Arınç: Erdoğan'a, "Gül'e, Davutoğlu'na, Babacan'a veya bana görev verin" dedim
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Eski Başkanı Bülent Arınç, 24 Haziran seçimleri sonrası Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştüğünü ve "Sorumlulukları paylaşın. Çok iyi bir diplomasi kadromuz var. Abdullah Bey olur, Davutoğlu olur, Ali Babacan olur, ben olurum veya bir başkası olur” dediğini aktardı.
Arınç, Habertürk'ten Kübra Par'ın sorularını yanıtladı; gündeme ilişkin olarak açıklamalarda bulundu.
Yerel seçim sonrası yeni bir parti kurulacağı iddiasıyla ilgili olarak "Hakkımı helal etmem" dediği hatırlatılan Arınç, "2001'de AK Parti'yi kurarken, başka bir partinin içinden gelerek yeni bir parti kurmadık. Fazilet Partisi kapatılmıştı. Kendimiz bir sorgulama yaptık, bir kısım arkadaşlarımız yine Erbakan Hocamızın gösterdiği istikamette Saadet Partisi'ni kurdu. Biz böyle bir partiye gitmeyeceğimize karar verdik, gidip hocamıza da durumu anlattık. Ondan sonra kendi partimizi kurduk" ifadesini kullandı.
Erdoğan ile yaptığı görüşmeyi anlatan Arınç, "Bana, Abdullah Bey’e, Davutoğlu’na, Ali Babacan’a özel görev verin" dediğini söyledi. Yeni parti iddiaları hakkında da konuşan Arınç, "Yeni parti kurulsa bile başarı şansı yok çünkü Türkiye 2001 şartlarında değil" dedi.
İŞTE O RÖPORTAJIN TAMAMI
AKP hükümetlerinde önemli görevlerde bulunan ve şimdi aktif siyasetin dışında olan Bülent Arınç, Habertürk'ten Kübra Par'a konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmeyi anlatan Arınç, "Bana, Abdullah Bey’e, Davutoğlu’na, Ali Babacan’a özel görev verin" dediğini aktardı. Yeni parti iddiaları hakkında konuşan Bülent Arınç, "Yeni parti kurulsa bile başarı şansı yok çünkü Türkiye 2001 şartlarında değil" ifadelerini kullandı. Kübra Par'ın röportajı...
Bülent Bey kitap hayırlı olsun... Ömer Şahin ile sohbetinize dayanan bu kitapta hayatınızın 2002’ye kadarki kısmı anlatmışsınız. Beni en çok şaşırtan, sizin çocukluğunuzu öğrenmek oldu; aslen Girit kökenliymişsiniz...
Çok teşekkür ederim. Böyle bir kitabı yayınlamak benim arzumdu. Yıllarca siyasette belli noktalara gelmiş, halkla belli bir kanaat oluşmuş bir insanım. Çok şükür bu kanaatin de müspet olduğunu görüyorum. 7 Haziran 2015 seçimleriyle aktif siyaset hayatımı noktaladım. Ama başbakan yardımcılığım Ağustos ayının sonuna kadar sürdü. 1 Eylül 2015’ten itibaren de tamamen AK Parti Merkezi’ndeki ve Bakanlar Kurulu’ndaki görevlerimden ayrıldım. Tabiri caizse artık siyasetten emekli oldum. Siyasetteyken de, daha sonra da insanlar bana, “Neden hatıralarını yazmıyorsun, koskoca bir tarihe tanıklık ettin? Bunları herkesin bilmesi lazım” diyordu. Tabii bu kitabın özeti, birinci sayfadaki fotoğrafımla son sayfadaki fotoğrafım arasında geçen bir 50 yıldır. On iki on üç yaşlarında kucağımda çok sevdiğim kedimle bu fotoğrafı çektirirken, bunun yıllar sonra bir kapağa geçeceğini aklıma getirmezdim. Bu 50 yılın içerisinde çok şeyler yaşandı ve görüldü.
Babam Manisa’nın Yörüklerinden, Büyüksümbüller köyünden, 1937’de jandarma astsubayı olarak Alanya’ya gönderiliyor. Orada bir yetim kızı olan annem Ayşe Sevdiye ile evlendiriliyor. 1938’de de ağabeyim rahmetli Yıldıray dünyaya geliyor. Annemin, anne tarafı ve baba tarafı Girit’ten gelme muhacirler. Girit’te yüzde yüze yakın Türkler yaşıyordu ve belli bir zaman önce elimizden gitti. O zaman, kısmen Osmanlı kısmen Cumhuriyet döneminden yöneticiler, Girit’ten gelen mübadilleri Anadolu’ya kabul etmiştir. Annem tarafının Yanya’dan geldiğini biliyoruz. Büyüklerin bir kısmı Antalya’nın Şarampol bölgesine yerleştiriliyor, bir kısmı da Serik tarafına dağılıyor. Annemin bulunduğu aile ise Alanya’ya geliyor. Giritlilerin her şeyi güzeldir; çok neşeli, şen şakrak insanlardır. Bunu Yunanlı dostlarımdan da görüp öğrendim.
Teyzenizden Rumca öğreniyorsunuz ve bu da ileride Yunanlılarla yapılan bir görüşmede işinize yarıyor.
