Eğitimde yaşananlar hangi ideolojik hedeflere hizmet ediyor?

Öğretmenler açısından tablo hiç iyi değil. Geçtiğimiz yıllar içinde öğretmenlik mesleği itibarsızlaştırıldı, güvencesizlik yaygınlaştırıldı, öğretmen özerliği tükenme noktasına geldi. Ataması yapılmayan öğretmen sorunu ve mülakat mağduriyeti hiç olmadığı kadar geniş kitleleri etkiledi. Kamusal eğitimin tasfiyesiyle birlikte sözleşmeli, ücretli ve esnek istihdam biçimleri yaygınlaştırıldı.”

AKP döneminde özel okullar bir devlet politikası olarak teşvik edildi. 23 yıl önce özel okulların eğitim sistemi içindeki oranı yüzde 2’nin altındayken, bugün 4 kattan fazla artarak yüzde 8’in üzerine çıktı. Devlet okullarında verilen eğitimin niteliği düşürüldü, dinselleşme pratikleri artırıldı.”

img-20250411-wa0015.jpg
Evrensel Gazetesi Köşe Yazarı Erkan Aydoğanoğlu

Evrensel Gazetesi Köşe Yazarı Erkan Aydoğanoğlu ile eğitimimizi konuştuk.

Türkiye’de son yıllarda eğitim politikalarında yaşanan dönüşüm, eğitimi kamusal bir hak olmaktan çıkararak piyasacı, dini referanslı ve merkeziyetçi bir yapıya dönüştürdü. Sizce bu sürecin öğrenci, öğretmen ve toplum üzerinde nasıl etkileri oldu?

Türkiye’de son yıllarda eğitim politikalarında yaşanan dönüşümün hem öğrenciler hem öğretmenler hem de toplumun genelinde ciddi ve çok katmanlı etkiler yarattığını söyleyebiliriz. Bu dönüşüm, neoliberal politikaların ve siyasal İslamcı ideolojinin birleştiği bir zeminde, eğitimi toplumsal eşitliğin ve kamusal yararın bir aracı olmaktan çıkarıp, piyasa ihtiyaçlarına ve iktidarın ideolojik yönelimlerine göre şekillenen bir araç haline getirdi.

Özellikle emekçi sınıflardan gelen öğrenciler için eğitim artık sınıfsal konumlarını değiştirebilecek bir eşitleyici olmaktan uzaklaştı. Nitelikli eğitim giderek daha fazla özel okullarda ve paralı kurslarda sunulurken, devlet okulları kaynak yetersizliği, öğretmen eksikliği ve nitelik kaybıyla karşı karşıya kaldı. Bu durum, yoksul öğrencileri daha çok etkiledi veya düşük vasıflı iş gücü olarak piyasaya daha erken sürmekte ya da işsizliğe ve umutsuzluğa mahkûm etti. Dini referanslı müfredat ve imam hatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla birlikte, eleştirel düşünme yerine itaatkâr bireyler yetiştirmek hedeflendi. Bu da öğrencilerin bireysel özgürlük alanlarını daralttı. Ayrıca eğitimde yaşanan dinselleşme pratikleri ile birlikte laiklik ilkesine ağır bir darbe vuruldu. “Tek din tek mezhep” anlayışla yürütülen zorunlu din derslerinin yanı sıra, çok sayıda din dersi getirildi ve öğrenciler fiili olarak bu dersleri seçmeye zorlandı.

Millî Eğitim Bakanlığı tarikat ve cemaat uzantılı derneklerle, hatta ülkü ocaklarıyla iş birliği protokolü yaptı. ÇEDES gibi projeler ile dini etkinlikler sınıflara kadar indirildi. Sınıflarda gelişim çağındaki öğrencilerin gözleri önünde maket mezarlarla ağıt yakmak, Kâbe maketi etrafında hac ibadetini uygulamalı göstermek gibi pedagojik açıdan son derece sorunlu etkinlikler yapılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, ÇEDES kapsamında okullara imamlar ve “manevi danışmanlar” görevlendiriyor. 1739 sayılı Milli Eğitim Kanunu’na göre okullarda eğitim öğretim hizmetini sadece öğretmenlerin vermesi gerekirken, imamlar ve manevi danışmanlar “değerler eğitimi” adı altında düzenlenen seminerler üzerinden eğitim sisteminin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor.

