İpek Özbey
Madem intiharı konuşmuyoruz, cinayeti konuşalım mı?
Goethe, kendisini şöhrete taşıyan ‘Genç Werther’in Acıları’nı yazdığında 1774 ilkbaharıdır. Werther genç bir hukuk stajyeridir. Nişanlı bir kadına âşık olmuştur, aşkı karşılıksızdır… Bu karşılıksız aşk, ‘Kader bu, önüne geçilemez, elveda’ diye biten bir intihar vakasına dönüşür.
İnsanoğlu kendi acısını Werther’inkiyle öyle bütünleştirir ki, o dönem bu kitabı okuyan gençler tıpkı onun gibi birer birer intihar etmeye başlar. Kitap, birkaç ülkede yasaklanır.
1974 yılında Sosyolog David Phillips intihar edici davranışların taklit edici etkisini araştırır ve bir terim ortaya atar: Werther Etkisi!
Sonrasında bu tür haberleri titizlikle ele almak gerektiği üzerinde tartışmalar başlar. Medyaya büyük iş düşmektedir, intiharı bir kaçış yolu olarak hedeflememek önemlidir.
Çalıştığımız bazı gazetelerde tanık olduk, intihar haberi yayımlamak yasaktı… Werther Etkisi korkutucu… Dikkatli olmak gerektiğine kesinlikle inanıyorum. Peki intihar salgınına sebep olmamak için, gencecik insanları hayatından vazgeçme noktasına getiren meseleleri ve kimseleri görmezden mi geleceğiz?
***
Gençlik günlerimize gidelim: Belki en deli dolu olduğumuz dönem üniversite yıllarıdır. Her riski almaya hazır olduğumuz dönemdir: Fırtınaya yelken açtığımız, yorulup yorulup düştüğümüz, aynı hızla ayağa kalktığımız…
Kuyuya inerken düşlerin ipleri kopunca “bir daha hiçbir şey düzelmeyecek” diye umutsuzluğa kapıldığımız…
Bizden gelecek tasavvuru bekleyen herkesin başardığıyla övündüğü, başaramadığını ise üstümüze yığdığı yıllar…
Bir arkadaş grubuna, bir futbol camiasına, bir ideolojiye, bir hayat görüşüne sığınmak istediğimiz yıllar…
Ve böyle bir zamanda biri/birileri sizi sıcacık anne/baba sevgisinden koparıyor, ait olmadığınız zindanlara savuruyor, meşum eller bir inanca, bir cemaate, bir tarikata, aynı düşünmediğin insanlarla aynı gayya kuyusundaki hayata teslim ediyor.
Düşün ki; bir yaşıtın pazar kahvaltısını ailesiyle sıcacık masada yapabiliyorken sen aynı inancı taşımadığın dipsiz kuyularda prangalarla uyanıyorsun… Cayıyor, gelecekten, belki de hayattan vazgeçiyorsun… Biricik hayatından gitmek, sevdiğin her şeyden kopmak, umut defterini kapatmak ne zor, ne acı!
Hangi birini konuşalım? Yaşamının belki de ilk en önemli sınavında yüksek puanla derece yapıyor, ama mülakatta saf dışı bırakılıyorsun. Sonuçlarda torpil, liyakata bir kez daha galebe çalıyor! Eğitimin için dişinden tırnağından ayıranları sevince boğamıyorsun. “Onca göz nuru yetmedi” diyor, yıkılıyorsun, ama hayalleri gerçek olanlara da hayat hakkı yok…
Gençlerimiz en zorlu bölümleri kazanıyor, ama ne gam, “eylem yaptı” diye hapse tıkılıyor… İstenmiyor, çünkü karşı çıkıyor. Halbuki o da fikrinin bir önemi olmadığını içselleştirmeli, sormamalı, sorgulamamalı, koltuğa biatla çökenlerin sözünden çıkmamalı!
***
Tam da bahtsız gençlere reva görülen işkenceye isyanımı yazıyorken babası KHK ile ihraç edilen 16 yaşındaki Bahadır Odabaşı’nın intihar haberini görüyorum ekranda!
Konuşmayacağız!
Kimsenin ölüm güzellemesi yaptığı yok. Size ‘Umudu öldürmenin’ de aslında bir cinayet olduğunu söylüyoruz.
Madem intiharı konuşturmuyorsunuz, cinayeti konuşalım mı?