Bir genç kadının kanserle savaşını anlattığı yazısı

Bir genç kadının kanserle savaşını anlattığı yazısı
CHP Brüksel temsilcisi Kader Sevinç, Dünya Kanser Günü'nde kanserle mücadele ettiği dönemi kaleme aldı.

İşte Kader Sevinç'in o yazısı...

Kanserin siyaseti, siyasetin kanseri

Her yıl dünyada 12,7 milyon kişiye kanser teşhisi konuyor. 7,6 milyon kişi kanserden hayatını yitirmekte.

Bir kanserden kurtulan olarak size günün anlam ve önemini vurgulayan süslü cümleler kurmayacağım bu yazıda. Sadece bu kanser deneyiminin beni götürdüğü yerlerde bir seyahate çıkaracağım sizi ve düşünmeye davet edeceğim.

İnsan hayatta kendisini neyin, nasıl ve ne zaman beklediğini bilemiyor… Bir bahar günü, 2011’de Türkiye seçimlere doğru giderken, tiroid kanseri olduğumu öğrenmem de böyle beklenmedik bir anda ve biçimde oldu.

O yıl TBMM seçimlerinden hemen önce iyice artan yorgunluk ve malum bir dizi şikayet nedeniyle Türkiye’de bir “check up” yaptırdım. Testlerin sonucunda herhangi bir olumsuzluk tespit edilemedi. Ben de son dönemdeki yoğun çalışmalara yordum şikayetlerimi fakat bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum.

Brüksel’de de son derece iyi referansları olan bir uzman hekim yapıyordu takibimi. O da her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Gerçekten öyle miydi? Her şey yolunda mıydı? Olmadığını bir hekimden ya da bir hastanede değil hiç umulmadık bir yerde, umulmadık birinden öğrenecektim.

Türkiye’ye son seyahatimde epeyce zorlanmıştım şikayetlerimin artması nedeniyle.

Aynı günlerde Londra’ya gitmem gerekmiş ve yorgunluk vurgunlarından biri esnasında hiç hesapta yokken Çin tıbbı merkezi / spa gibi bir yere gittim. Amacım sadece biraz dinlenebilmekti. Çok az İngilizce bilen bir Çinli kadın ilgilendi benimle. Tiroidin olduğu bölgeye, boynuma hiç dokunmamış olmasına rağmen tekrar tekrar çok ilginç şeyler söyledi. Bana “Sizin çok ciddi bir sağlık sorununuz var. Bu tiroid ile bağlantılı fakat ileri bir noktada. Acilen hastaneye gidin…” dedi. Ben ayrılırken endişeliydi. Anlam veremedim bu olaya. Söylediklerini çok ciddiye almadığımı fark etmiş olmalı ki, dönüp ısrarla bir kaç kez, “Hastaneye gidin hanımefendi, hastaneye gidin, önemli…” dedi.

Seyahatten dönüşte iyice yorgundum, soğuk algınlığına yakalanmıştım. İlaçlarla biraz iyileşir gibiyken tekrar kötüleştim . Bunun üzerine Brüksel’deki yakın bir doktor arkadaşıma gittim. Beni takip eden uzman hekimden farklı biri. Bünyemi güçlendirecek bir şeyler yapmasını umuyordum. İşler yoğundu.

Bana büyük olasılıkla bağışıklık sistemimin çöktüğünü söyledi. Sonra Çinli kadının söyledikleri aklıma geldi, sohbet ederken ona öylesine söyledim. Hatta hekim olduğu için tereddütle paylaştım ama o öyle davranmadı. Kendisine çizilen dar çerçeveye hapis olmayan bir doktor. Şaşırdı, “Tiroide bakmamız gerek. Kan testinde bakacaktım zaten ama emin olmak için radyoloji testini de hemen bugün yaptıralım” dedi. Biraz yüzümü buruşturdum testler ve hastanede zaman geçirmeyi duyunca, “Peki o zaman en hızlı nasıl yaparız?” dedim. Onun arkadaşı radyoloji uzmanından hızlı bir randevu aldık. Henüz bunun her şeyin başlangıcı olduğunu bilmiyordum o sırada.