Öğretmenler açısından tablo hiç iyi değil. Geçtiğimiz yıllar içinde öğretmenlik mesleği itibarsızlaştırıldı, güvencesizlik yaygınlaştırıldı, öğretmen özerliği tükenme noktasına geldi. Ataması yapılmayan öğretmen sorunu ve mülakat mağduriyeti hiç olmadığı kadar geniş kitleleri etkiledi. Kamusal eğitimin tasfiyesiyle birlikte sözleşmeli, ücretli ve esnek istihdam biçimleri yaygınlaştırıldı. Bu durum öğretmenlerin sadece ekonomik olarak değil, mesleki ve pedagojik olarak da zayıflatılmasını beraberinde getirdi. Ayrıca öğretmenlerin sendikal örgütlenmeleri, meslek onurları ve özgür düşünceleri sistematik baskılara maruz kalmıştır. Yandaş sendikaların güçlendirilmesi ve Eğitim Sen gibi iktidardan bağımsız, demokratik sendikaların hedef haline getirilmesi bu süreçle birebir bağlantılı bir durum.

Toplum açısından bakacak olursak, yaşanan dönüşüm sürecinin eğitimi bir “hak” olmaktan çıkarıp bir “ayrıcalık” haline getirdiğini söyleyebiliriz. Parası olan aileler çocuklarını özel okullara, özel derslere yönlendirebilirken, emekçi halk çocukları meslek liselerine, imam hatiplere ya da açık lise üzerinden örgün eğitimin dışına itildi. Böylece sınıfsal uçurum derinleşti ve sosyal adalet ilkesi büyük ölçüde ortadan kalktı.

Bu nedenle çözüm olarak kamusal, bilimsel, laik ve demokratik bir eğitim anlayışının benimsenmesi dışında herhangi bir çıkış yolu görünmüyor.

2024-2025 eğitim öğretim yılı itibariyle uygulanmaya başlanan yeni müfredatla birlikte laiklik, bilimsel bilgi ve eleştirel düşünme sistemli biçimde geri plana itiliyor. Bu değişikliklerin eğitim sistemi ve toplumsal gelişim açısından anlamı nedir?

Yeni müfredat açık biçimde laiklik ilkesini, bilimsel bilgiyi ve eleştirel düşünmeyi sistemin dışına iten ideolojik bir müdahale olarak karşımıza çıkıyor. 2017'de yapılan değişikliklerin daha ileri götürülmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler; iktidarın “tek din tek mezhep” anlayışına paralel olarak sadece dinsel referanslarla şekillenen toplumsal dönüşüm hedeflerinin, eğitim sistemi üzerinden kurumsallaştırılması anlamına geliyor. Oysa laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması değil, aynı zamanda farklı inançların, düşüncelerin ve yaşam biçimlerinin bir arada, eşit biçimde var olabilmesinin en önemli güvencesi. Laik bir ülkede devlet bütün inançlar karşısında eşit mesafede olmak zorunda. Bizde ise tam tersi bir durum söz konusu.

Yeni müfredat ile ders kitaplarında özellikle dini içeriklerin yoğunlaşması ve bilimsel bilginin arka plana atılmasıyla, laik ve bilimsel eğitimin önünde ciddi bir tehdit oluşturduğunu söyleyebiliriz. Yeni müfredat aynı zamanda eğitimi piyasa taleplerine göre şekillendirmeyi hedefliyor. Öğrencileri eleştirel ve yaratıcı düşünen bireyler yerine, iş gücü piyasasının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde, dar bir çerçevede yetiştirmeyi hedefliyor. Bu yaklaşım, öğrencileri sadece belirli meslek gruplarına yönlendiren bir eğitim anlayışını gündeme getirirken, toplumsal ve kültürel çeşitliliği göz ardı ediyor.