Teyzem annemden çok daha büyüktü. Annem Rumcayı çok bilmezdi ama teyzemin anlattıklarını anlardı. Ben Rumcayı hiç bilmem ama bir tekerlemesi hoşuma giderdi, o da hep aklımda kaldı. Yunanlı dostlarımızla görüşmelerimizde de bunları anlatıp müşterek tarihimizi ortaya koyarız.
Teyzem bazen acıklı türküler söylerdi. Belki de Rumcayı kendine göre yorumlardı; yarı Rumca yarı Türkçe dualar ederdi. Benim Rumcadan bildiğim bu. İnternette yayınlanan biyografilerimden birinde “Annesi Rum kökenlidir” diye yazılmış. İftiranın pek çoğunu yaşadık ama anneciğimin Rum kökenli sayılması beni çok üzdü. Annem Ayşe Sevdiye Hanım, Müslüman bir Türk kızıydı.
"RAHMETLİ BABAM CHP’LİYDİ, DEMOKRAT PARTİ’Yİ ELEŞTİRİRDİ"
Babanız İbrahim Bey ilginç bir karakter. Her gün Cumhuriyet gazetesi okuyan CHP’li bir asker...
O dönemde bir subay, astsubay veya memur düşünün ki CHP’li olmasın ve Cumhuriyet gazetesi okumasın! (Gülüyor)
14 yaşınızdayken babanızı bağırsak düğümlenmesinden kaybetmişsiniz. Siz de lise sona kadar CHP’ye yakınmışsınız. Babanız yaşasaydı, sizi bugün CHP’li bir Bülent Arınç olarak görür müydük?
Hayır, babam baskın bir şekilde, CHP’li olmamız gerektiğini veya CHP’nin çok iyi olduğunu söylemiş değil. Okumaya, yakın tarihe çok meraklıydı. Tarihçi Cemal Kutay’ın “Tarih Konuşuyor” isimli fasiküllerini alır, bana da okutur, sonra da onları ciltletirdi. Bize hep, “Okuyun, tarihi öğrenin” derdi. CHP’li olmasının da, o zamanlar tek parti döneminden gelen İnönü alışkanlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Babam çok dürüst bir insandı. Adalet Partisi dönemini çok yaşamadı. Adalet Partisi, darbeden sonra 1961’de kuruldu, babam da 1962’de vefat etti. Darbe ile ilgili müspet bir şey konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Ama 27 Mayıs darbesine kadar Demokrat Parti’lilerin partizanlık yaptığını, insanlar üzerinde kötü tasarrufta bulunduğunu söylerdi. O zamanlar televizyon yoktu, radyolarda, Güç Birliği’nden çıkıp Vatan Cephesi’ne kaydolanların isim listesi yayınlanırdı. Güç Birliği CHP’nin, Vatan Cephesi de Demokrat Parti’nin bucak teşkilatlarının adıydı. Bunlar bir kamplaşma ve siyasetinin keskin hale gelmesinin örnekleriydi. O listelerde belki ölü insanların isimleri bile okunuyordu. Derebeyi veya ağa tipli, “Ben ne dersem o olur” düşüncesindeki siyaset figürleri vardı. Bunlar bu nüfuzlarını maalesef çok kötü kullanıyordu. Babam dürüst ve vatanını seven bir insandı. Belki çok bilinçli ve dindar değildi ama günlük ibadetlerini yaptığını görürdüm. Yurdum insanı gibiydi; Cuma’ya gider, evde olduğu zamanlar namazını kılardı. O zamanlar başörtüsü sorunu diye bir şey bilmiyorduk, çünkü kimse bir memur ailesinin başını örtmesi veya açması gerektiğini konuşmazdı. Annemin de belki o tarihlerde başı açıktı veya klasik şekilde başını bağlıyordu. Yılbaşı geceleri, bir basit memur ailesinin eğlencesi olarak; meyveler, kabak çekirdekleri, çiğdemler alınır, tombala oynanır, çaylar içilirdi. Milli piyango bileti de alınırdı, ertesi gün ne çıktığına bakılırdı. Bunlar güzel eğlencelerdi. Kimse helaldir haramdır noktasını tartışmazdı. Bilinçlenme belki çok daha sonraları ortaya çıktı. O dönemde de örnek bir Türk ailesinde ne varsa, aynısının bizim evde de olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca maddi sıkıntımız vardı.
"28 ŞUBAT DÖNEMİNDE DEMİREL’E KIZIYORDUK AMA BUGÜNDEN BAKINCA ONU ANLAMAYA ÇALIŞIYORUM"
Babanızın Demokrat Parti’ye yönelik eleştirilerinden bahsettiniz. Çocukluğunuzda dinlediklerinizden hareketle AK Parti’nin Demokrat Parti mirasına sahip çıkıyor olmasını bugün nasıl görüyorsunuz?
