Mustafa K. Erdemol
Ahmet ağabey, Tufan ağabey, Oruç hocam
Daha önce de söylemiştim sanki ama tekrarından bir zarar gelmez herhalde; şu nostalji için, “geçmişe duyulan hastalıklı özlemdir” derler. Öyle pek de matah bir şey değil yani. Hastalıklı mıdır değil midir bilmem ama ben de bazen (son zamanlarda hayli sık) geçmişi özlediğimi fark ediyorum. Geçmişin geride kalması elbette doğaldır o nedenle sürekli onunla yaşamanın anlamı da yok ama özlüyorum işte. Geride bıraktıklarımızın yerine yenilerini koyamayınca böyle oluyor demek ki.
Bir devin yanında
Bugünüme bakınca, fena da değildir özlediklerim doğrusu. En son Tufan (Türenç) ağabeyin ölümüyle depreşti yine özlemim. Mesleğe başlayışımın üzerinden beş yıl geçtikten sonra, Dünya gazetesinden kovulduktan hemen sonra yani, Sağnak Hacışabanoğlu’nun (saygı, sevgi ona) yardımı, Altan (Öymen) ağabeyin (ona da saygı, sevgi elbette) oluru ile Milliyet’te başlamıştım çalışmaya. Yaş 22. Harika bir gazeteydi Milliyet. O zaman da eleştirirdik basını falan ama şimdi düşünüyorum da gazetelerin gazete, gazetecilerin de gerçekten gazeteci olduğu zamanlardı. Altan ağabey, fakülteye devam etmeme de göz yumarak, beni haber merkezine vermişti. Bir edebiyat devinin yanında çalışacaktım. Gazeteciliğini çok az kişinin bildiği, şairliği, yazarlığı, kuramcılığı ile hemen hemen herkesin tanıdığı Ahmet Oktay gibi bir devin yanında yani. O sıralar aynı zamanda, Yazarlar Kooperatifi’nde (YAZKO) çalıştığım için (dergilerinde yazı yazardım) yazarlarla, şairlerle içli dışlıydım. Alışkındım “büyük insanlara” yani. Bunu ukalalık saymayın, içinde olunca fark edemiyor insan etrafının nasıl muhteşem varlıklarla çevrili olduğunu, hani derler ya “ol mahiler ki derya içre, deryayı bilmezler”. Ahmet ağabey bir başkaydı gerçekten. Tüm alışkanlığıma karşın heyecanlandım haliyle.
Çok sevdim, saydım onu, o da beni sevdi gerçekten. Sevdiğine emin oluşum şundandı; çok değerli, iyi bir gazeteci daha vardı servisimizde, (topu topu üç kişiydik zaten) Ergun Arpaçay, Ahmet ağabeyle sıkı dosttular. Bir gün Ergun ağabey, “alalım mı bu delikanlıyı da meclise” deyince “alalım tabii” dedi Ahmet ağabey. Meclis dedikleri de haftanın bir günü demlenmeye gittikleri meyhane. Kabul edilmiştim, büyük onur. İki defa katılma mutluluğuna eriştim. Gerisi gelmedi, gitmek zorunda kalmıştım memleketten.
Çok iyi insandı Ahmet ağabey. Çok yararlandım bilgilerinden. Ben onun kadar kendisini eleştiren birini daha görmedim bugüne kadar. Birisine kızar, daha sonra “canım ben de haklı değilim” diyerek bu kez kendisine kızardı. Defalarca tanık olmuşumdur bu tavrına.
Altan ağabey gazetenin Genel Yayın Danışmanı’ydı. Beni iki kez ölümden kurtarmıştır, bilmez. Yeri gelirse anlatırım. Küçük, büyük, hiç kimseye “sen” dediğini ya da “bey/hanım” demeden seslendiğini görmemişimdir. Ben söylememiştim ama öğrenmiş her nasılsa, “şu yazılarınızı toplayıp getirin bana, bir bakayım” dediğinde ne halt edeceğimi şaşırmıştım. Beğenmezse falan, bir daha elime kalemi alamazdım çünkü. “Bunlar ne güzel şeyler” deyince çok sevinmiştim. Eklerden birinde yazmamı istediğinde de. Ama dedim ya, terk edip gittim memleketi. Trajedidir bu.
Efsane gazeteci: Doğrudur
Tufan ağabeyle o dönemde “çalıştım”. Çok dürüst biriydi bir kere. Turgut Özal fırtınası esiyordu o dönemler. Kimi “solcular”, bugünün kimi “solcuları”nın Erdoğan’ı sandıkları gibi, “demokrat” sanıp/sayıp Özalcı kesilmişlerdi. Yemekhanede tek başıma yemek yediğim masaya gazetenin “solcuları”yla beraber gelip oturmuştu bir gün Tufan ağabey. Neşeliydi, yanındaki kimilerini gösterip, “bak bu liberal, bu solcu, bu da dönek” diye şakalaşmıştı benimle. Tabii ki “eşit” değildik, o anda o masada kim olsa ona da yapardı aynı şakayı, o sıra ben denk gelmiştim. O hep iyi bir sosyal demokrat kalmıştır. Eğilip, bükülmediğinin daha o dönemlerden tanığıyım. Şimdilerde iyice sapıtmış olan Karanlık bir gazete (dergiydi o sıralar) gazetecilere mal varlığını açıklamaları çağrısı yaptığında, ilk (sanırım tek de) gazeteci o olmuştu mal varlığını açıklayan. O dönemler herkeste görülmeyecek bir tavırdı bu. O kadar ama o kadar sevdim, saydım ki Tufan ağabeyi, bir gün bana “lan” diye bağırıp fırçalamasına sessiz kalışım bu sevgidendir. Tam 32 yıl sonra, İlker Başbuğ’un kitabının tanıtım kokteylinde rastladım Tufan ağabeye. Yanında Babıali’nin, başarılı olduğu kadar, en güzel (hala öyledir) kadınlarından olan eşi, Pınar hanım da vardı. (Ondan “Tufan ağabeyin eşi” diye söz edişim sadece bu yazıya özgüdür, Pınar hanımdan söz ettiğimde Tufan ağabey için de Pınar hanımın eşi diyeceğim). Yanına yaklaşıp, eski bir Milliyet mensubu olduğumu belirtip hatırını sordum. Tanınması gerekecek kadar kendimi önemsediğimi sanır diye çekindiğimden kim olduğumu söylemedim tabii. Son derece nazik konuştuğu beni tanıdığına dair bir işaret göremeyişim onun muhteşem hafızasından değil, benim iz bırakacak biri olmayışımdandır elbette.
