Felaketten 26 yıl sonra Çernobil: Hayalet şehir Pripyat'taki korkunç anlarım

26 Nisan 1986.

Gece yarısı saat 01.23.04..

Dünya uykuda..

Bir reaktörden milyonlarca insanın kabusu olacak bir sızıntı yeryüzüne salınmaya başladı..
Çernobil Nükleer Santrali’ndeki patlamayla yakınlarda binlerce insan, uzaklardan yüzbinlerce insan bir trajedinin içinde buldu kendisini.

Kiev'de bu dramın da müzesi var… Yolunuz bir gün Kiev'e düşerse mutlaka kent merkezindeki bu müzeyi ziyaret edin. Ancak duygularınızı ve sinirlerinizi bir kenara koymadan sakın bu müzeye girmeyin… Ben, patlamadan birkaç gün sonra aniden hayata veda eden 4-5-6-7 yaşlarındaki 100'lerce çocuğun fotoğrafının bulunduğu köşeden dakikalarca ayrılamadım. Hele yeni evlenen Kiev'li bir askerin "Kendi rızamla kurtarma çalışmalarına gidiyorum" diye imzaladığı bir ölüm fermanı var ki tüylerimi diken diken etmişti. Felaket bölgesine damatlığıyla giden askerin o fermanı, düğün fotoğrafıyla birlikte çerçeveletilmiş halde duvarda asılı.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-12-10.jpeg

Garip olan şuydu: O gün kurtarma çalışmalarına güle oynaya gidenler birkaç gün sonra feci şekilde öleceklerinin farkında bile değildi. Onlar sanki bir tsunami, sel ya da deprem kurtarmasına gidiyor gibi çıkmışlardı yola. Oysa dünya ilk kez böylesine bir felaketle karşılaşmıştı. Zehir saçan gaz kümesi, orada bulunanlara birkaç günden hatta birkaç saatten fazla yaşama şansı vermiyordu.

Müzede öğrendim ki felaketin yaşandığı bölgeye turistik turlar düzenleniyormuş. Turlar devlet güvencesiyle gerçekleştiriliyor ve belirlenen kuralların dışına çıkılmadığı sürece riski yokmuş…

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-08-03.jpeg

Tur korkulu ama “Çernobil’i görmeliyim”

“Görmeliyim” dedim ve gerekli şartları yerine getirdikten sonra 150 Doları da ödeyip bir sabah 6 kişilik yabancı kafileyle yola çıktık. Sene 2012 idi.. Turistlerin ikisi Japon, 2’si Norveç, diğer ikisi de sanırım Danimarka’lıydı… Çernobil’e ziyaret, sadece devletin görevlendirdiği rehberlerle mümkün. Bunun için de haftalar öncesinden Afet Bakanlığı’na başvurmak ve izin almak gerekiyor. Bu konuda sertifikaları olan tur firmaları bu işi kolay hallediyor. Çevirmenimiz Sergey’di… 6 yıldır bu turlarda yer alıyormuş. Çernobil, ziyarete 2002 yılında açılmış, Kiev’e 135 kilometre mesafede.

Anılara kazınmış kapkara hatıralarla dolu Çernobil’e doğru Kiev’den çıktık yola. Yol aldıkça felaketin izleri yavaş yavaş beliriyordu. Uçsuz bucaksız toprakları izliyordum. Etraftaki manzaradan olacak otobüsü derin bir sessizlik sarmıştı. Sessizliği rehberin mikrofondan konuşması bozdu:

“Baylar, bayanlar. Çernobil’i ziyaret etmek, insan sağlığı açısından bir risk içermiyor. Askeri rehberin ortaya koyduğu kurallara uyduktan sonra radyasyondan etkilenmeniz için hiçbir sebep yok.”

O kurallar bize dağıtıldı. Okuyunca, işin şakasının olmadığını çok iyi anladım:

Toprak ve bitkilerle asla temas edilmemeli. Yere çanta dahil hiç bir eşya bırakılmamalı… Her zaman asfalt yolda kalınmalı… Askeri kontrol noktalarının ve görevli askerlerin fotoğrafları asla çekilmemeli…
Ardından bu belge herkese imzalatıldı. İmza ile milyonda bir ihtimalle de olsa sağlığımıza kastedecek her türlü zararın sorumluluğu üzerimize almış olduk. Bu belgeyi imzalarken ürpermedim desen yalan olur.