Doğru görüyorum. Demokrat Parti’nin halk tarafından kabullenilmiş olması, CHP’nin eskiden yaptığı yanlış, hatta zulme varan eylemlerine karşı bir tepkidir. 1960 darbesi, hiçbir yönüyle tasvip edilecek bir olay değil, bir zulümdür, haksızlıktır. Seçilmiş hükümetlerin başarısız olmasının karşılığı darbe yapmak değildir. Kaldı ki Menderes de, Celal Bayar da Demokrat Parti döneminde, sadece kendilerine tanınmış olan yasama ve yürütme yetkilerini kullanmışlardır. Tahkikat komisyonları kuruldu, İnönü’ye karşı yapılanlar oldu. Hepsi yanlış şeyler ama bu yanlışlığın karşılığı Yassıada ve darağacı değil. Bu çok çirkin, çok yakışıksız ve bunu yapanları ve tasvip edenleri utandıracak bir eylemdi. Demokrat Parti’nin ve özellikle Menderes’in AK Parti tarafından sahiplenilmesi, bir halk iradesini temsil etme noktasındadır. İkincisi, vesayetleri kabul etmediğimiz noktasındadır. Üçüncüsü de Batı’yla olan ilişkilerimizin Avrupa Birliği sürecinde devam etmesini arzu etmektir. Avrupa Birliği sürecini devam ettirirken sadece tam üyelik hedefini düşünerek hareket etmedik, aynı zamanda belli bir standardı yakalamaya çalıştık. Demokrat Parti’nin de böyle Batı’ya bakan bir yüzü vardı. Mendereslerin, Özalların, Erbakanların bir çizgisi olarak AK Parti bunların hepsini kabullenir. Belki Demirel’le ilgili rezervler var, bu çizgi konuşulurken Demirel çok konuşulmaz. Allah rahmet eylesin, cenazesine de gittim. Şüphesiz, 28 Şubat’tan dolayı yaptıkları karşısında kendisine çok kızdık, gücendik. Ama o şartları o yaşadı. Şimdi düşünüyorum ki, idam edilmiş bir başbakanın fotoğrafı eğer bir insanın makamında asılı duruyorsa, 28 Şubat’ta darbe yapmak isteyenlere karşı bu korkuyla hareket edip tankları yukarıdan çıkartmak istememiş de olabilir.
“28 Şubat döneminde Demirel’e kızıyorduk ama bugünden baktığımda biraz anlayabiliyorum” mu diyorsunuz?
Evet, anlamaya çalışıyorum. Cesareti önemsemiş ve cesaretimiz sayesinde 17 sene aralıksız iktidar olmuş bir partiyi kuran bir insan olarak, “Demirel, o gün de bu vesayetçi diktatoryaya karşı çıkmalıydı” diyebilirim. Ama herhalde o kadar imkânı yoktu.
Liseden sonra sizde bir değişim başlıyor, bugünkü Bülent Arınç’ın temelleri o günlerde atılıyor. Yılbaşı kutlayan Bülent’ten, Necip Fazıl okuyan Bülent’e geçiş süreci... O dönem bu değişimin öncüsü abiniz Ümit, Risale-i Nur derslerine katılıyormuş...
Evet, bunu açık yüreklilikle yazdım, çünkü Ümit Abimize minnet borcumuz var. Sağ olsun Karabük’teyken bir vesileyle Risale-i Nur derslerine gitmeye başlamış. Biz geleneksel bir Müslüman olarak Cuma namazlarına, teravih namazlarına giden, oruç tutan ama bundan ötesini bilmeyen insanlar olarak yaşıyorduk. Annem de öyleydi, 40 yaşına kadar Kur’an-ı Kerim okumasını öğrenmemişti. O zamanlar okumak istemiş ama yasak olduğunu söylerdi. Hatta köylerde, kasabalarda gözetleyici çıkardıklarını, jandarma geliyorsa hocanın talebeleri saldığını anlatırdı. Annemin zamanında da bizim mahallede kimse bu işleri bilmezdi. Babamın vefatından sonra İnayet Teyze adlı yaşlı bir kadıncağız buldu. Onun önüne çöktü, Kur’an’ı öğrendi ve hamdolsun 84 yaşına kadar da elinden bırakmadı. Ağabeyimiz bize İslam’ın iman ve Kur’an hakikatlarını okudu. Önceleri karşı çıktık ama sonra hoşumuza gitti. O zaman belki Fetullah Gülen bile yoktu, Nur Cemaati yekpare idi. O kişi, onların tabiriyle Bediüzzaman Said Nursî denen kişiydi. Kitaplar yazmış, tek parti döneminde, Demokrat Parti döneminde zulüm görmüş; cezaevlerine girmiş, Afyon’da yargılanmış, Eskişehir’de yargılanmış, İstanbul’a sürgüne gönderilmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya esir olarak gitmiş. Hayatını okursanız örnek bir insan; gayesi iman ve Kur’an hakikatlerini anlatmak, insanları dalalete, küfre düşmekten korumak.
Ateizm veya bugünlerde popüler olduğu söylenen deizm gibi insanları dalalete götüren birtakım cereyanlar, akımlar var. Bunlar İslam’ın içerisinde olan müesseseler değil. Ama bizim Müslümanların yaşadığı hayat da çok İslami değil. Neredeyse “Bu Müslümanları gör, kaç” diye maniler söylenecek hale geldik.Yaşantımızla İslam’ı temsil edemez hale geldik. Ama Said Nursi’nin kitaplarına ve onun öğretisine tabi olan insanlar hem özel hayatlarında hem de dış dünyayla olan ilişkilerinde mümkün olduğu kadar Müslümanca davranırlar ve yaşarlar. Biz bütün bunları abimizin tavsiyeleriyle öğrendik. O zamanki siyasi akımlar içerisinde bize doyurucu bazı bilgiler veren Yeni İstiklal, Büyük Doğu gibi dergileri okudum. Üniversiteye geldiğim zaman artık biraz bilinçlenmiştim. Üniversitede İlahiyat Fakültesi öğrencileriyle aynı yurtta kalıyorduk.