Demokrat olmak başkalarının düşüncelerine saygılı olmaksa listenin başına Tufan ağabey ile Pınar hanım yazılmalı. Pınar hanım sağ bir partinin yöneticiliğini yaptı bildiğim kadarıyla. Birbirlerini değiştirme konusunda baskıcı bir tutumları olmadığına inanıyorum. Böyle insanlardı hep. O yüzden sayılıp, sevildiler.
Aptallığın kitabını yazdım
Topu topu bir yıldan biraz fazla çalıştığım Milliyet’te ne muhteşem insanlar tanımışım meğer. Oruç (Aruoba) hocam da bunlardan biri, en değerlilerindendi. Milliyet o zaman (83-84 olmalı) kültür eki veriyordu, sanırım. (Adı başka olabilir). Kimler yoktu ki ekte? Enis Batur, Ömer Madra, başkaları da tabii. Oruç hocam da ekipteydi. Bir gün yanımdan geçerken elimdeki Christopher Caudwell’in kitabını gördü. “O kalın kafalı Marksisti mi okuyorsun” deyince, bozuldum, bir iki şey söyledim herhalde. Felsefe öğrencisiyim tamam da karşımdaki de Türkiye’nin en iyi felsefecilerinden, ne söylemiş olabilirim ki. “Oo sen anlıyorsun bu işten” dediğine göre söylediğim her neyse beğenmiş olmalı.
Çok iyi oldu aramız sonra. Oruç hocam öldüğünde yazayım istedim ama elim gitmedi. Başka zaman yazarım demiştim, şimdi zamanı geldi işte. Bakın, bu muhteşem adam (her açıdan öyleydi. Hoca, ağabey, meslektaş anlamında) bana ne yaptı? Ayrıca yine bakın ben ne kadar aptal bir adamım. İngiltere’ye gideceğim kesinleşince, beni karşısına aldı, her biri birbirinden değerli öğütler verdi. Sonra “School of Oriental and African Studies’e (SOAS) git. Orada bir profesör arkadaşım var. Yazdığım bu mektubu da götür” dedi. Türkçesini okuduğu mektubun “İlişikteki genci sana yolluyorum” giriş cümlesi kalmış aklımda. (Yıllarca işgal evlerinde yaşadım çeşitli ülkelerden yoldaşlarımla. Londra’nın güneyindeki işgal evimiz yandı, kitaplarımla beraber o mektubu da ateş yuttu ne yazık ki). İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden birinde hoca olan profesör Ernest Gellner’e gitmedim tabii, cesaret edip. İngilizcem henüz berbattı, üstüm başım da iyi sayılmazdı, “ilişikteki genç” olarak Oruç hocamı mahcup ederim korkusu hepsinden baskın tabii. Gitmedim işte. Ben nereden bileyim Gellner’in dünyanın en büyük filozoflarından, aynı zamanda sosyal antropologlarından biri olduğunu? Tanışsaydım ne olurdu, hayatımı nasıl etkilerdi bilmiyorum ama Oruç hocamın Gellner’in yakın arkadaşı oluşundan mutlu olmuştum. Gellner’in seminerlerini, konferanslarını izledim bir kaç kez. Gidip de tanışmadım yine, mektubu verip. En uzun sürmüş aptallıklarımdan biridir.
Gellner 1995’te, Oruç hocam da iki yıl önce öldü
İngiltere’den, yurda yaşadığım otuz yılın ilk on iki yılında gelemedim maalesef. Acılı bir süreçtir. Bütün bu insanları, başkaları da var, çok ama çok özledim. Tufan ağabeyin beni anımsamamasını dert etmedim, önemli olanın benim onu unutmamam olduğunu biliyorum çünkü. Ahmet ağabeyle, bir başka büyük değerimiz Orhan ağabeyim (Suda) aracılığıyla haberdar olduk karşılıklı. Oruç hocama da eski bir öğrencisiyle saygılarımı sevgilerimi ilettim. Gellner’e gidip gitmediğimi sormama inceliği gösterdi. Yaptığımın aslında kabalık olduğunu yüzüme hiç vurmadı. “Rastladıkça okuyorum yazılarını” dediğini ilettiler, beğendi mi beğenmedi mi bilemedim. Beğenmese de “beğenmedim” diyecek biri olmadığı için gerçekten nasıl buldu yazılarımı hiç öğrenemedim.
Üçünün de ölümü yüreğimi dağlamıştır. Özlenen ne kadar çok insan var.
Nostalji gerçekten hastalıklı mı bilemem ama özlem cidden hasta ediyor insanı.
Bu kesin.