1990 arası dönemde Batı'daki aşırı sağ partiler oylarını ikiye katlayarak yüzde 10 düzeylerine ulaşırken, Avrupa Parlamentosu'ndaki aşırı sağ parti sayısı da 6'dan 15'e çıkmıştır.
Dolayısıyla kapitalizmin sosyalizm korkusundan kötünün iyisi olarak burjuvazinin kârının bir kısmını emekçilerle paylaştığı yaklaşık yarım asrın ardından büyük bir sınıf kiniyle halkın bütün kazanımlarını elinden aldığı bu yıllarda insanlar aşırı sağa meyletmeye başlamışlardır. Yani kapitalizmin aşırılığı, sağın aşırısını beslemiştir.
Bu partilerin seçimlerdeki oy oranlarının uzunca bir süre yatay eğilim taşıması, çok da ciddiye alınmamaları sonucunu doğururken, bu da sosyal adaletsizliğin günden güne arttığı bu çağda onların oylarını dikey eğilime sokacakları günler için güçlenmelerine mesai harcamalarını sağlamıştır.
Dünyada sosyal adaletsizliğin, Piketty'nin son kitabı A Brief History of Equality'de ifade ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinden bile kötü hâlde olduğu günümüz dünyasında hem insanlar merkez siyasetin sorun çözebilme kapasitesinden umudunu kesmekte hem de bunun uzantısı olarak otoriter sağ popülizm hemen her ülkede güç kazanmaktadır.
Ne Trump'un ne Orban'ın ne de Bolsonaro'nun iktidara gelişi bu süreçten azade değildir. Ancak merkez siyasetin buna verdiği karşılık, basit bir seçim matematiğinden öteye geçememektedir.
Örneğin Brezilya seçimlerinde birleşik muhalefetin desteğiyle Lula kazansa da bu Bolsonarizm devam etmekte, ABD'de Trump'a karşı birleşen muhalefet Biden liderliğinde kazansa da Trumpizm yükselerek geri dönme potansiyeli taşımaktadır. Nitekim bu potansiyel Cumhuriyetçi Parti'yi Trump lehine yutmuştur. Bu yüzden bu tür rejimlerle basit matematikle değil, analitik biçimde mücadele etmek gerekir.
İlk olarak neoliberalizmin doğal bir sonucu olarak doğan küresel aşırı sağ dalgaya karşı koyacak olan siyasal ve iktisadi programın da mutlaka enternasyonal bir iddiası olmalıdır.
Bu iddia, refahı ve mülkiyeti yeniden tabana yaymanın yanında, Batı'da göçmen karşıtlığının yarattığı neoliberal şovenizme karşı da barışçı bir dış politika vizyonu taşımalıdır. Yoksa Trumpizm ve Bolsonarizm örneğinde olduğu gibi, bizde de Erdoğan gitse de Erdoğanizm daha da idealize ve radikalize olarak varlığını sürdürebilir. Nitekim, Yeniden Refah Partisi’nin yükseliş trendi bize bu riskin varlığını göstermektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de müesses nizamın İslamcılıkla barışması da geniş kitleleri güvencesiz bırakan ve yoksullaştıran neoliberalizmin ve piyasacılığın “doğallaşması”na sunduğu katkıdan dolayı olmuştur. İnsanlar yoksullaştıkça sermayenin de rejimin de kitleleri yatıştırmak için daha fazla dinselleşmeye ve daha radikal söylemlere ihtiyacı olacağı aşikardır.