Beşir Atalay, Recep Yazıcıoğlu, Şükrü Karatepe ile yurt arkadaşıymışsınız.
Evet. Rahmetli valimiz Recep Yazıcıoğlu benden iki dönem önceydi ama yurtta oda arkadaşımızdı. Mezun olup kaymakam oldu. Daha sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı ve bizim dönemde de devlet bakanlığı yapan kardeşi Sait Yazıcıoğlu Bey geldi. Beşir Bey’le ilk günden beri beraberdik. Sonra beraber Milli Nizam Gençlik Kolları’nı kurduk. Bir de Mescid’e devam edenlerin albümünü yapmıştık. Orada da Türkiye’de herkesin tanıyabileceği bir kırk elli kişi vardır. Çok güzel bir arkadaşlığımız olmuştu. Üniversite döneminde kitap tahlilleri, seminerler yapardık. Seyyid Kutub, Muhammed Kutub gibi İslam dünyasındaki yeni akımın temsilcileri bizi çok cezbederdi, onlarla ilgili toplantılara mutlaka katılırdık.
Necip Fazıl’a olan hayranlığınızı da kitapta anlatıyorsunuz. Necip Fazıl sizin kuşağı nasıl etkilemişti?
Bir defa yazıları ve hitabeti muhteşemdir. Tam bir mütefekkirdi. Onun hayatı da bize bir örnektir; farklı bir dünyadayken, Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri’ni tanıdıktan sonra tamamen yönünü, yolunu, düşüncesini bu tarafa aktarmış bir insandır. Şüphesiz eski hayatında da yazdıklarıyla ve düşünceleriyle onu savunmamız mümkündür. Ama sonraki hayatı bize tam örnek olacak düzeydedir. Mesela, onun ‘Reis Bey’ini okuyup veya tiyatrosunu seyredip de etkilenmemek mümkün değildir. Bugün bazıları merhameti çok küçümsüyor ama ‘Reis Bey’deki Merhamet bölümünü okumak lazım. “Merhamet borularını bütün evlere döşeyelim” diye başlar. Rahmetli Haluk Kurdoğlu oradaki rolü bir filmde çok güzel canlandırmıştı.
Necmettin Erbakan’la yolunuz ilk ne zaman kesişmişti?
1965-1966 döneminde Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. 1967 yılında da hocamızın Maltepe Özel Yükseliş Koleji’nin mühendislik bölümünde ders verdiğini biliyorduk. Cuma namazına giderdik, hocamız da yanında başka profesör arkadaşlarıyla birlikte orada olurdu. Sonrasında da sohbet yapılırdı. Daha sonra Erbakan Hoca Türkiye’de, Müslüman âlimlerin ilim hayatına yaptıkları katkıları anlatan konferanslar vermeye başladı. O günlerde bunları dinlemek, anlamak çok orijinaldi. Hocamız bizde kendisine karşı büyük hayranlık uyandırdı. Ardından, bu tanıdığımız ve sevdiğimiz insan Odalar Birliği’nin genel sekreteri oldu, daha sonra başkanı oldu. Fakat bunu hazmedemediler. O zamanki Odalar Birliği Başkanı Sırrı Enver Batur isminde birisiydi. Masonluğu iddia edildi ve adam da “Ben Masonluğumla iftihar ederim” deyince biz o zamanlar tabii “Olmaz öyle şey” diye ayağa fırladık. Hoca makamına geçti. O zamanki Ticaret Bakanı Ahmet Türker ve yanındakiler, bir gece yarısı girip makam odasından bütün eşyaları dışarıya attılar. Hoca’nın atılmasından önce bir veya iki gün nöbet tuttuk. Bu olaydan sonra ona daha çok bağlandık, Hoca’yı her yerde takip ettik. Tam aradığımız insandı; dindardı, akıllıydı, hitabeti iyiydi, doğru şeyler söylüyordu, iyi eğitilmişti, iyi giyiniyordu, saygınlık uyandırıyordu. Hoca’nın müthiş bir ikna kabiliyeti vardı. En zor meseleleri çok güzel izah ediyordu. Ardından, 1969’da, reddedileceğini bile bile Adalet Partisi’nden adaylığını koydu. Demirel adaylığını reddedince Konya’dan bağımsız olarak adaylığını koydu. O zaman Ankara’da aynı düşüncede olduğumuz arkadaşlarla bir sistem geliştirdik. 300’e yakın üniversite öğrencisi kendi aramızda nöbetleşe Konya seçimlerine gidip propaganda yapmaya karar verdik. Yanımda beş arkadaşımla önce Ilgın’da, ardından Çumra’da çalıştık, büyük mitingleri organize ettik. Arkadaşlarımız da beşerli onarlı gruplar halinde Konya’nın diğer ilçelerine dağıldılar. Sonuçta 40 bine yakın oy aldı, ki o zaman 17 bin oy yetiyordu. 1969’da Parlamento’ya geldi, Adalet Partisi Tokat Milletvekili Hüseyin Abbas ve Isparta Milletvekili Hüsamettin Akmumcu ile arkadaş oldu ve birlikte Milli Nizam Partisi’ni kurdular. Ben de hocamızın Gençlik Kolları’nda görev aldım. Hatta genel merkez o zaman Kızılay’da Yeni Karamürsel’in arkasında bir sokakta, iki odalı bir yerdi. Çok sık gittiğimiz için hocam bazen, “Özel kalemde durun da bana telefon bağlarsınız” derdi. O görevi de yaptık. Akşamları da orada durup gelen gidenlere Milli Nizam Partisi’ni anlatmaya çalışırdık. Ardından ben mezun oldum, askere gittim. Ben askerdeyken, Mayıs 1971’de parti kapatıldı. Döndüğümde Milli Selamet Partisi kurulmuştu. Hemen Manisa’da vazife aldım ve 1973 seçimlerine dört elle sarıldık. 1975’ten 1980 darbesine kadar da il başkanı olarak görev yaptım. Yani Hocamızla siyasi anlamda ilk birlikteliğimiz 1969 Konya seçimlerinde oldu.