Yol aldıkça cansız doğayla yüzleşiyordum

Otobüs ilerledikçe doğanın daha bir cansızlaştığına tanık oluyordum. Daha az insan, daha az ağaç, daha az ev… Hele gökyüzü… Uçan tek bir kuş bile yoktu. Onların buralarda uçabilmesi için en az bir 100 yıla daha ihtiyaç varmış.

Dakikalar ilerledikçe otobüste bize izletilen Gerçek Çernobil Savaşı adlı belgesel gözümüze gözümüze sokuluyordu. Gezi için sorumluluğu üzerimize aldığımız kâğıdı imzalarken etkisine girdiğim ürperti biraz daha arttı, bu belgeselle. Hani biraz endişelenmedim desem yalan olur.

Yeni bir yaşam için daha 100 yıl gerek

Çernobil Nükleer Santrali’nin bulunduğu Pripyat kenti etrafındaki “Yasak Bölge” var. Bölge, 30 kilometre çapında. 2600 kilometrekareyi kaplayan bu alanda en iyi ihtimalle önümüzdeki 100 yıl boyunca kimse yaşamayacak. Tarlalar sürülmeyecek, değirmenler dönmeyecek, hasat edilmeyecek, ürün toplanmayacak, çocuklar okul bahçelerinde koşmayacak. Ta ki bir gün doğa, üzerindeki zehri atıp, kaybettiği her şeyi yavaş yavaş geri alana kadar. Doğa, o coğrafya ile barışana kadar.

Yasak bölgeye tam gaz ilerliyoruz. Kril harfleriyle yazılmış Çernobil yazılı beton bloğu gördüğümde içim biraz daha tuhaflaştı. Felaketten önce 15 bin insanın güle oynaya nefes aldığı Çernobil kasabasındayız artık. Burası nükleer santrale tam 15 kilometre mesafede. Ve 27 yıldır ölüm sessizliği hüküm sürüyor bu bahtsız kasabada.

Önünde askerlerin beklediği ahşap bir bariyerin önünde durduruluyoruz. Dikyatki Kontrol Noktasındayız. “Dur! Radyasyon Tehlikesi! Yasak Bölge!” yazısıyla yüz yüzeyiz artık.

Araçtan inip pasaportlarımızla sıraya geçiyoruz. Kamuflaj giysili Ukraynalı askerin kontrolünden sonra tekrar otobüsteyiz. Çevirmenimiz Sergei burada bizden ayrılıyor. Devletin görevlendirdiği bir rehberle yola devam ediyoruz. Onun da adı Sergei, Çok iyi olmasa da anlaşılır bir İngilizcesi var. Ayrıca Almanca da biliyor. Sergei, kuralları bir kez daha anlattıktan sonra gezinin en önemli materyalini bize dağıttı.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-12-09-2.jpeg

Saate bakar gibi Geiger sayacına bakıyoruz

Geiger sayacı. Sayacın nasıl çalıştığını anlatırken biz de pür dikkat dinliyoruz. Bu alet radyasyonunu ölçen bir detektör. Elde taşınabiliyor. Hem havadaki hem de topraktaki radyasyonun miktarını saptayabilen cihaz, radyasyonun yüksek olduğu ortamları kulağı tırmalayan bir sesle bildiriyor. Yüksek radyasyonda verdiği ses tek kelimeyle iğrenç. Biz yasak bölgede ilerlerken Geiger sayaçlarımızı çalıştırıyoruz. Önce 0,11 mikrosievets, sonra 0,17, 0,20… Sergei, sayaçta beliren son rakamın Kiev’deki radyasyon oranına eşit olduğunu bize soğukkanlılıkla söylüyor.

Yasak bölgede şu anda 3 bin 500 insan yaşadığı söylendiğinde ben bir kez daha ürperdim. Buradaki insanların bir kısmı görevli memur, polis, asker, ormancı, doktor ve itfaiyeci. Bu kamu görevlileri vardiyalı çalışıyor. Ayda iki hafta burada 2 hafta da Kiev’de kalıyorlar. Maruz kaldıkları radyasyonun miktarını azaltmak için. Çoğunluğu 60 yaş üzerinde olan 400 kadar da köylü var. Onlar, “Öleceksek de kendi toprağımızda ölelim” diyen gelenekçi Ukraynalılar. Biraz sonra evinin önünde sandalyede oturur halde gördüğüm yaşlı bir çiftin yüzündeki donuk, masum, çaresiz ifade benim için “sözün bittiği yer”di! Çocukların bu bölgeye girmesi yasak.

