Bir okul öğretmenlerin ruh sağlığını desteklemek için hangi temel önlemleri alabilir?

Öğretmenlerin iş yükü ve çalışma saatleri, iş hayatının kişisel hayata taşmasını önleyecek şekilde düzenlenmelidir. Beslenme yetersizliği, yoksulluğun diğer etkileriyle birleşerek çocuğun okuldan kopmasına veya yüzeysel bir eğitim almasına yol açabilir.”

“Eğer okul, bir öğrencide dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olabileceğinden şüphelenirse, ilk olarak bu durumu ailenin dikkatine sunmalı ve bir uzmana yönlendirmelidir. DEHB mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durumdur, çünkü çocuğun akademik başarısından sosyal ilişkilerine kadar her alanını etkileyebilir. Tedavi, ancak bilimsel temelli ve bütünsel bir yaklaşımla mümkün olabilir.”

Prof. Dr. Yankı Yazgan ile öğretmenlerin ruh sağlığını, okul iklimini, okul yemeğinin önemini ve Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğunu konuştuk.

Okul ortamının, öğrenciler kadar öğretmenler için de kritik bir öneme sahip olduğu açıktır. Öğretmenlerin esenliğinin öğrenciler üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, bir okul öğretmenlerin ruh sağlığını desteklemek için hangi temel önlemleri alabilir?

Esenlik ve ruh sağlığı kavramlarına baktığımızda, ruhsal bozuklukların, engelleyici durumların veya yeti kaybı risklerinin yokluğu ruh sağlığı için gereklidir, ancak yeterli değildir. Ruh sağlığı, bireyin yaşamın sıradan stresleriyle başa çıkabilmesi, yeteneklerini kullanabilmesi, verimli çalışması ve topluma katkı sunabilmesiyle tanımlanır. Bunu öğretmenler ve okul iklimi bağlamında ele aldığımızda ise, sosyal ve duygusal gelişim ilkelerine dayalı bir okul iklimi önem kazanır. Bu, birbirini anlama, iş birliği yapma, duyguların öğrenme ve çalışma üzerindeki etkilerini anlama ve yönetme gibi sonuçları hedefleyen, bir duygusal güvenlik ortamını gerektirir. Bahsi geçen okul ikliminin sağlanması için belirlenebilecek ölçütler oldukça geniştir; ancak temel olanlardan birkaçını sıralamak gerekirse…

Ruh sağlığı teriminin okullarda açıkça telaffuz edilmesi ve bu konuda konuşmaya elverişli, destekleyici bir ortam oluşturulması büyük önem taşır. Ruh sağlığı farkındalığını artırmak amacıyla, öğretmenleri ve diğer okul çalışanlarını içine alan yüreklendirici kampanyalar ve fırsat yaratıcı toplantılar düzenlenmelidir. Okul yöneticileri, bu ortamın oluşumunda öncü bir rol üstlenmeli ve ruh sağlığı ile esenlik konusunda açık, net ve destekleyici bir duruş sergilemelidir.

Öğretmenlerin ruh sağlığını korumak ve desteklemek adına, iş-özel hayat dengesi sağlanmalıdır. Öğretmenlerin iş yükü ve çalışma saatleri, iş hayatının kişisel hayata taşmasını önleyecek şekilde düzenlenmelidir. Özellikle bürokratik işlemlerden kaynaklanan zaman kaybı ve geç saatlerde gönderilen e-posta veya mesajlar gibi iş yükü taşmalarını engelleyecek politikalar geliştirilmelidir. Bunun yanı sıra, öğretmenlerin ihtiyaç duyduklarında kullanabilecekleri, rahatlayabilecekleri özel alanlar, odalar veya köşeler oluşturulmalıdır. Bu tür mekânlar, öğretmenlerin streslerini azaltmalarına ve zihinsel olarak yenilenmelerine katkı sağlayabilir.