Bilimsel bilgi ve eleştirel düşünme becerileri öğrencilerin sorgulayan, düşünen, özgür bireyler olarak yetişmesini sağlar. Bu öğelerin müfredattan sistematik biçimde çıkarılması; nesnel bilgi yerine dogmatik kabullerin, akıl ve bilim yerine itaate, sadakate dayalı bir eğitim anlayışının yerleşmesini getiriyor. Bu da uzun vadede; bireylerin özgür düşünme kapasitesini daraltmayı ve otoriter yönetim anlayışını kurumsallaşmayı hedefliyor. Bu nedenle, laik, bilimsel ve kamusal bir eğitim mücadelesi sadece eğitim alanıyla sınırlı değil; aynı zamanda demokrasi, özgürlük ve toplumsal eşitlik mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası olarak görülmek zorunda.

Eğitimde fırsat eşitliği ilkesinin kâğıt üzerinde kaldığı bir dönem yaşıyoruz. Özellikle dezavantajlı gruplar ciddi engellerle karşılaşıyor. Bu eşitsizliklerin nedenleri nelerdir? Çözümü nasıl olacak?

Herkese eşit eğitim fırsatları sunmak, herkesin eğitim hakkından eşit koşullarda yararlandığı anlamına gelmiyor. Bireylerin sosyoekonomik yaşam koşulları yani sınıfsal konumları, anadili farklılıkları, ilgi ve yetenek farklılıkları, sağlık durumları onlara farklı eğitim olanakları sunulmasını gerektirebilir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitime erişimi sağlamak açısından ‘eğitimde fırsat eşitliği’ yerine, “eğitim hakkı” kavramını benimsemek daha doğrudur.

Eğitimdeki eşitsizlikler, yalnızca teknik ya da bölgesel sorunların değil; doğrudan mevcut sistemin yarattığı sınıfsal eşitsizlerin kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalist sistem, yoksul kesimleri eğitimin dışına iterek sınıfsal tahakkümünü yeniden üretmektedir. Yoksul ailelerin çocukları çoğunlukla meslek liselerine, imam hatiplere ve açık liselere yönlendirilirken; varlıklı ailelerin çocukları özel okullara, akademik liselere yönlendiriliyorlar.

AKP döneminde özel okullar bir devlet politikası olarak teşvik edildi. 23 yıl önce özel okulların eğitim sistemi içindeki oranı yüzde 2’nin altındayken, bugün 4 kattan fazla artarak yüzde 8’in üzerine çıktı. Devlet okullarında verilen eğitimin niteliği düşürüldü, dinselleşme pratikleri artırıldı.

Bütün bu yaşanan sorunlardan çıkış elbette mümkün. Laik, bilimsel ve kamusal bir eğitim anlayışı; bugün yaşanan eşitsizlikleri gidermek için sadece bir seçenek değil, aynı zamanda bir zorunluluk haline geldi. Kamusal bir anlayışla laik ve bilimsel ilkelere dayalı bir eğitim sisteminin benimsenmesi halinde her çocuğun eğitim hakkından eşit koşullarda yararlanması sağlanabilir. Ancak bunun için öncelikle mevcut eğitim politikaları ve bu politikaların dayandığı felsefenin terk edilmesi gerekiyor.

Eğitim sisteminin giderek piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendiği bir dönemdeyiz. Bu durum eğitimin kamusal bir hak ve toplumsal dönüşüm aracı olma niteliğini nasıl etkiliyor?