Böylece biri büyükçe , altı tane tümör tespit edildi bu testler sonucunda. Bundan önceki tetkiklerde ne olduğu, neden doğru teşhisin konamadığı ise hala muamma. Bir hekim arkadaşımın dediğine göre bu genel sağlık politikası ve hekim eğitimi ile ilgili soruna dayanıyordu. Öncül göstergelerde sorun görmeyen hekimler daha şüpheci davranıp ileri bazı tetkikleri yapmaya teşvik edilmiyordu. Bu testlerin maliyeti nedeniyle hata riskini göz ardı ediyordu sağlık sistemi. Hastanın şikayetleri, belirtiler ise öylece havada kalıyordu. Durum iyice ilerleyip artık öncül göstergelere yansıdığında da ya çok geç kalınmış olabiliyordu ya da erken teşhiste olacağından çok daha meşakkatli ve maliyetli bir tedavi ortaya çıkıyordu. Yani sağlık politikasını yönetenler insan sağlığı üzerine kumar oynuyorlardı. Sadece Türkiye değil aynı zamanda “gelişmiş bir sosyal devlet” olan Belçika’da ve pek çok Avrupa ülkesinde de durum farklı değildi. Yaşlanan nüfus, iflasın eşiğindeki sosyal güvenlik / emeklilik sistemleri ve en önemlisi sorunları kolaycı çözümlerle geçiştirmeye, kendi seçim döneminden sonraya öteleyen siyaset yapma anlayışı bu tablonun sorumlusuydu.

Bu soğuk gerçeklikle yüzleştiğimde kanım dondu. Herkes için eşit ve kaliteli sağlık hizmeti, önleyici tıp ve erken teşhis yukarıda saydığım nedenlerle dinamitleniyordu.

Kanser teşhisi bu çıplak gerçeklik kadar büyük bir tramva yaratmadı üzerimde. Tam tersine teşhisi de tedaviyi de soğukkanlıca karşıladım. Hatta ameliyatımı yapacak doktor, “Yeni bir uygulama olacak, kabul ederseniz sizde uygulamak istiyorum sizin durumunuz için uygun bir yöntem” diyerek aneztezisiz hipnoz ile ameliyat yöntemini önerdiğinde gülümsedim, “İlginç olabilir, neden olmasın” dedim. Sorduğum sorulara da tatminkar yanıtlar alınca 2 saati aşkın süren ameliyatımı hipnozla anestezi altında yapıldı ve çok başarılı geçti.

Tiroid bezlerim tamamen alındı ve kanser tedavi sürecine başladım.

Çevremdeki dostlarım hem aneztezisiz ameliyat hem de tedavinin kulağa pek de hoş gelmeyen radyoaktif bir ilaçla yapılıyor olmasından endişeliydiler.

Bu süreçte tiroid kanserini ve etrafındaki konuları oldukça okudum. Tiroid kanserinin bilinen tek nedeni bir dönem yoğun radyoaktiviteye maruz kalmak. Bu da Çernobil nükleer patlamasından etkilenen bölgelerde tiroid kanseri başta olmak üzere diğer kanser türlerinin patladığını açıklıyordu. Oysa bunun ne Çernobil’in siyasi sorumluları ne de patlama sonrası Türkiye’de olduğu gibi vatandaşı bu radyoaktif yayılımdan korumayan siyasiler bunun hesabını vermediler. Siyasetin çuvallaması, vasatlığı bir kez daha bireyleri, yurttaşları vuruyordu, hayatlarını karartıyordu.

1986 yılında Samsun’da, Türkiye’nin patlamadan en çok etkilenen bölgelerden birinde yaşıyorduk ve bizleri korumak için yetkililerce hiç bir önlem alınmamıştı.

Dönemin Başbakanı Turgut Özal “radyoaktif çay daha lezzetlidir” diyerek basına poz verirken, darbeci general, dönemin Cumhurbaşkanı Evren ise “radyasyon kemiklere yararlıdır” beyanatı veriyordu. Okullarda şüpheli fındıklar ve sütler öğrencilere ücretsiz dağıtılıyordu.

Tiroid kanserinin açıklanabilen tek sebebi olan “yoğun radyoaktiviteye maruz kalma”. Bugün hem benim, hem de tedavimi üstlenen doktorumun kanaati belirleyici sebebin Çernobil patlaması olduğu yönünde. Bu bir kanaat çünkü olayın üstü adeta kapatıldı ve araştırmalara temel olacak zemin yok edildi.

