Bir savaş stratejisi olarak KADINA TECAVÜZ

Ruslar, Kiev'in çevresinden çekilmiş olabilir ama geriye unutulmaz bir yıkıntı bırakıldı. Daha geçen hafta BBC, işgalci askerlerin Ukraynalı kadınlara tecavüz ettiğine ilişkin kanıt buldu, tanıklarla görüştü. Savaş ve çatışmada kadına tecavüz konusu üzerine araştırma yapan İstanbul Altınbaş Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Pınar Kadıoğlu ile konuştum. Kadıoğlu'na göre, soykırım amaçlı saldırılarda tecavüz, düşman kadınlarının hamile bırakılması ve mağdurun kendi grubu içinde çocuk dünyaya getirmesini engellenmesi amacı güdülüyor. Temelde amaçlanan düşman grubun biyolojik devamlılığının son bulması. Savaşlardaki stratejik uygulamalar, genelde kurbanların kaçırıldığı ve insanlık dışı koşullarda zorla rehin tutularak, sürekli tekrarlanan toplu tecavüzler şeklinde gerçekleşir. Mağdurlara fiziksel zarar verilirken aynı zamanda sözlü taciz yoluyla ciddi psikolojik şiddet uygulanır.

- Sayın Kadıoğlu, kısa bir süre önce bir sunum yaptınız ve konu 'Savaş Stratejisi olarak Tecavüz'dü. Bu konuyu araştırmaya nasıl başladınız?

Konuya olan ilgim St Andrews Üniversitesi, Barış ve Çatışma Çalışmaları bölümünde doktoramı yaparken başladı. Temelde, ‘savaş sonrası toplumsal travma’ konusunda olan doktora çalışmalarım; ‘savaş suçları ve buna bağlı savaş sırasında yaşanan trajedilerin toplumsal sosyo-psikolojik etkilerinin, ateşkes sonrası toplumlar-arası uzlaşmaya ve uluslararası barış inşaası süreçlerine negative etkileri’ üzerine odaklanıyordu. Sonraki dönemlerde ise insan hakları konusunda genişleyen çalışmalarında etkisiyle; bu travmatik olayların sadece toplumlar arasındaki ilişkilerin tekrar kurulmasındaki etkilerinin yanısıra, toplumların kendi içindeki yansımaları üzerine de odaklanmaya başladım. Konu evrensel boyutta bir sorun olduğu için Dünya çapında birçok dönemde örnekleri mevcut. İkinci Dünya Savaşı dönemi Avrupa ve Asya odaklı başladığım tarihsel inceleme, son iki senede soğuk savaş sonrasında Avrupa ve Afrika’daki çatışma örneklerinin üzerinden genişledi. İlerleyen süreçte ise Latin Amerika örnekleri üzerine çalışmalara başlayacağım, bunun ilk adımı da önümüzdeki haftalarda Guatemala’da gerçekleştireceğim alan çalışması ile atılacak.

- Bu 'strateji' ilk ne zaman, nerede kullanıldı?

Düşmanın psikolojik ve fiziksel olarak çökertilmesi amacıyla çatışmalar sırasında tecavüzlerin yaygın olarak kullanılması çok uzun bir tarihsel sürece işaret ediyor. Ataerkil düşünce yapısının bir yansıması olması nedeniyle, çok uzun yıllar boyunca konu banal görülerek, bu tip olaylar ‘savaşların doğal bir sonucu’ olarak değerlendirilegelmiştir.Konunun tam anlamıyla akademik ve siyasi anlamda ciddi bir problem olarak değerlendirilmeye başlaması ise Soğuk Savaş sonrası döneme denk geliyor. Bu anlamda 1991-2001 arasında gerçekleşen Yugoslavya iç savaşları konusunda hazırlanan raporları ilk adım olarak alabiliriz. Birleşmiş Milletler’in ‘tecavüzün bir savaş aracı’ olarak kullanıldığına dair ilk kapsamlı çalışması 1998 yılına denk geliyor. Sonrasında, yedinci BM Genel Sekreteri Kofi Annan döneminde savaş suçları ve sivillerin maruz kaldıkları insan hakları ihlalleri üzerine ciddi çalışmalar gerçekleşti. Sekinci BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon döneminde ise, özellikle UN-Women’in kurulması ile bu çalışmaların daha da arttığını gördük. Mevcut dönemde ise BM Antonio Guttares liderliğinde özellikle sivil toplum örgütlerinin de katkılarıyla mağdurların durumlarının iyileştirilmesi için kapsamlı çalışmalar yapılmakta. Konu hakkında, akademik çalışmalar ise aynı şekilde kapsamlı olarak her gün gelişme gösteriyor. Yani, tecavüz bir savaş stratejisi olarak yeni bir konu değil, fakat banal algıdan çıkışı ve uluslararası toplum özelinde hassasiyet kazanması son 30 senede gerçekleşti diyebiliriz.