Ukrayna hükümeti, Çernobil faciasından birkaç yıl sonra, bölgede yaşayanların istedikleri takdirde geri dönebilmelerine izin vermiş. Kendi rızasıyla ve burada yaşamanın riskini alarak geri dönen insan sayısı çok az. Bölgede yaşayanların evlerine giden elektrik ve gaz kabloları yere asla temas etmiyor. Sebep, topraktaki radyasyon.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-09-34.jpeg

Anaokulundaki nemli defterler, küflenmiş bez bebekler

Biraz daha yol aldıktan sonra otobüsümüz yine durduruldu. İçerde kontrollerimiz yapıldı ve önümüzdeki bariyer havaya kalktı. Artık ölüm bölgesindeyiz. Çernobil Nükleer Santrali’ne uzaklığımız 10 kilometrenin de altında. Yolun sağında, yıkılmış bir binanın önünde durduk. Sergei, “Burası bir köy” dedi. Merakla bir yerleşim yeri emaresi aradım fakat bu yönde hiçbir ipucuna rastlamadım. Ya da algılayamadım.
Sergei, “Faciadan sonra Kopaçi adlı bu köy boşaltıldı ve çoğunluğu ahşap olan evlerin tamamı ileride yangına sebebiyet vermemek için yıkılarak toprağın metrelerce altına gömüldü.”

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-09-34-1.jpeg

Köyden sadece bir bina bırakılmıştı. İbret olsun diye! Anaokulu binası. Anaokuluna girerken Kiev’deki müzede gördüğüm çocukların fotoğrafları gözümün önüne geldi. Gördüklerim çok etkileyiciydi. Toplar, kara tahta, oyuncak ayılar, bebekler, nemden sayfaları kabarmış çocuk kitapları, boyama defterleri. Bir zamanlar çocuklarla anlam kazanan eşyalar yüzüme sanki bir kırbaç gibi vuruyordu. “Hiçbir şeye dokunmayın!” uyarısı Sergei’den geldi.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-09-34-2.jpeg

Vakit, 26 Nisan 1986’da donup kalmış sanki. Manzara, insanın tüylerini diken diken eden türdendi.
Aracımıza geçtik ve devam ettik yolumuza.

Yaratığa dönüşmüş yayın balıkları

Pripyat Nehri’nden geçtikten hemen sonra 5 ve 6 numaralı reaktörler göze çarptı. Facia yaşandığında yapımı devam eden bu iki reaktör, o günden beri yarı inşaat halinde duruyor. Ya nehirde gördüklerim. Gözlerime inanamadım.

Yayın balığı olarak bize gösterilen balıklar! Onlar Çernobil’den önce balıktı. Artık onlar yaratık. Mutasyon geçiren balıkların yaratığa dönüştüğüne tanıklık etmek gezinin en gerilimli bölümlerinden biri oldu benim için. Sergei, ne kadar da:

“Balıklar, bol beslenip, besin zincirinin en üstünde oldukları için son derece besili görünüyor” dese de…

İlerledikçe sayaçlarımızdaki radyasyon göstergesi biraz daha artıyordu. Hele reaktörlere yaklaştıkça sadece topraktaki değil, soluduğumuz havadaki radyasyon miktarı da normalin 3-4 katına ulaşıyordu. Ancak miktardan öte maruz kalınan süre önemli olduğu için 2-3 saatlik bir Çernobil ziyaretinin insan sağlığını tehdit edici boyutları bulunmuyor. Bu rahatlatan uyarı Sergei’den geldi.

“Uzmanlar, Çernobil’e günübirlik giden bir kişiyle Avrupa’dan Amerika’ya uçan bir yolcunun aldığı radyasyon miktarının eşit olduğunu belirtiyor.”

İçimden “Teşekkürler Sergei, iyi ki varsın” diyorum. Demek ki ben biraz korkmuşum!

Fotoğraf çekme yasağı Japonların gözlerini daha küçültüyordu

Bir sonraki durak 3 numaralı reaktörün yakınındaki demiryolu köprüsü. Dört reaktör de buradan net bir biçimde görünüyor. Japon turistler burada heyecanla fotoğraf çekmeye yeltense de “Burada fotoğraf çekmek yasak” dedi Sergei. Ekledi: “Ben size fotoğraf çekebileceğiniz yeri ileride göstereceğim.”

