Ayşenur Arslan

Ayşenur Arslan

Mahallemizin Savaşla İmtihanı: Şehit Olmaya Giden Gazeteci

Genç bir kadın gazeteci, Fulya Öztürk.. Askeri helikopterle cepheye götürülmüş.. “Askerimize geleceğine bana gelsin” diye çırpına çırpına, böğrüne vura vura yayın yapıyor. Neredeyse şehit olmaya ant içmiş, bir yandan kurşunları beklerken bir yandan hisli hisli anlatıyor.

Sonrası.. Heyhat! Fulya Öztürk İstanbul’a, Demirören Yayın Grubu’nun konforlu kucağına döndü. Arkasında bıraktığı askerler de, sonu bayrakla kaplı tabutlarda bitebilecek çatışmaya devam etti.
Üst üste ağır kayıplar nedeniyle her zamankinden daha çok ve DAHA AÇIK konuşulan “terörle mücadele gündeminden” söz ediyorum.

Evet, daha çok ve daha açık konuşuluyor. Ancak bir mesele ya görülmüyor ya da bilerek görmezden geliniyor: Fulya Öztürk’ün, onun gibi cepheye bile gitmeden evinde oturup ahkam kesen gazeteci ve siyasetçilerin şehitlik güzellemesi.

Anne babalar, evlatlarının acısıyla başa çıkabilmek için şehitlik kavramına sarılır elbette. Bunu anlamamak, saygı duymamak mümkün mü?

Peki ya gençler.. Askere ve özellikle çatışma bölgesine giden gençler...

Sosyal medya onların videolarıyla ve o videolardaki “şehitlik özlemi” mesajlarıyla dolu.

İzlerken bir anneyle röportaj çıktı karşıma. Oğluyla bir gün önce telefonda konuşurken “sağ salim dön gel inşallah” demiş de.. Oğlu kızmış.. “Neden böyle dua ediyorsun? Ben buraya şehit olmaya geldim” diye çıkışmış. Ve ertesi gün ölüm haberi gelmiş.

★★★

O gençler neden öldüklerini düşünmüşler miydi hiç? Aileleri neden sustuklarının farkında mıydı acaba?

Emekli general Haldun Solmaztürk, dün Gazete Pencere’deki köşesinde adeta feryat etmiş:

“Milli güvenlik siyaseti ile geleneksel kurum, kurallar ve kültür tümüyle yok edildi. Bilmiyorlar, öğrenmiyorlar, yönetemiyorlar.. Sonra da ‘elbette şehitlerimiz de oluyor’ diyerek yaşananları sıradanlaştırıyorlar. Bunların hiçbiri normal değil, kader de değil, kaçınılmaz da..”

Aynı yazıda, milyonlarca kişinin haberdar bile olmadığı, bilenlerin de çoktan unuttuğu bir süreç anlatılıyor.

“Dört yıl önce, Suriye Ordusu’nun İdlib’de -Erdoğan’ın ‘birlikte çalıştığımız dost unsurlar’ diye tanımladığı- başta HTŞ olmak üzere ‘Cihatçı’ terörist gruplara yönelik askeri harekatı gelişiyor, gerginlik tırmanıyordu. Erdoğan 5 Şubat 2020 günü ‘dost unsurlara havadan ve karadan yapılan her saldırı, kaynağın aidiyetine bakılmaksızın, uyarı yapılmaksızın misliyle cevaplandırılacaktır’ demişti.”

Ne oldu peki, hatırlayan var mı? Haldun Solmaztürk hatırlatmış.

27 Şubat günü Rus ve Suriye jetlerinin bombardımanıyla 36 -OTUZALTI- askerimizi kaybettik.
Kaynağına, yani saldırının Rusya ve Suriye’den geldiğine bakıldı mı? HAYIR!

Vahim sonuca rağmen bir adım atıldı, bırakın misliyle karşılığı, örneğin Rusya’dan büyükelçimiz çekildi mi? HAYIR!

Memleket, HTŞ yani Heyetu Tahriru’ş Şam denilen selefi cihatçı örgüt, yani eli kanlı katiller ordusu uğruna 36 canımızın gittiğinin farkında mıydı? HAYIR!

★★★

Dört yıl öncesini hatırlamayan 33 yıl öncesini hatırlar mı!

33 yıl önce tam da 17 Ocak günü ilk saatlerde dünyanın her köşesinde “son dakika” anonslarıyla canlı yayın başladı. Ve havai fişek niyetine seyredilen bombalamalarla, ABD -yedekte 30’dan fazla ülkenin askeriyle- Kuveyt’i Saddam’ın işgalinden kurtardı!!