- Peki bu, bir 'savaş stratejisi' olarak kullanılırken kadın nasıl bir yerde konumlandırılıyor?

Erkeklerin fiziksel ve zihinsel kapasite açısından kadınlar üzerinde ‘doğal bir üstünlüğü’ olduğu mitiyle meşrulaştırılan, bu nedenle de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ‘doğal bir sonuç’ olarak görüldüğü bir sosyal sistemler dünyasında yaşıyoruz. Hemen hemen dünyanın her yerinde egemen olan bu algı nedeniyle; siyasi rejim ve anayasal yapı farklılıklarına rağmen-kadınlar ‘insan toplumunun güvenilmez üyeleri’ olarak karakterize ediliyor. Bu nedenle de, siyasi liderlik, ahlaki otorite ve mülkiyetin kontrolü yaygın olarak erkeklerin elinde bulunuyor ve bu durum nadir olarak sorgulanıyor. Kadınların bu şekilde karakterize edilmesinin temelinde iki varsayım yatıyor. Bunlardan ilki kadınların; ‘sürekli/hayat boyu devam eden bir çocukluk hali’ içeresinde sıkışıp kalmaları varsayımı. Bu çerçevede, kadın, kendisini olumsuz dış etkilerden korumak için entelektüel ve fiziksel kapasiteden yoksun, saf varlıklar olarak algılanıyor. İkincisi ise, kadınların doğaları gereği ‘kötü’ olmaları varsayımı; bu algı çerçevesinde ise kadınlar baştan çıkarıcı, doğaları gereği günaha davet eden bireyler olarak algılanıyor.

‘İnsan toplumunun güvenilmez üyeleri'

Entellektüel açıdan bakıldığında, kadınların hem ‘saf’ hem de ‘şeytani’ olarak tanımlandığı, yani mantık çerçevesinde birebir zıtlık gösteren bu iki argümanın sorgusuz kabulü sonucunda, kadınlar, ‘insan toplumunun doğal olarak güvenilmez üyeleri’ olarak kurgulanıyor. Bu nedenle de, toplumsal refahı garanti altına almak için erkekler tarafından sahiplenmesi, koruması ve kontrol altında tutması gereken bireyler olarak kabul ediliyorlar. Bu algı yapısı; güncel yaşam içerisinde, kadınları edilgen birer erkek metası haline getiriyor. Kadınların karşılaştıkları her olumsuz davranış, her olumsuz deneyim, bu çerçevede kadından sorumlu olan toplumun erkek üyelerinin zayıflığı olarak kabul ediliyor. Bu çerçevede, kadınlara yönelik cinsel saldırılar temelde toplumun erkek bireyleri arasında bir güç gösterisi/güce bağlı bir oyun halini alıyor. Yani, kadına yönelik cinsel şiddet/tecavüz olayları-bir diğer erkeğin mülkü özelinde ihlal, veya toplumun erkek bireyleri arasında üstünlük kurma performansı olarak ortaya algılanıyor. Gelişmiş ülkelerdeki davalarda dahi karşımıza çıkan, mağdurun yanlış zamanda yanlış yerde bulunması, uygun olarak tanımlanmayan kıyafetler giymesi vb. durumların cezai olarak hafifletici sebepler olarak ortaya konulması bu algıyla birebir ilişkili.

- Nasıl bir ilişki var?

Saldırgana mazeret sağlayan bu algı, saldırıyı temelde tamamen doğal/normal bir biyolojik bir durum olarak meşrulaştırırken; aynı zamanda mağdura nerede nasıl davranması gerektiğinin öğretilmesi ve sonrasında da davranışlarının kontrol edilmesinden sorumlu olan erkek üyelerin sorumluluklarını yerine getiremediklerine işaret ediyor. Bu noktada, cinsel şiddet olaylarında, aslen kadından sorumlu olan toplumun erkek üyeleri (baba, erkek kardeş, eş vs.) kültürel bazda/toplumsal yapı içinde mağduru koruyamamaları nedeniyle ‘zayıf’ olarak etiketlenmelerini sağlıyor. Çatışma ve savaş durumlarında ise bu durum farklı bir boyut kazanarak, düşmanın alt edilmesinde kullanılacak güçlü ve etkili bir silah olarak karşımıza çıkıyor. Bu zihniyet özelinde, kadına tecavüz, düşmanın psikolojik ve fiziksel olarak yenilmesinde etkin bir savaş stratejisi olarak kurgulanıyor. Tecavüz bu bağlamda; hem düşmanın psikolojik olarak çökertilmesi, hem de biyolojik/fiziksel devamlılığının yok edilmesini sağlamak amacıyla kullanılan bir savaş silahı haline geliyor.