Boyunlarında ikişer fotoğraf makinesiyle gezide yer alan Japonların yasaklar karşısındaki öfkeleri nedense bende bir gülümsemeye neden oluyordu.

Bir zamanlar nükleer santralde çalışan binlerce kişinin kullandığı demiryolunu bugün, santralin üzerini kapatmak ve radyasyonu hapsetmek için inşa edilen yeni beton örtü – Çernobilcesiyle bir ‘sarkofaj’- inşaatında görevli az sayıda mühendis ve işçi kullanıyor. Her sabah Slavutiç kasabasından Çernobil’e hareket eden bir vagon akşama geri dönüyor. Faciadan hemen sonra robotlar yardımıyla kısa sürede inşa edilen beton örtünün miadı dolmuş durumda. Bu yüzden uzmanlar 2005 yılında yeni bir beton örtünün inşaatı için girişimlere başlamış. 2012’de kadar tamamlanan beton örtünün açılışı sürekli erteleniyor. Planlanan son açılış tarihi 2015. Yeni beton örtüyle birlikte önümüzdeki 100 yıl boyunca 4 numaralı reaktörden radyasyon yayılımı tamamen engellenecek. Örtü 1,5 milyar Euro’ya mal olmuş.

Trajedinin son perdesi: Kahramanlar Anıtı

Yol almaya devam ediyoruz. Artık Çernobil Nükleer Santrali’ndeyiz. “Kahramanlar Anıtı”nın önündeyiz. 4 numaralı reaktörün yanında. Anıt, 26 Nisan 1986’da faciaya ilk müdahale eden ve faciayı takip eden günlerde can çekişerek ölen asker ve itfaiyecilerin anısına dikilmiş… Kiev’deki müzede fotoğrafını gördüğüm, damatlığıyla kurtarma çalışmalarına gelen asker burada aklıma geldi. Sergei, “Onlar dünyayı kurtarmak için habersizce kahramanlık yapanlar” derken olayı özetliyordu. Bu arada Geiger sayacıma baktım. Radyasyonu 9,60 mikrosieverts olarak gösteriyordu. Bu, şehirde soluduğumuz radyasyonun onlarca katı fazla miktarda radyasyon demek.

Otobüse binerek reaktörden uzaklaşıyoruz. Birkaç kilometre sonra yol kenarında, bir tabela: “Pripyat.” 1970 yılında Çernobil Nükleer Santrali ile birlikte kurulan, 1986 Nisanı’ndan sonra ise hayalet şehre dönüşen yerleşim yeri.

Pripyat… Bir zamanların örnek şehri artık hayalet şehir

Sergei başladı bir zamanların Pripyat’ını anlatmaya:

“Pripyat, neredeyse tamamı santral çalışanları ve ailelerinden oluşuyordu. Nüfusu 49 bindi. 1980’lerde geniş caddeleri, otelleri, restoran ve onlarca çocuk parkıyla Sovyetler Birliği’nin örnek şehirlerindi. Yemyeşil bir şehirdi burası. O gece olanları dünyada kimse bilmiyorken Pripyat’lılar balkonlarından gözleriyle görmüşlerdi. Ancak gerçek sadece Pripyat’lılardan değil tüm dünyadan gizlenmişti. İlk anda sıradan bir yangın olduğu söylenen bu kızıllığın aslında bir nükleer felaket olduğunu ertesi gün öğrendiler. Bir gecede normalin binlerce katı miktarda radyasyona maruz kalanlar, ertesi gün apar topar şehri terk etti. Bir daha dönmemek üzere. Ve o geceyi yaşayan tüm Pripyat’lılar birkaç yıl içinde vefat etti.”

Kontrolden geçtikten sonra Pripyat’a Lenin Bulvarı’ndan girdik. Eski tabelalar hâlâ asılıydı. Sovyet mimarisinin özgün örneği blok apartmanlar hemen göze çarpıyordu. Bu binaların kapısına kilit vurulmuş, çoğunun camı kırık, sıvası döküktü. Kimisinin açık penceresinden halen perdeler sarkıyordu. Giriş katında olan dairelere yaklaşıp bakabiliyorduk. Kimisinin içerisindeyse dolaplar, masalar olduğu gibi duruyor.