Eğitim sisteminin piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, eğitimin kamusal bir hak ve toplumsal bir dönüşüm aracı olma niteliğini ciddi biçimde zayıflatıyor. Bu durum, öğrencilerin çok yönlü gelişimini, eleştirel düşünme becerilerini ve toplumsal sorumluluk bilincini gölgede bırakıyor. Bugün özellikle mesleki eğitimin ortaokul düzeyine kadar indirilmesi ve MESEM (Mesleki Eğitim Merkezleri) uygulaması, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden birisi. MEB’in lise eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması ile ilgili girişimlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Ortaokul çağındaki çocukların meslek seçimine zorlanması, onları erken yaşta piyasaya uyum sağlamaya yönlendiriyor. Oysa bu yaş, öğrencinin ilgi ve yeteneklerini keşfedeceği, özgür düşüneceği, farklı alanlarda kendini deneyeceği bir dönem olmalı. Bu yaşta yapılan yönlendirme, çocukların sağlıklı gelişimi açısından sakıncalı bir durum.

MESEM uygulaması ise daha ileri bir adım olarak öğrencileri neredeyse tam zamanlı şekilde iş gücüne dahil ediyor. Haftada yalnızca bir gün okula gidip geri kalan günlerde işletmelerde çalışmaları, bu gençleri “ucuz iş gücü” olarak gören bir anlayışın sonucu. Bu modelde öğrencinin öğrenme hakkı, bilimsel bilgiye erişimi ve sosyal gelişimi büyük ölçüde geri plana atılıyor. Aynı zamanda öğrencilerin iş kazalarına, istismara ve güvencesiz koşullara açık hale geldiğini görüyoruz. Bugüne kadar MESEM’e kayıtlı 12 çocuğun, yasak olmasına rağmen ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılırken hayatını kaybetmesi nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Eğitim sisteminin piyasaya ve sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına göre göre şekillendirilmesi, bireyi yurttaş olmaktan çıkarıp sadece sistemin ya da piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bir “nesne” ya da “iş gücü” haline getiriyor. Oysa eğitimin amacı sadece iş gücü yetiştirmek değil, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, topluma katkı sunan bireyler yetiştirmek olmalı.

Eğitim sisteminde yaşanan dönüşümler, içinde bulunulan ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemin gelişim süreçlerinden ayrı ya da bağımsız değil. Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde laiklik ve laik-bilimsel eğitim mücadelesi, okulda ve toplumda yürütülen başta çocuk hakları olmak üzere temel haklar, eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Eğitim sistemi ve okullar ya tamamen egemen ideolojiye teslim edilecek ya da çocuk ve gençlerin nasıl bir eğitim alması, nasıl bir toplumda yaşaması isteniyorsa, onun için mücadele edilecektir.

Eğitim, asla tarafsız ya da nötr bir alan değildir. Ya mevcut egemen sınıfın ve onun ideolojik aygıtlarının kontrolünde, biat eden, sorgulamayan, mevcut düzene uyum sağlayan bireyler yetiştirmek için kullanılacak ya da halktan, emekten, özgürlükten yana bir yaşamı kurmak için mücadele edenlerin ellerinde dönüşümün aracı olacaktır.

Eğitim, aynı zamanda başka bir toplumun, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar için en güçlü mücadele alanlarından biridir. Eğer çocuklarımızın özgür düşünen, bilimle barışık, eşitlik ve adalet duygusuyla yetişmelerini istiyorsak; onları yalnızca sınavlara değil hayata hazırlamak istiyorsak, bu ancak örgütlü mücadele ile mümkün. Bu mücadele, öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin, velilerin ve öğrencilerin ortak çabasıyla yürütülmek zorunda. Kamusal, bilimsel ve laik bir eğitim hakkı için verilen her mücadele; aynı zamanda daha eşit, daha demokratik bir toplumun temellerini atmak anlamına geliyor. Bu noktada yapılacak tercihler ülkenin geleceğinin hangi yönde olacağında konusunda da temel belirleyicilerden birisi olacak.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahin Aybek Arşivi

“Önce eğitimciler eğitilmelidir!”

21 Nisan 2025 Pazartesi 05:00