Harekata, o afili isimlerden birini verdiler: “Çöl Fırtınası Operasyonu..”

Aman ne kadar heyecanlıydık o günlerde. Öyle ya! Cumhurbaşkanı Özal’ın unutulmaz ifadesine göre “bir koyup 3 alacaktık”..

Aldık mı?

Sorunun yanıtı özetle şöyle:

  • Bölge ticareti etkilendi. Bunun da ekonomiye olumsuz yansımaları oldu.
  • ABD’nin Türkiye’den en önemli talebi olan “topraklarımızda konuşlanması” kabul edildi.
  • ABD, Türk askeri de istedi. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri -o zamanlar mümkünmüş- bu talebe “hayır” dedi.
  • Bölgedeki savaşın en büyük etkisi, yaklaşık 1 buçuk milyon Kürt’ün Saddam’dan kaçmak için Türkiye’ye akması oldu.
  • Bununla ilgili bir başka tarihi kırılma noktası da, ÇEKİÇ GÜÇ adı verilen proje oldu. Kuzey Irak’ın ABD tarafından kontrolü anlamına gelecek ve sonrasındaki gelişmelerin kapısını açacak proje, muhalefetin tepkisine rağmen onaylandı. Dahası ÇEKİÇ GÜÇ’ün Türkiye sınırları içinde konuşlanmasına izin verdi.
  • Bölgede Kürt Özerk yönetiminin ve günümüzde PYD’nin temeli böyle atıldı.

★★★

Tarihin tekerleğini çevirmeye devam edin.

Baba Bush’un Çöl Fırtınası’ndan oğul Bush’un Irak’ı işgaline.. Sonra Arap Baharı gündeminde “Şam’da kahve içme” iddiasına.. Bugüne..

Ne kadarının bugün aramızda yaşadığını bilmediğimiz cihatçı katiller..

Sayısını unuttuğumuz asker sivil kayıplarımız..

Peş peşe sökün eden bayrakla kaplı tabutlar.. Tabutlar.. Tabutlar..

Ve bırakın tarihi, önünü göremeyen bir kadın gazeteciyle propaganda arsızlığı..

Belki şunları da unutmuşsunuzdur: Özal’ın cumhurbaşkanlığı günlerinde patlak veren Çöl Fırtınası “dünyada ilk kez canlı yayınlanan savaş” unvanına sahip. Bunu Türkiye’de, batılı benzerleri gibi şölene çevirense Özal’ın oğlu tarafından kurulan ilk özel televizyona nasip oldu! “Canlı” olduğu 30 saniyede bir tekrarlanan görüntüleri kim unutabilir ki!

Ya oğul Bush’un Irak’ı işgal için harekete geçtiği anları! Özel televizyonların sayısı hayli artmıştı malum.. Ama hepsi de aynı görüntüleri veriyordu.

Bağdat bombardımanıyla başlayan savaş bizde de reyting savaşına dönmüştü. Ekranda nelere tanık olmuyorduk ki!

Çiçeği burnunda özel televizyon Habertürk hele.. Unutulmaz!

Stüdyoda emekli bir Amerikalı general, elinde coşkuyla salladığı ABD bayrağı ile sözde danışmanlık yapıyordu.

★★★

Irak işgali sırasında “embedded” yani “iliştirilmiş” gazeteci kavramıyla tanışmıştık.

Sonrasında “benzerlerini” değil “aynılarını” bizde de gördük.

Uçaklarla sınıra / cepheye götürülüp bütün “İLİŞTİRİLMİŞ GAZETECİLER” gibi iktidar ne söyleyip yazmalarını istiyorsa onu anlatıp yazdılar.

Tabii yanı sıra, sizler üzülmeyesiniz diye şehitliği neredeyse kutlanacak bir “son” olarak takdim ettiler.
Aralarında “ah neden bana nasip olmadı” diyen de çıktı.

“Allah fakirleri sevdiği için onları şehitlik mertebesiyle cennetine alıyor” diye, bayrakların neden hep yoksul evlere asıldığı sorusunu yanıtlayan da…

Ama hakkını teslim edelim; hiçbiri Fulya Öztürk kadar akılda kalıcı olmadı!

Yazık, göğsünü siper etti de..

Alın size bir tane daha “HEYHAT”!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşenur Arslan Arşivi