1980’de ANAP’tan da teklif alıyorsunuz.
Darbe olduktan sonra Korkut Özal, “Artık Hoca da yok, herkes Anavatan’da birleşti, sen de gel” diye beni çağırdı. Rahmetli Turgut Özal’la 1977 seçimleri sırasında İzmir’de çalıştım. Ama İzmir, Turgut Bey MSP adayı olduğu için onu seçmedi. Bunlar kaderin cilveleridir. O zaman İzmir’den 30 bine yakın oy aldık, ki listemiz de kendimize göre çok güçlüydü. Birinci sırada rahmetli Turgut Özal, ikinci sırada Diyanet İşleri Başkanı Yaşar Tunagül Hoca vardı. Ama İzmirliler bize yüz vermedi. Milli Selamet Partisi, Ege’de maalesef başarılı olamadı. Sadece Manisa’da ve Balıkesir’de birer milletvekili çıkarmıştık.
"GERİYE DÖNÜP BAKTIĞIMDA ERBAKAN HOCA’YI ÇOK YALNIZ GÖRÜYORUM"
Kitapta Milli Nizam’dan Milli Selamet’e, Refah’tan Fazilet’e Milli Görüş hareketinin tüm duraklarında yaşananları anlatmışsınız. Refah Partisi’nin Doğru Yol ile koalisyon kurarak iktidara geldiği döneme dair çok eleştiri yapılıyor. Refah-Yol döneminde rahmetli Erbakan’ın hatalar yaptığı, 28 Şubat döneminde yeterince dik durmadığı eleştirilerine siz de katılıyor musunuz?
Burada ihtiyatlı olmak lazım. Geriye dönüp baktığımda Erbakan Hoca’yı çok yalnız görüyorum. Hükümet ortağı var, ama öyle bir hükümet ortağı var ki içi boş. Herhangi bir vesayet odağı karşısında boynu bükük, sizi savunmuyor, açığa düşürüyor. Şimdi onunla AK Parti’nin gelişini karşılaştırıyorum. Biz tek başımıza iktidar olduk, Hoca tek başına iktidar olmadı. Ayrıca kurulurken bütün bu yaşananları dikkate aldık. Ben, Tayyip Bey, Abdullah Gül Bey, Abdüllatif Şener, hepimiz şuna karar verdik: “Darbeler yaşandı, muhtıralar verildi ve biz Türkiye’de parti kuruyoruz. Bu millete vereceğimiz bir mesaj olmalı” dedik. Üç mesaj vardı: “Bir, cesur olacağız; ne pahasına olursa olsun milletin emanetine sahip çıkacağız. Bunu darbeciler bilsin, cuntacılar bilsin, Türkiye’de sivil siyasetin üzerinde hegemonya kuran kim varsa onlar da bilsin ki biz her şeyi göze aldık. İkincisi, siyasetten beklediğimiz millete hizmettir. Millete hizmeti de iki açıdan düşünüyoruz: Bir, ekonomisini güçlendireceğiz; bu ülke refah içerisinde yaşayan bir büyük ülke olacak, herkes zenginleşecek. İkinci olarak da toplumsal barışı kuracağız, kimse inancından dolayı hor görülmeyecek.” O zaman, Rahmetli Turgut Özal Bey’in ifade etmiş olduğu, “Üç konuda özgürlük benim idealimdir: fikir ve düşünce özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü ve teşebbüs özgürlüğü” prensibi aklımıza geldi. “Türkiye’nin kendi içerisinde, milli mücadelede olduğu gibi tekrar bir kucaklaşmaya gitmesi lazım” dedik. Bu ülkeyi şu kadar yıldan beri Türk-Kürt meselesi, Sunni-Alevi meselesi, yobaz-laik meselesi gibi konularla hep kutuplaştırmışlar. Bu sorunlar giderek kronik hale gelmiş, bunları çözeceğimizin sözünü verdik. “Prensiplerimizden vazgeçmeyeceğiz, popülizm yolumuzun kenarından geçmeyecek. Ülkemizi ekonomik anlamda da, manevi anlamda da toplumsal barışa götüreceğiz” dedik. Böyle çıkınca da yüzde 35 ile 363 milletvekili çıkardık. Allah yolları açar.
