Ozan Gündoğdu
Türkiye sağı, Mehmet Eymür ve aydınlık Türkiye
Gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun eski MİT Mensubu Mehmet Eymür’le gerçekleştirdiği çarpıcı röportajın ardından, Halk TV, önemli bir yayıncılık başarısı göstererek Eymür’e canlı bağlandı ve dehşet verici itirafları ülke gündemine taşıdı. İşkencenin devlet katında ne kadar meşru sayıldığını, egemen güçlerle mücadele deneyimi olanlar biliyordu ama bu yayınlar sayesinde geniş kesimler de öğrenmiş oldu.
Fakat tüm bu soğukkanlı itirafları dinlerken, anlatının bir kısmı boş kaldı. İşkenceyi bu derece meşru kılan, ‘devletin menfaatineyse işkence doğrudur‘ dedirten atmosferi konuşmak yerine, meselenin mide bulandıran teknik yönlerine odaklandık. İşkenceyi bazı şanssız kişilerin başına gelen bir takım psikopatlıklar gibi düşündük. Arka planındaki politik aklı, ideolojiyi es geçtik. Halbuki işkenceyi çeken ve çektirenden yola çıkarak ‘devlet’ denen kutlu mekanizmanın çalışma prensiplerini görebilmek mümkün.
Türkiye’de kaba dayağın ötesine geçen, yukarıdan aşağıya bizzat örgütlenen, devlet aygıtının olur verdiği ve istihbarat literatüründe ‘sorgulama tekniklerinden biri’ olarak anılan ‘işkence’ 1960’lı yıllardan itibaren benimsenmeye başlandı. Burada özellikle 1965’te Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kurulması milattır denebilir. Nasıl ki, ABD’nin Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan komünizm tehlikesine karşı 1947’de kurulduysa, MİT de, Soğuk Savaş yıllarının en derin krizlerinin ortasında 1965’te kurulur. Bu nedenle işkenceyi Soğuk Savaş’ın antikomünizm ideolojisinden bağımsız düşünmemek gerekir. Bu yıllarda devletin kurumsal bir ideolojisi varsa bu ideolojiye ‘antikomünizm’ demek yerinde olacaktır. MİT’in de ilk sivil müsteşarının 1992’de atandığı hatırlanırsa, 1970’lerde müesses nizam olarak beliren büyük resmin içinde TSK’nin, sermayedarların ve ABD’nin dahil olduğu bir işbirliği görünür. Bu işbirliği de elbette ideolojilerden mahrum değildir. AP, MHP ve MSP’nin içinde olduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri müesses nizamın bu işbirliğinin neticesidir.
Bu memlekette karakollarda çığlıklar duyuluyor, cezaevlerinde tabutluklar kuruluyor, Sakarya’dan Kocaeli’ne sahipsiz mezarlar bulunuyorsa eğer, bunun sorumlusu bir takım psikolojik sorunları olan sadist devlet görevlileri değil, bizzat adını andığımız ‘müesses nizam’dır. Bu nedenle, ‘devlet ayrı, hükümet ayrı’ derken bir kez daha düşünmek gerekir. Bu ikisi ayrıdır da, devletin tarihi pek mi temizdir?
Türkiye’nin siyasi yelpazesinin sağında kalan hareketler, ilginç bir başarı göstererek, bu müesses nizamla mücadele ediyormuş gibi bir görüntü sergileyebildi. Özellikle İslamcı gelenek, darbelere karşıymış, egemen güçlerin karşısındaymış, mazlum ve mağdurmuş gibi göründü. Halbuki tarihimiz, bunun tam tersi olduğuna ilişkin örneklerle doludur.