Öğretmenlik mesleğinin doğası gereği, öğretmenler sosyal refleksleri güçlü bireylerdir. Ancak, kayıtsız kalamayacakları zorlu durumlarla karşılaşmak, özellikle bu durumlara etkili bir çözüm üretememe duygusu, uzun vadede yıpratıcı ve hatta yıldırıcı olabilir. Çoğu zaman öğretmenler, sınıflarda çapraşık ruhsal sorunlarla, davranış ve öğrenme güçlükleriyle ya da göç, afet, derin yoksulluk, aile içi şiddet, hastalık ve ölüm gibi zorlayıcı durumlarla karşılaşan öğrencilerle bir arada olurlar. Bu gibi durumlar karşısında, öğretmenlerin yalnızca sorunları tespit etmekle kalmayıp, bu sorunlara nasıl yaklaşacaklarına dair gerekli bilgi ve donanıma sahip olmaları gerekir. Bu nedenle, öğretmenlere yönelik bilgilendirici seminerler düzenlenmeli, bu bilgilerin sahada etkili bir şekilde kullanılmasını destekleyecek vaka temelli süpervizyon veya koçluk çalışmaları sağlanmalıdır.

Son olarak, öğretmenlerin ruh sağlığıyla ilgili ihtiyaçlarını belirlemek ve yapılması gerekenleri planlamak için düzenli mekanizmalar kurulmalıdır. Okul bünyesinde düzenli anketler yapılmalı ve öğretmenlerin görüşlerini rahatça iletebilecekleri özel başvuru kanalları oluşturulmalıdır. Bu süreçte, öğretmenlerin mahremiyetine saygı gösterilmeli ve kariyer gelişimlerini olumsuz etkileyebilecek herhangi bir endişeye yer verilmemelidir. Böylelikle, öğretmenlerin ruh sağlığını destekleyen bir okul kültürü inşa edilebilir ve bu kültür, öğrencilerin gelişimine de olumlu yansıyabilir.

Okul iklimi, hem sizin hem de birçok eğitimci tarafından bir eğitim ortamının kalitesini belirleyen temel bir unsur olarak tanımlanıyor. Peki, bu kavram neden bu kadar kritik bir öneme sahip, bu kavramın çocukların sosyal ile duygusal gelişimlerini üzerinde nasıl bir etkisi var? Sosyal ve duygusal gelişimin eğitim çevrelerinde yeterince ele alındığını düşünüyor musunuz?

Eğer önümüzdeki 10-20 yıl içinde insanların iş hayatında yaptığı birçok şeyi robotlar veya makine öğrenimine dayalı algoritmalar gerçekleştirecekse, bugün aldığımız eğitimin bizi gelecekte nereye ve konumlandıracağını sorgulamamız gerekiyor. Bu sorunun kendisi bize sosyal ve duygusal gelişimin önemini vurguluyor.

İnsanları robotlardan ayıran en önemli göstergelerden birisi, duygularımızın varlığı. Diğer canlılardan ayıran ise, duygularının farkındalığı ve duygularını yönetme becerisi. Bir başka önemli nokta ise insanın sosyal hayatı: beraber yaşarken, işbirliği ve rekabet gibi olguların, sevgi ve öfke, bağlılık ve güven gibi duyguların sosyal hayatın ürünü ve tutkalı olması.

Bu iki noktayı birleştirdiğimizde, sosyal ve duygusal gelişimin ne denli önemli olduğunu açıkça görebiliriz. Belirsiz bir geleceğe hazırlanırken, bizi diğerlerinden ayıran bu özelliklerimizi beslemek ve güçlendirmek stratejik bir strateji olabilir. Çünkü, sosyal ve duygusal gelişim, bireylerin hem kişisel hem de toplumsal yaşamda başarılı olmalarının temel yollarından biri olarak öne çıkıyor. Peki, böyle bir gelişimde okulun ve özellikle okul ikliminin rolü ne kadar belirleyicidir konusuna gelirsek…

Çocukların gelişimi, ilk olarak anne-babanın rehberliğinde başlar. Ancak çocuk büyüdükçe, toplum ve okul gibi kamusal kurumlar bu sürece katkı sağlayarak gerekli olanakları sunar. Okullar sadece ders yapılan yerler değil; aynı zamanda çocukların sosyal, duygusal ve fiziksel olarak geliştiği alanlardır. Bu gelişim, büyük ölçüde okulun iklimine bağlıdır ve bu iklimi, okulda yer alan paydaşların sosyal ve duygusal gelişim düzeyleri şekillendirir.

