Ozan Gündoğdu
Helalleşmenin ekonomi politiği
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu gündem yaratan açıklamalarına bir yenisini ekledi. Sosyal medya hesabından 4 dakika 37 saniyelik bir mesaj yayınlayan CHP Lideri, bu mesajında özetle “Helalleşmek geçmişi değiştirmez ama geleceğimizi kurtarır. Geçmişte partimizin de hataları oldu; helalleşme yolculuğuna çıkma kararı aldım” diyor.
O halde yanıt bekleyen kritik soru şu; Kılıçdaroğlu kimle helalleşmek istiyor?
Sosyal medyada yankı uyandıran bu çağrıya verilen tepkilere bakıldığında, göze çarpan ilk sonuç şu; mesajı doğru anlayanlar çoğunlukta olmakla beraber bir takım kesimler yanlış çıkarımlar yapmış. Anlaşılan o ki, helalleşme çağrısına ‘helalleşmeyin, hesap sorun’ şeklinde tepki verenler, mesajın Saray’a dönük olduğunu zannetmiş, Kılıçdaroğlu’nun iktidarla helalleşeceğini düşünmüş. Halbuki, CHP Lideri’nin helalleşme çağrısındaki odak noktanın Saray değil, ülkenin muhafazakar toplum kesimleri olduğu ortada. Bir siyasal partinin toplumun önemli bir kesimiyle hesaplaşmasını beklemek ise akılcı değil.
Hedef kitle muhafazakarlar
Dolayısıyla, ‘CHP kimle helalleşmek istiyor’ sorusuna ‘önemli ölçüde muhafazakarlarla helalleşmek istiyor’ cevabını vermek yanlış olmayacaktır. CHP içinde görüşme fırsatı bulduğum yetkili isimler de bunu teyit ediyor.
Önümüzdeki seçimlerde kabaca 60 milyon yurttaş oy kullanma hakkına sahip olacak. Bu yurttaşların yüzde 63’üne karşılık gelen 38 milyonu 20 ile 50 yaş arasında. Bu yaş grubu önemli bir bütünü oluşturuyor çünkü yaşı 50’ye yakınsayanların büyük çoğunluğu, ilk kez çocuklarıyla birlikte oy kullanmaya gidecek. CHP veya muhalefet cephesi, genç kuşaklar içinde çoğunluğu rahatlıkla oluştururken, yaklaşık 20 yıldır AKP’ye oy veren, yaşı daha ileride olan kesimler içinde muhalefet cephesi daha zayıf. Sokak röportajlarında da gözlediğimiz üzere bu durum artık anne-baba ve genç oğlan-kız arasında bir çatışmaya da neden oluyor. Bu çatışmada Kılıçdaroğlu, büyük ölçüde muhafazakar ebeveynlerle helalleşmek istiyor. O halde bir soruyla daha derinleşelim; bu kesimler ne yaşadı da ‘ölürüm de CHP’ye oy vermem’ noktasına geldi?
Bu kuşağın gençlik yıllarındaki Türkiye fotoğrafına göz atalım. Kabaca 1970’te doğduğunu düşündüğümüz bu kesimler, 20’li yaşlarını 90’lı yıllarda yaşadılar. 1990 yılı itibariyle, 56,5 milyon olan ülke nüfusunun yüzde 41’i yani 23,1 milyonu belde ve köylerde yaşıyordu. 2000 yılında belde ve köylerde yaşayan nüfusun oranı yüzde 35’e, 2010 yılında ise yüzde 23’e geriledi.
İşçileşen çiftçilerin travması
O halde şunu tespit etmekte fayda var; Türkiye geride bıraktığı 30 yılda köyden kente doğru büyük göç akımlarına sahne oldu. Bu göçün altında yatan ekonomik nedenlerin başında tarımın tasfiyesi gelir. 1989 yılı itibariyle istihdamdaki her 100 kişiden sadece 38’i başkasının hesabına çalışarak ücret geliri elde ediyordu. Aradan geçen 30 küsur yılda bu oran yüzde 70’e yükseldi.