Biz bunları 2001’de söyledik, 2002’de de yaşadık. Ama Erbakan Hoca söylemekten mahrumdu. Birinci parti yüzde 21 buçuk aldı. Diğer partilerden birisiyle hükümet kurması gerekiyordu. Önce Anavatan Partisi’yle bütün görüşmeler yapıldı, bakanlıkların isimleri verildi, bakanlar taksim edildi, Başbakan’ın da Erbakan olduğu söylendi. O ara bir bayram tatili vardı, Sayın Mesut Yılmaz bu tatilden sonra hükümeti açıklayacağını söylemesine rağmen, bayram dönüşünde hükümet kurmayacağını ifade etti. O halde hükümeti kiminle kuracaksınız? Kendimi Erbakan’ın yerine koyuyorum: Bizim hükümet kurmaya ihtiyacımız var; bu bir meşruiyet meselesidir. Çünkü hâlâ gerici, yobaz, Atatürk düşmanı diye bilinen bir partiyiz. Sayısal olarak birinci parti olmuşuz ama yüksek komuta kademesindeki adamlar, yüksek yargı, üniversiteler, medya ve sivil toplum kuruluşları siyasal ağırlığımızı bir türlü vermiyorlar. Onların bizi kabullenebilmesi için illa iktidar olmamız lazım. Erbakan Hoca, “Asker karşı çıkıyor. Asker vatan evladıdır. Onlarla konuşacağım, ikna edeceğim. Ülkeyi birlikte güzel günlere kavuşturacağız” şeklinde safiyane düşüncelerin sahibiydi. Onun direnebilmesi için yanındaki ortağıyla birlikte hareket etmesi lazım. Yanındaki ortağın bakanları da MGK toplantısında hocanın aleyhinde hareket edip, içeriden yıkmaya çalışıyorlar. Biz 8 yıllık kesintisiz eğitime karşı duruyoruz, Doğru Yol Partisi’nin Milli Eğitim Bakanı ve diğer bakanları, “Asker ne dediyse yapmaya mecburuz” havasında. Çiller için bir şey söyleyemem. Onun ağzından Hoca’yı rencide edecek veya hükümeti bitirmeye yönelik bir şey duymadım. Hoca’nın o sırada bütün bunlara direnebilmesi mümkün değildi ve sayısal çoğunluğu da kaybetmişlerdi.
"ERBAKAN HOCA UZLAŞMACIYDI, 'ABDESTİMİZİ TAZELERİZ' KONUŞMASI MUHTEŞEMDİ"
“Söylem olarak biraz daha sert olabilirdi” eleştirileri var.
Faydası yok, çünkü parti kapatıldığı zaman bile Erbakan Hoca çok büyük bir tepki koymadı. “Abdestimizi tazeleriz” konuşması, muhteşem bir konuşmadır. Bunları geçmişte de gördük ama 12 Eylül’de “Milli Selamet’i kapattık” dedikleri zaman işin bitmediği ortaya çıktı. Hiçbir şeyin bitmediğine, her şeyin yeniden başlayacağına hepimiz inanmıştık. Erbakan Hoca uzlaşmacıydı. Olan biteni bilirdi, açıktan eleştirmezdi, tenkit etmezdi, yapacağını yapardı. Ama arkasındaki gücün büyüklüğünü de bilmesi lazımdı.
Susurluk dönemindeki tavrının da tabanın beklentilerini karşılamadığı eleştirileri yapıldı...
Hoca elinden geleni yapmıştır. Ama “Hocam keşke böyle yapsaydınız” dediğim noktalar da oldu. “Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?” diye sorduğunda, “Hocam bırakın hükümeti, seçime gidelim” demişliğim vardır. 20 sene bütün mitinglerde “Erbakan Başbakan” veya “Mücahit Erbakan” diye söylemiş insanlarız. Zor da olsa bir hükümette başbakan oldu ve onu sürdürmesi lazımdı. Haziran 1996’dan Haziran 1997’ye kadarki sürecin ilk 6 ayındaki veriler çok iyiydi. Ondan sonra başarılı olacağını anladılar ve Hoca’nın önüne geçtiler. O yüzden “hata” kelimesini en azından şimdilik kullanmayalım.
Kitapta partilerin kapatılma süreçlerini anlatmışsınız. Refah Partisi’nin kapatılma sürecinde Yekta Güngör Özden için reddi hâkim talebinde bulunmayı düşünüyorsunuz ama Erbakan, bazı aracılara güvenerek “Gerek yok” diyor. Parti kapatıldıktan sonra da yumuşak bir tepki veriyor. Erbakan’ın bu anlamda biraz “saf” bir yönü de var mıydı?
Evet, inanıyordu. Temiz bir insandı. 1978’den sonra Milli Selamet’te de, Refah’ta da, Fazilet’te de hep genel kurul üyesi oldum. 1995’te milletvekili oldum ama partide bir geçmişim var. Hocamızın düşünce tarzı, inanç tarzı belli; her şeyi görüşür, kendine göre danıştığı insanlar vardır. Ben de bu tür istişareler yaparım ve olayı bütün açıklığıyla anlatırım. O zaman da Hoca herkesin içerisinde bana sorduğu zaman söylediklerime belki de çok üzüldü veya kızdı. Ama sözümü kesmezdi ve hiçbir zaman da ondan dolayı bana muğber olmadı. “Bülent her zaman Manisa’dan bir numaradır, o arkadaşımız ne derse o olacaktır” derdi. Aday listelerini hep kendi elimle yapardım ve hoca hiçbirisine itiraz etmezdi, “Sen oranın komutanısın” derdi. Ama başkaları diğer konularda, Hoca’nın kafasında ne varsa, Hocamızın hoşuna gitsin diye onları söylerdi. Bir başkası da “Hocam, istişareye ne lüzum var, siz ne derseniz o olsun” derdi.