Kent meydanında insan boyunu aşan tuhaf otlar bitmiş. Gözüme sırayla bir mağaza, bir restoran ve boş bir telefon kulübesi ilişti. Kulübedeki telefonun ahizesi sallanıyordu.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-12-09-1.jpeg

Bir zamanlar lunaparktı

Kendi eksenim etrafında dönerken bir Lunapark gördüm. Faciadan kısa süre önce kurulmuş. 26 Nisan 1986’dan beri çalışmayan bir dönme dolabın pastan renkleri kazınmıştı. Ve artık çürüme aşamasın doldurmuş çarpışan arabalar… Çocukların eskitmesi için hizmete giren Lunapark bir felaketle yalnızlığa terk edilmişti, işte.

whatsapp-image-2021-11-08-at-11-12-09.jpeg

Pripyat’tan ayrılma vakti. Afet Bakanlığı binasına dönüyoruz. Çernobil’in 500 metre uzağındaki binaya girerken sıkı bir kontrolden geçiyoruz. Yeşil ışık ile birlikte binaya giriyoruz. Ölüm saçan bir santralin yanında karnımızı doyurmak beni açıkçası korkuttu. Sergei, “Yiyecek ve içecekler her gün Kiev’den geliyor, korkmanıza gerek yok” dese de… Bilmediğim yemek türlerinin yanında birer kadeh de votka da vardı. Ben sadece votkayı kafama diktim. Belki de azalan cesaretimin biraz artması içindi.

Çernobil’in dibinde öğle yemeği…

Ve dönüş yolundayız. Çok etkilendim. Gördüklerim kadar göremediklerimle. Toprağa gömülmüş köyler, ne insan ne de arabaların olmadığı sokaklar, hiçbir çocuk sesi gelmeyen koca bir hayalet şehir. Garip garip ağaçlar, hiçbir kuşun uçmadığı bir gökyüzü, viraneye dönüşmüş evler, insan boyuna çıkmış otlarla kaplanmış çocuk parkları, pas ve küften geçilmeyen çöp kutuları…

Gelirken girdiğimiz Disyatki Kontrol Noktası’nda dönüşte de uğruyoruz. Artık dümdüz Kiev yolundayız.
Yol boyunca tükenmiş bir coğrafyayı geride bırakmanın hüznü içimi iyice kaplarken aklıma Hiroşima ve Nagazaki geldi. Ve Nâzım Hikmet’in “Japon Balıkçısı” şiiri…

Sevdiğine “badem gözlüm beni unut/ üstümüzden geçti bulut” diyen birini. Ve bir Japon balıkçısının ağzından; “Bu gemi bir kara tabut/ Badem gözlüm beni unut/ Çürük yumurtadan çürük/ Benden yapacağın çocuk/ Bu gemi bir kara tabut/ Bu deniz bir ölü deniz/ İnsanlar ey nerdesiniz?/ Nerdesiniz?” diye haykırır. Nâzım Hikmet, aslında Çernobil’in de yazgısını anlatıyor dizelerinde.

İlk atom bombasının öncüsü J. Robert Oppenheimer, 16 Temmuz 1945 günü New Mexico çölünde dalgın dalgın yürür. Önüne ters dönmüş bir kaplumbağa çıkar, onu alır ve düzeltir. Sonra usulca mırıldanır: “Hiç olmazsa bunu yapabildim.” O gün ilk atom bombası denemesi başarıyla sonuçlanmış ve patlama sonucu nükleer çağ başlamıştı.

İnsanlık, kapitalizmin vahşi egemenliği sürdükçe Hiroşimaları yaşamaya devam etmektedir; Saygon’da, Halepçe’de, Kabil’de, Felluce’de, Bağdat’ta ve Arakan'da, Şam’da. Aslında Çernobil’in de onlardan hiçbir farkı yok işte.

(Not.. O yıllarda TRT'de çalışıyordum.Ve tüm bu izlenimlerimi notlarıma aldım. Kiev'den döner dönmez TRT yönetimine de buranın filmi ya da dizisi çekilirse çok ses getirir önerisini yaptım. Netflix'de izlenme rekorları kıran ve dünyanın en güzel dizilerinden biri olarak gösterilen ('Chernobyl' filmi gösterilmeden tam 7 sene öncesinde. Bizi dinlemediler bile..)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhan Asker Arşivi