Bu süreç beni öteden beri takipçisi olduğum ve duyarlı olduğum nükleer ve Çernobil konusunda bir aktivist haline de getirirken muktedirlerin siyasetini, demokrasiyi saran bu tümörü nasıl yeneceğimize dair de düşündürdü.

Günümüzde Türkiye’nin nasıl bir hesap vermezlik düzeni içinde her geçen gün nasıl sarsıldığını görüyoruz. İktidar bugün söylediğini yarın büyük bir aymazlıkla yalanlıyor. Milyonlarca insanın hayatını ilgilendiren icra kararlarını bırakın toplumu, vatandaşları, muhalefet partilerini, kendi partisi içinde dahi tartıştırtmaya gerek görmüyor. Çernobil gibi nice kötü yönetim örneğinin bedelini kaç kuşağın insanları hayatlarıyla ödedi. Bu anlayışın kılı bile kıpırdamadı. İşte aynı anlayış bugün sadece kurumlarımızı yok etmekle, tüm Cumhuriyet birikimini yerle bir etmekle kalmıyor aynı zamanda doğamızı, geleceğimizi mahvediyor, soluduğumuz temiz havayı bile bize çok görüyor, zaten bin bir sorunu olan kentlerimizi 10 yıllardır beton mezarlıklara döndürüyor. Sonra da yüzü dahi kızarmadan “İstanbul’a ihanet ettik, hala da ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” diyebiliyor. Öyle basit değil, sadece İstanbul değil ve kent adı kullanarak asıl meseleyi gözlerden kaçıramaz bu yönetim. İhanetiniz halkadır, vatandaşadır. Bunun da hesap günü gelecektir.

Bu ciddiyet ve vatana, halka sadakat düzeyindeki bir iktidar ülkenin üç ayrı ve riskli noktasına nükleer santral kurduruyor yabancı gruplara. Teknolojisini bile öğrenemediği Ruslarla Akkuyu’ya, Japon ve Fransızlarla Sinop’a ve Çin-Amerika ortaklığıyla İğneada’ya nükleer santral kuruyorlar. Batılı ülkelerin nükleer santrallerini yavaş yavaş kapatıp, yenilerini yapmayıp yenilenebilir, alternatif enerji kaynaklarına yöneldiği bir tarih kesitinde Türkiye’de bu yapılan en hafif ifadesiyle halka ihanettir.

Halka karşı sorumsuz, vizyonu kendi kişisel kaderleriyle sınırlı, bugün söylediğinin yarın tam tersini söyleyen bu siyaset anlayışı olası bir nükleer kaza sonrası “ihanet ettik, etmeye de devam ediyoruz” deyip geçecek mi?

Siyasette yolsuzluk sadece rüşvetle olmaz, kendi çıkarını vatandaşın çıkarının üstünde Siyasette yolsuzluk sadece rüşvetle olmaz, kendi çıkarını vatandaşın çıkarının üstünde tutan her eylem yolsuzluktur. Ve bu vatandaşın demokrasiye olan inanç ve güvenini tüketen, sökülüp atılması gereken bir kanserdir.

Siyaset ve demokrasinin hali hayat kalitemizi doğrudan belirliyor. Mesele siyasetçilere terk edilemeyecek kadar önemli.

Demokrasilerimizin tutulduğu bu kanseri söküp atmanın yegâne ilacı ise vatandaş sahiplenmesi, toplum baskısıdır.

Montesquie’nun şu sözü bize asıl tehlikeyi işaret ediyor “Toplumun refahı için bir oligarşide prensin tiranlığı, bir demokraside vatandaşın (siyasete) kayıtsızlığı kadar tehlikeli değildir”

Bu nedenle bizlerin vatandaşlar olarak hak ettiğimiz yönetim biçimini, 21.yüzyıla uygun olarak yenilenmiş bir demokratik düzeni, siyaseti her seviyede ve sürekli olarak talep etmemiz şart.

2014’te başlattığım uluslararası girişim Demokrasi 4.0 / Akıllı Demokrasi girişiminin çıkış noktası da bu yurttaşlık bilincidir. O nedenle “Akıllı Vatandaşlık” üzerinde de durarak, 21.yüzyılın akıllı vatandaşlarının bu yüzyıla yakışır bir demokratik düzen kurmada ellerini taşın altına koymak üzere düşünmek için çağrıda bulunuyorum.