- Gündelik hayatta yaşanan cinsel şiddet, çatışma ve savaş durumlarında düşmana karşı nasıl bir boyut kazanıyor?

Tecavüz, savaş durumunda cinsiyet farkı gözetmeksizin toplumun tüm bireylerine yönelik gerçekleşebilen bir olay; fakat, düşmanın psikolojik olarak çökertilmesi kapsamında kadına tecavüz, yalnızca mağdurun kendisine-düşman topluma üye bir bireye verilen zarar olarak değil; toplumun tamamına verilen bir zarar olarak algılanıyor. Temelde düşmanın aşağılanması, çaresizlik ve yenilgi duygularının yaşaması amacı güden bu eylemler, savaşta kadınları birincil hedef haline getiriyor. Bu bağlamda savaş stratejisi olarak tecavüz, düşman toplumun kadın üyelerine bireysel zarar ve acı vermenin yanı sıra; erkeklerine, kadınlarını koruyamadıkları mesajını vererek toplumsal anlamda bir moral çöküntüsü yaşanmasına neden olma amacı güdüyor. Sahip olunan, korunması ve kontrol edilmesi gereken toplum bireylerinin cinsel şiddete mağdur kalmasının önlenememesi; çatışma içinde düşman gruba zayıf oldukları mesajını verirken, direnişin yok olmasını sağlayacak bir moral çöküntüsü yaratma amacı güdüyor.

- Biyolojik devamlılıktan bahsettiniz sunumunuzda, açar mısınız?

Düşmanın biyolojik/fiziksel devamlılığının yok edilmesi noktasında; tecavüz, özellikle, dünyaya gelen çocukların etnik kökenlerinin baba kimliğine bağlı olarak algılandığı toplumlarda, düşmanın topyekûn yok edilmesinde kullanılanılabilecek -nihai operasyonel bir araç olarak görülüyor. Bu nedenle soykırım amaçlı saldırılarda tecavüzün, düşman kadınlarının hamile bırakılması ve mağdurun kendi grubu içinde çocuk dünyaya getirmesini engellenmesi amacı güttüğünü görüyoruz. Temelde amaçlanan düşman grubun biyolojik devamlılığının son bulması.

- Peki savaşta tecavüze uğramış mağdur kadınlar psikolojik ve fiziksel olarak ne yaşar?

Sıradan cinsel saldırılarına kıyasla savaş tecavüzleri çok daha acımasız uygulamalardır. Savaşlardaki stratejik uygulamalar, genelde kurbanların kaçırıldığı ve insanlık dışı koşullarda zorla rehin tutularak, sürekli tekrarlanan toplu tecavüzler şeklinde gerçekleşir. Mağdurlara fiziksel zarar verilirken aynı zamanda sözlü taciz yoluyla ciddi psikolojik şiddet uygulanır. Bu eylemlerde biyolojik tecavüzlerin yanı sıra nesnelerin kullanılması yaygın olduğu için, iç organların tahrip olması ve ani ölümler olasıdır. Şiddetli dövme, yumruk atma, tekmeleme, ısırma, yakma ve sakatlama vakaları tipik sonuçlardır. Fiziksel eziyet eşliğinde, mağdurlar hakaret, aşağılama ve küçük düşürme amaçlı sözlü tacize uğrarlar ve aynı zamanda karşı karşıya kaldıkları tehditler sonucunda- kendilerinin veya ailelerinin hayatta kalmasına yardımcı olmak için başka türlü yapmayacakları davranışlarda bulunmaya zorlanırlar. Savaş sonrası ortamlarda ise, savaş tecavüzlerine maruz kalıp hayatta kalmayı başarmış kadınlar önemli fiziksel ve psikolojik sorunlarla yüzleşirler. Fiziksel anlamda en çok görülen sorunlar; cinsel bölge, pelvik ve oral yaralanmalar, cinsel yollarla geçen hastalıklar, düşük- komplike hamilelikler, cinsel disfonksiyonelite ve kısırlıktır. Psikolojik anlamda ise en sık karşılaşılan sorunlar; travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete, uyku bozuklukları, cinsel aktivite isteğinin yitirilmesi, depresyon, intihar düşüncesi ve buna bağlı davranışlardır.