Demek ki, erkeğin küçük toprak sahipliği etrafında şekillenen geçimlik aile tarımı tasfiye edilince, kente göç eden aileler kentte işçileşti. Bu kendi içinde dramatik bir hikaye de barındırır. Çünkü kente göçe zorlanan aile, dayanışma ağlarına muhtaçtır. Bizdeki geleneksel dayanışma ağı ise hemşehrilik ilişkileridir. Dolayısıyla İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyükşehirlerde Sivaslı, Çorumlu, Maraşlı, Siirtli sokaklar, caddeler hatta işkolları görülür. Hemşehrilik ilişkisinin kentte devam etmesi nedeniyle, göç edilen köyle olan bağlar da bir türlü kopmaz, kopamaz. Toprak, feodal ilişkilerin gereği olarak erkeğin sahipliğinde olduğu için aile yapısının ataerkil formu olağan sayılır.
Köyde, erkeğin sahipliğindeki toprağın etrafında geçinen aile, kente göç ettiğinde de aynı alışkanlığını devam ettirme gayretinde olur. Arafta kalınan bu durum, ailenin yapısında da muhafazakarlaşma eğilimlerine neden olur. Çünkü kentin kozmopolit yapısı bu aile ilişkisine tehdittir. Dolayısıyla kadının işgücüne katılma oranında Avrupa’daki en düşük ülke olmamızın nedeni, büyük ölçüde, kente göç akımlarının yarattığı travmanın devam etmesinden kaynaklanır. Kadın kocasından başkasının hesabına çalışamaz. Koca esnafsa, kadının ücretsiz emeği haktır ancak başka bir erkeğin hesabına çalışması görülmemiş şeydir. Köyden kopamayan aile, köyün muhafazakar stresini kadın üzerinde hissettirir. Yazları ziyaret edilen köyde, özellikle kadının kılık kıyafetinde kente uyum gösteren bir değişiklik olması yadırganır. Köyden kopulması zordur, çünkü göç yoluna neredeyse hiçbir zaman ‘temelli’ çıkılmaz, geride kalanlar en az bir kuşak daha her fırsatta ziyaret edilir. Hiçbir aile, kente göç ederken gemileri tümüyle yakamaz. Çünkü belirsizliklerle dolu olan kent macerasından geri dönmek de bir ihtimaldir.
Kente sonradan geldiği her halinden belli olan, kentin periferinde işçileşen bu kesimler, kentte birkaç kuşaktır bulunan meslek sahibi ücretli kesimlerle gündelik hayatını paylaşır. Çocuğunu götürdüğü okulda öğretmenle, hastalandığında gittiği doktorla, hükümet konağındaki memurla, evine temizliğe gittiği hanımla karşılaştıkça aradaki fark daha görünür olur. Üniversite öğrencilerinin gittiği kafeler, barlar, spor salonları, sinemalar muhafazakarlaşan bu aileleri doğal olarak tedirgin eder. Kent merkezlerinden, Taksim, Gündoğdu, Kızılay gibi meydanlardan uzak durur, kentin çeperindeki mahallelerinde güvenli ve alışageldikleri hayatlarına devam ederler.
Küçük mülk sahipliğinin statüsü
Bu kesimler içinde ücretli emeğin yanında diğer yaygın geçim kaynağı esnaflık olur. Tarla satarak köyden kente mülk taşıyan bu kesimler, yeni muhitte kendi hesabına çalışmanın verdiği yüksek statünün sahibi olur. Kente göçe zorlanarak işçileşen ailelerle aynı mahalleleri paylaşan bu sınıf, mülk sahipliğinin görece yüksek statüsünden faydalanır. Küçük mülk sahibi erkekler arasında fırsatları kollayan sınıf atlar. Ticarette belediye ilişkileriyle büyüyebilen küçük mülk sahibi bu kesimler, siyasi ilişkilerini derinleştirdikçe zenginleştiklerini de farkına varır. Temel sınıfsal tedirginlik ise küçük mülkün kaybolmasıdır. Bu ise muhafazakarlığı tahkim eder.