Hareketi kırılma noktasına sürükleyen de istişare meselesi miydi? Çünkü Fazilet Partisi kurulurken size davet gelmiyor, üç gün sonra kendiniz gidip harekete katılıyorsunuz. “Yenilikçiler Hareketi” dediğimiz hareketin nüveleri o günlerde mi doğmuştu? Niye böyle bir yol ayrımına gelmiştiniz?
Fazilet Partisi’nin ilk döneminde grup başkan vekilliğine, Meclis başkan vekilliğine, idari amirliğe aday olduk. Hocamızın sistemi “O istişaresini yapar, karar verir, bize sadece tebliğ edilir” şeklindeydi. Aldığı sonuç itibarıyla başarılı çıkmadığını görünce, ben daha Manisa’dayken “Parti iyi yönetilmiyor, partinin iyi yönetilmesi için kongrede aday olacağım” dedim. Ben öyle deyince herkes, “Buna mı kaldı?” diyerek bıyık altından güldü. Ama Ankara’ya gelince de bu düşüncemi devam ettirdim ve 110 milletvekilinin 84’ünün oyunu alarak grup başkan vekilliğini kazandım. Arkadaşlar beni çok seviyor, ben de partimi çok seviyorum. Refah ile Fazilet arası dönemde yine o eski tebliğ görevi yapıldı. “Arkadaşlar Fazilet Partisi’ne geçiyoruz” demişler. Günde 20-30 kişi Meclis Başkanlığı’na gidip, “Ben bu partiye katıldım” diyor. Biz de arkadaşlarımızla sorguluyoruz, çünkü farklı düşünen bir gruptuk. Başka türlü, partinin grup toplantısında “Ben de adayım” diye kimse elini kaldıramazdı. Belki Recai Bey’e karşı edep dışı bir hareket oldu ama o da sağ olsun, diğerleri itiraz etmiş olmasına rağmen, “Evet, iç tüzüğümüze göre bu da mümkün” dedi. Arkadan Osman Pepe, Vecdi Gönül, İsmail Kahraman ve Abdüllatif Bey el kaldırdılar. O zaman bana ve üç beş arkadaşıma “Siz de Fazilet Partisi’ne geçin” diye bir teklif gelmedi ama onlar umumi tebligat yapınca bizim de geçmiş olacağımızı düşünmüşler. Ben de “Bu böyle olmaz” dedim. Partinin başına İsmail Altekin adında bir arkadaşımız geldi. O da sevdiğimiz bir insandı ama hiç aklımızdan geçmiyordu. Sonra Recai Kutan’a devredeceğini söylediler. “İyi ama bu parti ne kadar yeni, kapatılmamak için ne yapacak? Türkiye siyasetini nasıl okuyacak? Bunları birisinin bana anlatması lazım” dedim ve Recai Bey’i ziyaret ettim. Recai Bey, “Zaten halimizi biliyorsun. Hoca bize böyle bir görev verdi. Yeni bir siyasi parti olacağız, beraber olalım” diye bizi açık yüreklilikle davet etti.
Kitapta pek anlatmamışsınız. Yenilikçiler ile gelenekçiler arasındaki temel görüş ayrılıkları nelerdi?
Kolektif düşünce, yönetim biçimi gibi meselelerdi. Orada kırılma noktamız 14 Mayıs 2000 Kongresi’dir. 1999 seçimlerinde üçüncü parti olduk, ben yine milletvekili seçildim. Ama küskünler hareketi hepimizin moralini bozdu. Seçime gitmeyi en çok arzu eden parti biziz. Refah Partisi kapatılınca mağdur edilmişiz ve Meclis’te mükemmel bir yasama faaliyeti yürütüyoruz. Sırf partilerin kapatılmasını engellemek için diğerleriyle pazarlık yapıldı ve küskünler hareketi ortaya çıktı. Küskünler hareketinden Recai Kutan Bey’in bile haberi yok. İstanbul’da gazeteciler, “Seçimi geri bırakmak için bir şey yapacak mısınız?” diye soruyor, “Yok, seçime gidiyoruz” diyor. Ankara’da havalimanındaki gazetecilere de aynı cevabı verince, onlar da “Efendim ama Oğuzhan Bey imza topladı” diyor. Recai Bey de üzülüyor ve şaşırıyor ama sistem böyle; birileri karar veriyor, o da uyguluyor.
Ekim 1999’daki kongrede ilk kez “Genel başkanlığa ben de adayım” diyorsunuz. O dönem böyle bir şeye nasıl karar vermiştiniz?