'Tecavüz sonrası değersizleştirilme'

Hayatta kalmayı başarabilmiş, çatışma kaynaklı cinsel şiddet mağduru kadınların, fiziksel ve psikolojik olarak deneyimledikleri zararların dışında- ataerkil düşünce yapısı nedeniyle sosyal anlamda mağdur edilmesi ise bu anlamda yüzleşmemiz gereken bambaşka bir gerçeklik olarak önümüze çıkar. Bu toplumsal algı yapısı kapsamında, mağdurların değersizleştirilmesi ve sosyal anlamda izole edilmesi dünya çapında gözlemlenen kabul edilemez bir gerçeklik. Savaş tecavüzü mağduru birçok kadın bu yapılar içinde; ebeveynleri, çocukları ve/veya eşleriyle ilişkilerinin bozulması, ebeveynleri tarafından terk edilme, toplum tarafından değersizleştirilme-hor görülme ve sosyal izolasyon nedeniyle yaşadıkları bölgeleri terk etmeye zorlanma gibi sorunlarla yüz yüze kalıyor. Değersizleştirilmenin tecavüze uğradığı için öldürülmeye kadar varabildiği birçok vakanın yanı sıra; tecavüz sonrası çocuk dünyaya getirilmesi durumunda en olumlu örneklerde mağdurun ve çocuğun dışlanması; olumsuz örneklerde ise hayat tehdit eden saldırı durumları gözlemleniyor. Toplum tarafından değersizleştirilen çatışma kaynaklı cinsel şiddet mağduru kadınlara; sağlık, polis veya adalet hizmetleri mekanizmalarının yardım etme konusunda isteksizliği oldukça sık görülen bir durum. Hatta bazı örneklerde, mağdurların kendi toplumları içerisinde yardım talep ettikleri, yasal olarak kendilerini korumakla yükümlü toplum bireyleri tarafından (polis, sağlık görevlisi gibi) tecavüze uğradıkları veya cinsel işçi olmaya zorlanabildikleri biliniyor. Savaş sonrası devam eden hayatını tanımlanamaz bir şekilde zorlaştıran bu durum, mağdurlarda korkuya sebep verdiği için, çoğu zaman (göreceli olarak) sağlıklı bir şekilde hayatına devam edebilecek durumda olan mağdurların sağlık alanında yardım talep etmemesine bu nedenle de hayatlarını yitirmelerine de neden oluyor.

'Ruanda soykırımı ve Bosna savaşı'

- En çok vaka hangi savaşlarda görüldü?

Ne yazık ki konu hakkında verilebilecek birçok örneğimiz var ve her bir örnek kendi içinde rahatsız edici birçok farklı özellikler taşıyor. En bilinen örneklerden biri muhtemelen 1932-1945 yılları arasında Japon imparatorluk ordusu askerlerinin işgal ettikleri ülkelerdeki kadınları seks kölesi haline getirmeleri. Japon ordusu tarafından ‘rahatlama istasyonları’ adı verilen yerleşkelerde, Kore, Çin, Filipinler, Burma, Tayland, Vietnam ve Yeni Gine gibi bölgelerden kaçırılan 200 bin kadının tecavüze uğradığı biliniyor. Bu tarihler arasında bilenen en dehşet verici vaka ise Çin Cumhuriyeti ile Japon İmpatorluğu arasında geçen savaşta gerçekleşen Nanking Katliamı. Bu olaylar sırasında, altı hafta gibi kısa bir süre içerisinde 300 bin sivil öldürüldüğü, 80 bine yakın kadın tecavüze uğradığı biliniyor. Konunun Birleşmiş Milletler gündemine girmesine denk gelen 1990’lara baktığımızda ise, en önemli örnekler Bosna Savaşı ve Ruanda Soykırımı.