Mesela, 70’li yıllarda yayımlanan, yazarları arasında Cemil Çiçek, Melih Gökçek, Hüseyin Gülerce, Ahmet Taşgetiren, Taha Akyol, Ömer Ziya Belviranlı, Halil Şıvgın, Atilla Yayla, Burhan Özfatura gibi ‘mukaddesatçı sağ’ gelenekten isimlerin yer aldığı Yeniden Milli Mücadele Dergisi’ni ele alalım. 12 Mart Darbesi’nden sadece 1 ay önce, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın gazetelere verdiği ve TİP Başkanı Behice Boran’ı hedef alan Kurban Bayramı mesajı üzerine dergi manşetten ‘Komünistlere Karşı Ordu Millet Elele’ başlığını atabildi. İçeride Memduh Tağmaç hakkında şu övgü dolu ifadeler kullanıldı;
“Rey endişesinin kirletmediği, sandalye arzusunun iğrençleştirmediği bir ses, mübarek Kurban Bayramı boyunca milletimizin endişe ile kararan kalbine ümit ışığı tutuyordu. Milli ordunun en salahiyetli temsilcisi tarafından, Türkiye’nin kesin gerçekleri şaşmaz bir katiyetle belirtiliyordu. Türk Orduları Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç Paşa, vatan hainlerinin milli orduya karşı giriştikleri köpekçe saldırıları bir sineği kovalayan kızgın bir adam edasıyla takbih etmekte idi”
70’li yılların sağ tandanslı yayınlarına bakıldığında ‘rey endişesinin kirletmediği’ askerlerin, siyasete müdahale çağrılarına sıklıkla karşılaşılır. Bu haliyle, ‘Türkiye sağı ne ara demokrat oldu’ diye sormak hakkımız değil mi?
Denebilir ki, bu hadise 70’li yılların koşulları içinde tartışılmalıdır. O halde çok daha kirli bir tarihe, 12 Eylül sonrasına 80’lere uzanalım. Dönemin sağcı yazarları içinde en meşhuru sayılan, 2001’de hayatını kaybeden, AKP’li belediyelerde hala anmaları yapılan Ahmet Kabaklı, 23 Nisan 1983’te Türkiye Gazetesi’nde ‘Değerlerimizin İdrakine Doğru’ başlıklı yazısında 12 Eylül Darbesi’nin nimetlerinden şöyle bahsediyor;
“Yüzyıllık ihmal, gaflet ve cahilliklerden sonra, İslami-Milli terkibe yöneliş hazırlıklarını görmek neslimiz için yine de bir şanstır. Bu yolda harcanan ferdi gayretler, beslenen ümitler, çekilen acılar boşa gitmemiş sayılır. (…) Allah’ın takdiri ve 800 milyon Müslümanın istekleri ile yeniden ‘efendi olmak’ çağı bize açılıyor.”
Dikkat edin, 12 Eylül’den hemen sonra zoraki bir kutlama değil, darbeden 3 yıl sonra esaslı bir değerlendirme yapıyor Ahmet Kabaklı.
Mehmet Eymür’ün MİT içinde, Hiram Abas’ın başını çektiği ekibin bir parçası olduğu sır değil. Bay Pipo lakaplı Hiram Abas’ın Turgut Özal’ın özel danışmanı olduğu, bizzat Özal tarafından MİT’in ikinci adamı yapıldığı da, Sedat Peker ifşaatlarıyla adı yeniden duyulmaya başlayan Korkut Eken’in Hiram Abas tarafından MİT’in Güvenlik Dairesi Başkan Yardımcısı yapıldığı da biliniyor. Tüm bu tezgah ideolojilerden bağımsız mı? Turgut Özal’ı büyük demokrat olarak tanıtanların bu konuları pas geçmesi enteresan değil mi?
Mesele devlet olunca, sanki ideolojisiz, tarafsız bir mekanizmayı ele alıyormuş gibi yapıyoruz. Devlet işi… Devlet sırrı… Devlet meselesi… Bir de ‘Derin’ sıfatlı devlet…
Bunlar ideolojilerden ayrı düşünebileceğimiz meseleler mi? Sedat Peker’in üzerine pek konuşulmayan bir ifadesiyle bitirelim. Peker, 5’inci videosunda diyor ki;
“Kılıçdaroğlu abi var ya Allah aşkına çok iyi bir adam. Şimdi biz yan yana gelip ne konuşabiliriz ki ortak bir dünyamız yok”
Sedat Peker’in belki de en samimi itirafıydı bu. Siyaset dünyası, bir ilişkiler ağıdır. Bu ağları ortak dünya görüşleri belirler. Bu çetecilerin, eli kanlı isimlerin, işkencecilerin hiçbirinin Türkiye soluyla veya sosyal demokratlarıyla ortak bir dünyası olmamasına, tam aksine, 5-10 değil 50 yıldır sağ tandanslı siyasetçilerle temaslı olmalarına tesadüf mü diyeceğiz? Memleketin tarihinden irin akıyorken, bugün demokrasi nutukları atan Türkiye sağının en azından bir özeleştiri vermesi gerekmez mi?