Ne yazık ki, bu önemli konu çoğu zaman hayata geçirilemeyen bir slogandan öteye gidememektedir. Bunun temel nedeni, sosyal ve duygusal gelişimin eğitim çevrelerinde sistematik olarak nasıl gerçekleştirileceğine dair net bir yol haritasının bulunmaması ve bu alanın akademik gelişimin gerisinde kalmasıdır.

Peki, sosyal ve duygusal gelişimi gerçekten destekleyen bir okul iklimi yaratmak için hangi somut adımları atmalıyız? Bu gelişimi, hayata geçirilemeyen bir slogandan çıkarıp, eğitim sistemimizin ayrılmaz bir parçası haline nasıl getirebiliriz?

Sosyal ve duygusal gelişimi destekleyen bir okul ikliminin yaratılmasının özünde bir liderlik meselesi olduğunu düşünüyorum. Liderlik derken, sadece okul müdürü ile sınırlı olmayan, ancak müdürün öncülüğü ve aktif katılımı olmaksızın yürütülemeyen bir yaklaşım tarzından söz ediyorum. Öğrencilerin gelişimini bir türlü kendi yolunu arama, bulma ve bağımsızlaşma süreci olarak düşünürsek, bu süreçte süreçte anne-baba, öğretmenler ve okul yöneticilerinin yaklaşımlarının uygunluğu kritik önem taşıyor diyebiliriz. Bu nedenle, öğrencilere yönelik her türlü uygulama, okul ikliminin temel unsurlarından olan yöneticileri, öğretmenleri, idari personeli ve aileleri içermelidir.

Öğretmenlerin sosyal ve duygusal gelişimine yatırım yapılmasının öğretmenlerin öğrenciyle geliştirici ve adanmış bir ilişki kurmasına doğrudan etkisi vardır. Aynı durum, anne-babalar için de geçerlidir. Sosyal ve duygusal gelişimin önceliklendirildiği, yapılandırılmış programların yürütüldüğü okullarda, okul iklimindeki değişimlerin akademik başarıyı arttırdığı, öğretmen tükenmişliğini azalttığı ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinin daha güçlü bir şekilde inşa edildiği gözlemlenmiştir.

Sosyal ve duygusal gelişim, aynı zamanda dikkat, odaklanma, planlama ve organizasyon gibi yürütücü işlevlerle de doğrudan bağlantılıdır. Çeldiricilerin yoğun olduğu, kendini kontrol becerilerinin yeterince gelişmediği, öncelik ve önem sırasının karıştığı, görev ve sorumlulukların anında sonuç elde etme kültürünün etkisi altında kaldığı bir çağdayız. Bu nedenle, dikkat, odaklanma, planlama ve organizasyon becerilerinin, sosyal ve duygusal gelişimin ayrılmaz bir parçası olarak geliştirilmesi gerekmektedir.

Toparlamak gerekirse, okul müfredatının içinde yer alan uygulamalara yer verilmesi yanısıra okul liderliğinin başı çektiği, öğretmenlerin, anne-babaların ve elbette ki en çok öğrencilerin bizzat yer aldığı farklı deneyimsel öğrenme fırsat ve programları çocukların sosyal ve duygusal gelişiminim yolunu açacaktır.

Okul ikliminin önemli bir parçasının okul yemeği olduğundan bahsediyorsunuz. Sosyal-duygusal ve fiziksel güvenlik için okul yemeği nasıl bir taban oluşturuyor ve çocukların gelişimini nasıl etkiliyor?