'Kamplarda sistematik tecavüz'

1992-1995 yılları arasında Sırp saldırıları sonucunda 110 bine yakın insan Boşnak ve Bosnalı Hırvat’ın hayatını kaybettiği Bosna Savaşı sırasında gerçekleşen Srebrenica Soykırımı belki de en bilinen örnek. Olaylar sırasında, 1995 yılında gerçekleşen Srebrenica saldırılarında, Sırp siyasi liderleri ve askeri generalleri tarafından tecavüzlerin özellikle teşvik edilmesi sonucu, kaçırılan kadınların tecavüz kamplarında sistematik olarak tecavüze uğradıkları biliniyor. Olaylarda, aynı zamanda birçok kadının erkek aile üyelerinin önünde tecavüze uğradığı ve hamile kalan Boşnak kadınların işkence altında tutulup, etnik/biyolojik devamlılığın bitirilmesi adına zorla doğum yapmaları sağlandığı da raporlanmış gerçekliklerden biri.

7 Nisan- 15 Temmuz 1994 tarihleri arasında gerçekleşen Ruanda Soykırımı ise, Hutu etnik grubu Tutsi etnik grubunun nihai olarak yok etme amacıyla düzenlediği saldırılardı. Bu olaylarda, 800 bin kişinin öldürüldüğü, 500 bine yakın kadının tecavüze uğradığı biliniyor. Aynı Bosna örneğinde olduğu gibi, bu örnekte de toplu tecavüzlerin, siyasi liderler, askeri generaller ve milita başkanları tarafından teşvik edildiğini biliyoruz. Ruanda da yaşanan olayların vahamiyeti ise sadece alıkoyulan kadınların tecavüze uğramalarına değil, aynı zamanda tecavüz sonrası kıyafetsiz olarak kafeslere konularak teşhir edilmelerine; ve Tutsi grubunun soykırımının tam olarak gerçekleştirilebilmesi için kadınlara AIDS bulaştırılmasına varmıştı.

'En yüksek savaş tecavüzü Kongo'da'

Halen devam eden bir örnek vermemiz gerekirse, sanıyorum Kongo en problematik örneklerden biri olacaktır. Şu ana kadar en yüksek sayıda savaş tecavüzü vakası Kongo'da 1996 yılından beri süregelen iç çatışmalarda raporlanmış durumda. Yerel milita örgütleri ve Kongo ordusu arasında halen devam eden çatışmalarda, bugüne kadar 5 milyonu aşkın ölüm ve 2 milyona yakın savaş tecavüzü vakası olduğu tahmin ediliyor. Diğer örneklerde olduğu gibi, Kongo’da tecavüz bir strateji olarak açıkça deklere edilmiş bir uygulama. Soykırım amacı güdülmesinin yanı sıra, özellikle son 5 yılda milita tarafından işgal edilmek istenen bölgelerden sivillerin dışarıya çıkarılması amacıyla ve Kongo devletinin müzakereye zorlanması amacıyla kullanılıyor. Kongo’da tecavüzlerin bu kadar yaygın olmasının iki önemli sebebi daha var; bunlardan ilki hem milita hem devlet yetkilileri tarafından düşmanla işbirliği içinde olduğu düşünülen kişilerin tecavüz yoluyla cezalandırılmasının meşrulaştırılması; ikincisi ise Kongo’daki bazı etnik grupların bakirelerle cinsel ilişkiye girilmesinin savaşta şans getireceğine inanmaları. Özellikle son sebepten ötürü, Kongo’da 5 yaşa kadar inen kız çocuğu tecavüzlerine sık rastlanıyor. Kongo’da kaçırılan ve tecavüz kamplarında tutulan kadınların yerde açılan deliklerin içerisinde tutulması, toplu tecavüzler, tecavüzlerde ani ölümlere sebep olması amacıyla keskin objelerin kullanılması gibi uygulamalarda halen günlük olarak rapor edilen olaylar.

- Sorunun temelinde ne yatıyor?

Bu kapsamda; uluslararası toplumun sivillere karşı sorumluluğu, İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk’un işleyiği özelinde odaklanılması gereken başlıca konular; devam eden bu uygulamaların son bulması, mağdurların kurtarılması ve sağlıklı bir yaşam sürdürmeleri için gerekli ortamın sağlanması, konu ile bağlantılı toplumsal ve bireysel psikolojik travmaların atlatılması için çaba harcanmasıdır. Fakat burada unutulmaması gereken nokta şu ki, bahsettiğim acil çözümlenmesi gereken konular sadece semptomatik bir tedaviye işaret ediyor. Sorunun, yani aynı örnekle gidecek olursak, hastalığın tedavisi ise ataerkil düşünce yapısının ortadan kaldırılmasında yatıyor. Bu durumda, en büyük gereklilik, süregelen ataerkil yapının, toplumsal cinsiyetçi yaklaşımların önüne geçilmesi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İpek Özbey Arşivi