Onur Alp Yılmaz
İstiklâl Marşı Okutamayan “Yerli ve Millî” İktidar…
İktidarlar için iki yol vardır. Bu iki yoldan hangisinin tercih edileceği o noktadan sonra o ülkenin demokrasisini mi koruyacağını yoksa otoriter bir yönetime mi evrileceğini belirler. İktidarda olmanın maliyeti, iktidarda olmanın avantajlarını aştığında iktidarda bulunan parti demokratik yollarla ve adil bir seçimle iktidarını devreder. Bu, demokratik yoldur. İkinci yolda ise iktidarlar, iktidarın artan maliyetine katlanmamak için muhalefeti boğma yoluna girişir ve demokrasinin alanını daraltırlar.
2018 Seçimlerinden beri gelinen noktada iktidarda olmanın negatif maliyetinden ziyadesiyle mustarip olan mevcut iktidar ise bu maliyete katlanmamak için bir yandan muhalefetin siyaset alanını kısıtlarken, diğer yandan ise muhalefeti "Türkiye düşmanı şer odaklarıyla işbirliği" yapmakla suçlayarak onu marjinalize ve hatta neredeyse terörize etme eğilimindedir.
Bunun demokrasimize ve toplumsal barışımıza verdiği zarar bir yana, Türkiye'nin ulusal çıkarlarına verdiği ciddi zararlar da cabasıdır.
Peki nasıl?
Sizlere dört olay hatırlatacağım:
Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel vakası: "Elimizde görüntüler, her şey var. Bu tam bir ajan terörist" ve Almanya'ya iadesi hakkındaki soruya "Hiçbir surette olmayacak, ben bu makamda olduğum sürece asla" ifadelerini kullanmış, ancak Deniz Yücel, Almanya'ya iade edilmişti.
Rahip Brunson vakası: Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson) alamazsınız" demiştir. Ardından Fetö elebaşı Gülen'in iadesi karşılığında bir pazarlık kozu olarak kullanmaya çalışmış, ancak Rahip Brunson, ABD'nin uyguladığı yaptırımlar, F-35 kapsamından çıkartılma tehditleri ve yeni yaptırım kaygılarıyla ABD'ye teslim edilmişti.
BAE ve 15 Temmuz vakası: "Darbe girişimi olduğu zaman Körfez'de kimlerin buna sevindiğini, nasıl paralar harcandığını çok iyi biliyoruz" açıklamasının hedefinin BAE olduğu öne sürüldü. Yenişafak yazarı Mehmet Acet, BAE'nin darbe girişimi için 3 milyar dolar aktardığını yazdı. Acet, bu iddiasına kaynak olarak da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nu gösterdi.
Cemal Kaşıkçı vakası: Cumhurbaşkanı Erdoğan "Her şeyden önce bu cinayet, Suudi Arabistan toprağı sayılan Konsolosluk binasında işlenmiş olabilir fakat unutulmamalıdır ki burası Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içindedir. Ayrıca Viyana Sözleşmesi ve diğer uluslararası hukuk kuralları da böyle vahşi bir cinayetin soruşturulmasının 'diplomatik dokunulmazlık zırhı'nın altına gizlenmesine izin vermez. Biz, sınırlarımız içinde işlenen bu cinayeti elbette tüm boyutlarıyla araştıracak, soruşturacak ve gereğini yerine getireceğiz" demiş, ancak Kaşıkçı dosyası Suudi Arabistan'a devredilmişti.
Sonuçta tüm bu ülkelerle olan ilişkiler, iktidarın yaptıklarının negatif çıktısına katlanmamak, yani iktidarını muhalefete devretmemek için maddi kaynak arayışı dolayısıyla önceden söylediği tüm lafları yutmasının sonucunda yine bizzat iktidarın girişimiyle düzeltildi.
Öyle ki Suudi Arabistan ziyareti esnasında Suudi yetkililer, "Erdoğan'ın bize daha çok ihtiyacı var, ticaret koşullarını biz belirleyeceğiz" şeklinde ifadeler kullanarak, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla iktidarını devretmek istemeyen ve demokrasiyle arasındaki ilişki problemli olan mevcut iktidarın arasında ters orantı olduğunu bizlere göstermişti.
Peki, ne demek istiyorum? Dün yaşanan maç rezaletindeki sessizliğin nedeni, kuyruğun baştan kaptırılmış olması olabilir. İçeride muhalif Türklere milliyetçilik propagandası yapan iktidarımız, dışarıda ecnebiye süt dökmüş kedi yani. Bu bana Uğur Mumcu’nun şu cümlelerini hatırlatıyor:
"İçerde muhafazakârlık, milliyetçilik edebiyatı, dışarıda boynu bükük kredi dilenciliği! (...) Devlet kredileri ile palazlanan türedi şirketler; bu şirketler ile el ele dinsel tarikatlar (...) Ve sonra zam... İğneden ipliğe, akla ne gelirse, ona zam..."
Öte yandan, seçim odaklı maddi kaygılarla dün söylediğini bugün yutan mevcut iktidar, haklı ya da haksız kriz yaşadığı tüm ülkelere de Türkiye'deki yargı kararlarının maddi karşılıklarla etkilenebileceğini göstermektedir. Hatta tarihte bir kere yaşayacağımız 100. yılda dahi oynanacak bir finali satılığa çıkarabilmektedir yine aynı “yerli ve milli” iktidarımız…
Burada o kadar ileri gidebilmektedir ki “İstiklâl Marşı okunmasın, Atatürklü tişört giyilmesin” dendiğinde masadan kalkacak iradeyi göstermek yerine, pazarlığa oturmayı tercih etmektedir. Üstüne Suudi polisinin futbolcular Atatürklü tişörtlerle sahaya çıkmasın diye soyunma odalarında konuşlanmasına bile ses çıkarmamaktadır. Tüm bunlar, elbette bir devletin egemenlik haklarının ihlal edilmesidir. Dolayısıyla dünkü hadiseyi futbola indirgemeyip, sorunun bu iktidarın demokrasi anlayışında düğümlendiğini anlamamız gerekir.
Bunu böyle anladığımız andan itibaren ise artık tek bir soru vardır: Bir ülke için demokratik yollarla iktidarını muhaliflerine devretmemek uğruna ülkenin egemenlik haklarını başka ülkelere devreden bir iktidardan daha büyük bir beka tehdidi olabilir mi?