Okul yemeği, sosyal-duygusal ve fiziksel güvenlik açısından çocuğun gelişimi için çok

önemli bir taban oluşturuyor. Ruh sağlığının ve ruhsal iyilik halinin temel koşullarından biri,

hatta en önemlisi, çocuğun kendini güvende hissetmesidir. Çocuk, kendisine iyi

davranılacağına, incitilmeyeceğine ve kendi iyiliğinin gözetileceğine inanırsa güvende

hisseder. Bu güven duygusu, çocuğun dış dünyaya karşı daha açık, öğrenmeye ve keşfetmeye

istekli, başkalarıyla iş birliği yapmaya yatkın bir ruh haline kavuşmasını destekler.

Bu bağlamda okul, güvenlik ihtiyacını karşılamada kritik bir rol üstlenir. Sosyal-duygusal

güvenlik, çocuğun kendini, düşüncelerini ve duygularını özgürce ifade edebildiği,

farklılıklarının kabul edildiği ve bunlar nedeniyle tehdit hissetmediği bir ortam sunmaktır.

Fiziksel güvenlik ise çocuğun temel fiziksel ihtiyaçlarının karşılandığı, uzun vadeli risklerden

arındırılmış, sağlıklı bir ortamda bulunmasını sağlar.

Besin güvenliği, bu iki güvenlik türünün kesişim noktasıdır ve okul yemeği bu güvenliğin

sağlanmasında eşsiz bir araçtır. Çocuğun yeterli ve besleyici gıdaya erişimi, yalnızca açlığı

önlemekle kalmaz, iyi bir beslenme sağlamayı da içerir. Çocukların beyin gelişimi için gerekli

besinleri almalarını sağlamak, öğrenme üzerinde net ve somut faydalar yaratır.

Yeterince beslenememiş bir çocuğun, özellikle akademik öğrenme gibi ek çaba gerektiren

işlevlerde zorlandığını görüyoruz. Bu durum, okuma, yazma ve aritmetik gibi temel

becerilerin kazanılmasında yavaşlama yaratabilir. Daha da ötesi, beslenme yetersizliği,

yoksulluğun diğer etkileriyle birleşerek çocuğun okuldan kopmasına veya yüzeysel bir eğitim

almasına yol açabilir.

Besin güvenliğinin sağlanmaması, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal sonuçlar da

doğurur. Bir çocuğun ne yiyeceğini, hatta bir şey yiyip yiyemeyeceğini bilememesi, beyin

açısından bir güvenlik tehdidi yaratabilir. Bu durum, zihnin uzun vadeli kazanımları

önceliklendirmesini engelleyerek hayatta kalmaya odaklanmasına neden olur. Çocuğun

davranışları kısa vadeli dürtülere yönelir, topluma ve geleceğe olan güveni azalır. Ayrıca, besin güvenliğinin sağlanamaması, anne-babaların üzerinde ciddi bir baskı oluşturur. Çocuğunu doyuramamanın getirdiği kaygı ve üzüntü, onların çocuklarıyla anlamlı bir ilişki kurmalarını zorlaştırır ve bu, çocuğun duygusal gelişimine zarar verir.

Okul yemeği, bu olumsuz etkileri ortadan kaldırabilecek basit ama etkili bir adımdır. Çocuğun

iyi beslenmesini sağlar, beyin gelişimine ve öğrenmeye katkıda bulunur, anne-babaların

yükünü hafifletir ve toplumsal dayanışmayı güçlendirir. Çocukların okulda kendilerini

değerli hissetmelerine yardımcı olur, onların güvenli bir ortamda büyümelerine ve

gelişmelerine olanak tanır. Besin güvenliğini sağlamak, çocuğa karşı kamusal bir

yükümlülüktür ve okul yemeği bunun sağlanmasında en iyi yollardan biridir.