Refah kapatılmıştı. Fazilet Partisi’nin başarılı olması gerektiğini düşünüyordum. “Bu partide neden kolektif akıl yok?”, “Neden birlikte yönetmiyoruz?”, “Neden Türkiye’nin şartlarını dikkate almıyoruz?” sorularını soruyordum. Bunları kendi aramızda, Hocamızın ve Recai Bey’in önünde de tartıştık. O zaman kim varsa, “Biz yeni bir yönetim anlayışıyla, yeni bir manifestoyla çıkalım ve söylediklerimizin de arkasında olalım” dedik. “Biz zaten bunları yapıyoruz, yeni bir şeye gerek yok” cevabı gelince kongreye gideceğimizi söyledik. Son güne kadar kimse kongreye gideceğimize inanmadı, çünkü sistemde böyle bir şey yok. Hocamız veya bir başkası kimin genel başkan olacağını söyleyecek.
“Ben genel başkan adayı olacağım” diyorsunuz ama yenilikçi hareketin içinde Abdullah Gül’ün ve Abdüllatif Şener’in de olacağı söyleniyor. Üçünüzü bir odaya alıyorlar, “Aranızda anlaşın” deniyor. Abdüllatif Şener hemen çekiliyor ve siz Abdullah Gül ile odada baş başa kalıyorsunuz. O gün Abdullah Gül ile aranızda neler yaşandı?
“Benim genel başkan adaylığımla kongreye gideceğiz” sözünün arkasında 50-51 milletvekili var. Abdüllatif Bey de bunlardan birisi. Bu arada ben de Grup Başkanı Recai Kutan’ın vekiliyim. Grup başkan vekili, grup başkanına karşı aday olacak şeklinde garip bir durum var. Ama arkadaşlar da “Ağzın laf yapıyor, herkes seni dinliyor. Anadolu’yu sen dolaşacaksın” diyorlar. Sonra arkadaşlar, “Abdullah Bey ve Abdüllatif Bey’in de adları geçiyor. Siz üçünüz karar verin, biz razıyız” dediler. Önce Abdüllatif Bey kendisi çekilip, “Bunu istişare etmeye gerek yok, onlar ikisi karar versin” dedi. İkimizi ASKİ Tesisleri’nde, “Hadi bakalım şu oda sizin oda, anlaşmadan çıkmayın” diyerek yalnız bıraktılar. Beş dakikada görüşmemizi yaptık. Kendi artılarımı eksilerimi ve Abdullah Bey’in artılarını eksilerini düşündüm. Abdullah Bey; yabancı dil biliyor, partide genel başkan yardımcısı, yumuşak huylu, kırıp dökmüyor. Partiyi temsil noktasında çok daha başarılı olacağına kanaat getirdim. Girer girmez de “Abdullah Bey, düşündüm taşındım; adayım sensin” dedim. Şaşırdı, gözleri yaşardı. “Ağabey, önce ben konuşsaydım, ben de aynı şeyi söyleyecektim” dedi. Çıkınca da arkadaşlara, adayımızın Abdullah Gül olduğunu söyledim. Herkes çok sevindi.
Abdullah Gül o kongrede az bir farkla kaybediyor. O gün adaylığı Abdullah Gül’e bıraktığınız için daha sonra hiç pişmanlık duydunuz mu? “Keşke ben öne çıksaydım” dediniz mi?
O işe layık olan Abdullah Bey’di. Kongre çok çetin geçti, 30-40 oy ile kaybettik. Recai Bey 600 küsur oy aldı. Hemen çıktık, kendisini tebrik ettik ve “Emrindeyiz” dedik. Abdullah Bey de 520 aldı. Orada herkes benim konuşmamı arzu etti, fakat ben de genel başkan adayları olarak Recai Bey ve Abdullah Bey’in konuşmalarının doğru olacağını ifade ettim. Fakat Abdullah Bey, konuşmasında, konjonktürü bir anda unuttu ve “Böyle görevlere gelmek için 70 yaşını mı geçmek gerekli? Hem bize 21 yaşında İstanbul’u fetheden Sultan Fatih’ten bahsediyorlar hem de ihtiyarlamamızı bekliyorlar. Yaş 70 iş geçmiş” dedi. Herkes Rahmetli Erbakan Hoca’yı kastettiğini düşündü ve bir burukluk meydana geldi. O zaman benim konuşmam şart oldu diye düşündüm ve koşa koşa kürsüye çıkıp duygusal bir konuşma yaptım. “Hocamızı da, Abdullah Bey’i de, Recai Bey’i de seviyoruz. Bu bir hizmet yarışıdır. Abdullah Bey’in kastı o değildi” dedim.
Hatta size “O gün siz aday olsaydınız belki de kazanırdınız” diyorlar.
Evet, çok söylediler. Kaderin çizgisini değiştirmek mümkün değil. 1995’te milletvekili oldum, devamında Meclis Başkanı oldum ve bugüne kadar geldim. Çizgi beni buraya getirdi. Şimdi aynı şey Tayyip Bey açısından da geçerli. Tayyip Bey, 1991’de o ittifakta İstanbul’dan milletvekili seçildi, mazbatasını aldı. Ama daha sonra Seçim Kurulu, tercih oyu kullanıldığı sebebiyle Tayyip Bey’in milletvekilliğini düşürdü. Üzülmemek mümkün değil ama Tayyip Bey, “Ben kaderi zorlamam” dedi. O da 1991’de milletvekili olsaydı, 1994’te belediye başkanı olmayacaktı. Dolayısıyla, kaderde ne varsa onu yaşıyoruz. Kaderci değiliz ama kaderi de inkâr etmek mümkün değil.