Kentliler misavirperver değildir
Köylünün yüzyıllardır merkeze uzak olmanın getirdiği yabancılık hissi ve mağdurluk, kentli sınıflarca da yadırganır. Köylü köydeyken iyidir de, nedir bu gecekondular, yol ortasından geçen tavuklar, kapı önlerindeki ayakkabılar, yerde yemek yemeler… Hem kadınlar neden başlarını örterler? Bunlar İslam’ı da doğru bilmiyor. Hem nerede yazıyor bu örtünme emri? Üniversite canım orası, başı kapalı girilir mi? Her şeyin bir adabı yok mu? Zaten gündelik hayat bu köylü takımına yol yordam öğretmekle geçmiyor mu? Zaten bizim köylümüz başını böyle örtmez, nereden öğrendilerse şöyle örtünmeyi… Açıversinler başlarını… Aaa otomobile de biniyorlar…
Bu çatışma tahmin edebileceğiniz gibi siyasal hareketler için de fırsatlarla doludur.
İslamcılığın başarısı
Bizdeki siyasal gelenekler içinde bu çatışmayı fırsata çeviren ve büyük ölçüde manipüle eden hareket İslamcılık oldu. 70’li yıllarda mahallelerinin duvarlarında devrimci sloganların yazılı olduğu, DİSK’in grev çadırlarında, Karaoğlan’ın mitinglerinde görmeye alışkın olduğumuz bu toplumsal kesimler sanki varoluşları gereği İslamcıymış gibi yaygın bir aldanma içindeyiz. Halbuki gerçek bunun tersidir. Kentli ücretli kesimler ile köyden göçe zorlanmış kesimler arasındaki çatışmaya tanık olan İslamcı hareketler 80’li ve 90’lı yıllarda solun yokluğundan da faydalanarak bu çatışmayı derinleştirip siyasal söylem üretmeyi başarabildi. Erdoğan sonraki yıllarda ‘Biz size aşığız yaa, biz sizi seviyoruz yaa’ diyerek bu kesimlerle doğrudan iletişim kurabildi. Kentte tedirgin yaşayan yoksul kesimler için İslamcı dayanışma ağları, cemaatler, vakıflar ve Refah Partili belediyeler güvenli liman oldu. Geçim sıkıntısı yaşayan, enflasyon altında yoksullaşan kentli öğretmenler, memurlar, doktorlar ‘elit’ olarak tanıtıldı. Bu esnada kente göç eden yoksul kesimler, organize sanayi bölgelerinde atölyelerinde bir İslamcı patron abinin yanında işçileşti. “Birkaç ay maaş vermedi diye grev mi olurmuş, abi namazında niyazında adam, eli rahatlayınca verir paramızı” denerek esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı. Sigorta bile lüks hale geldi. Asgari ücrete şükretmenin propagandası yine İslamcı hareket tarafından yapıldı. Bu kesimlerin emeği üzerinden böylece büyüyen İslami sermaye, siyasetin finansmanında kullanıldı.
Sosyal demokrasinin başarısızlığı
Tüm bu çatışmalar yaşanırken, Türkiye sosyal demokrasisi, tarihsel köklerinden koparak milli güvenlikçi bir çizgiyi benimsedi. 70’li yıllarda yoksulların kahramanı olan Karaoğlan, 90’lı yıllarda ‘Bu kadına haddini bildiriniz’ diyen Ecevit’e dönüştü. Aynı yıllarda Deniz Baykal, Ricky Martin şarkılarıyla kurultaylar düzenliyordu. Türkiye sosyal demokrasisi, kentli, meslek sahibi, ücretli kesimlere hapsoldu. Kent yoksulları, İslamcı propagandaya terk edildi. Kentte görünmeyen büyük sermaye sahipleriyle işbirliği yapan AKP, zenginlerin partisiyken, yoksulları manipüle ederek iktidarını sürdürdü. 60’lı 70’li yıllarda son derece marjinal bir parti olan, müesses nizamın sola karşı konumlandırdığı MSP, 90’lı yıllarda ‘adil düzen’ diyerek Refah Partisi’ne dönüştü. CHP ise öğretmenlerin, doktorların, kentli işçilerin partisi olmasına rağmen beyaz Türklerin partisi gibi kavrandı.
Şimdi Kılıçdaroğlu ‘helalleşme’ niyetinde olduğunu söylüyor. Acaba o da bu yazıdakine benzer bir okuma mı yapıyor? Bunu bilmiyoruz ancak eğer bu helalleşme, söylem düzeyinden çıkıp, geniş toplumsal kesimleri kavrayabilen halkçı bir programla birleşebilirse, bu gelişmenin siyasal tarihimiz için önemli bir kırılma olacağını biliyoruz.