Pozitif bir okul iklimi, uygun sosyal ve akademik şartlar mevcut olsa dahi bazı çocukların farklı desteklere ihtiyacı olabiliyor. Tanı almış Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu olan öğrencilerin akademik ve sosyal gelişimleri için nasıl bir yol izlenmeli? Okul çocukta böyle bir dikkat sorunundan şüpheleniyorsa ne yapmalı?

Pozitif bir okul ortamı, sosyal ve akademik şartlar her ne kadar uygun olsa da, bazı çocuklar için bu yeterli olmayabilir. Özellikle DEHB tanısı almış çocuklar söz konusu olduğunda, tedavi sadece ilaçla, sadece psikolojik yöntemlerle ya da sadece okul önlemleriyle tamamlanamaz. DEHB’nin çözümü, mutlaka bütünsel bir yaklaşımı gerektiriyor.

Çocuk ilaç tedavisi görse de görmese de, hayatında şu temel yöntemlerin mutlaka bulunması gerekiyor: Çocuğun kendini anlaşılmış hissetmesi çok önemli. Kendini zaafları ve kusurlarıyla anlayabileceği bir psikolojik destek almalı. Ailelerin ise çocuğun davranışlarını kontrol edebilecek bir ev düzeni oluşturması için eğitilmesi gerekiyor. Evde net kuralların ve rutinlerin sağlanması, çocuğun yaşamını daha öngörülebilir ve kolay hale getirebilir. Bunun yanında, okul ortamı da çocuğun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmeli; öğretmenler ve psikolojik danışmanlarla iş birliği yapılarak bireyselleştirilmiş bir eğitim düzeni oluşturulabilir.

Eğer okul, bir öğrencide dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olabileceğinden şüphelenirse, ilk olarak bu durumu ailenin dikkatine sunmalı ve bir uzmana yönlendirmelidir. Bu süreçte, uzman aile ve çocukla görüşmeler yaparak gelişim dökümünü çıkarır, okul gözlemleri ve çocuğun genel sağlık durumu değerlendirilir. Ayrıca, DEHB dışındaki olası nedenleri ayırt edebilmek için durum detaylıca incelenir. DEHB’nin yoğunluğunu ve eşlik eden sorunların varlığını anlamak için davranış değerlendirme ölçeklerinden faydalanılabilir ve öğrenme ya da muhakeme özelliklerini değerlendirerek özgül öğrenme bozukluğu gibi diğer olasılıkları da göz önünde bulundurulmalıdır.

DEHB tanısının yalnızca tek bir kişiye, olaya ya da mekâna bakılarak konulamayacağı unutulmamalıdır. Farklı kişilerden, özellikle öğretmenlerden ve okul psikolojik danışmanından alınan bilgiler oldukça değerlidir. Yaz tatili ile okul zamanı arasındaki davranış farklarını ya da çocuğun anne-babasının yanındaki tavırları ile başka yetişkinlerin yanındaki tavırlarını kıyaslamak gibi detaylı gözlemler, tanı ve tedavi sürecine ışık tutar.

Tedaviye gelince, DEHB’nin tedavisindeki temel hedef, çocuğun doğal gelişimine imkân verecek bir düzen oluşturmaktır. İlaç tedavisi, dikkat ve davranış kontrolü için kısa vadede en etkili yöntemlerden biridir. Ancak ilaç tedavisi bir çerçeve sunar, tek başına çözüm değildir. Çocuğun gelişim fırsatlarını en iyi şekilde değerlendirebilmesi için psikososyal destekler ve eğitsel müdahalelerle birlikte yürütülmesi gerekir.

Son olarak, ailelerin “Yeter ki ilaç kullanmayalım” düşüncesiyle etkinliği kanıtlanmamış yöntemlere yönelmesi doğru değildir. Her çocuğa iyi gelebilecek şeyler bir tedavi olarak görülemez. DEHB mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durumdur, çünkü çocuğun akademik başarısından sosyal ilişkilerine kadar her alanını etkileyebilir. Tedavi, ancak bilimsel temelli ve bütünsel bir yaklaşımla mümkün olabilir.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahin Aybek Arşivi