
Şahin Aybek
Aşk: Onda bende (esir) olmak…
Şiirlere, şarkılara, romanlara kısacası yaşamın her alanına ve anına değen aşk bazen bir bakışta başlar, bazen zamanla demlenir.
Şairler onu yeryüzünün en büyük yangını ilan ederken, filozoflar insan ruhunun en karmaşık hâli olarak tanımlar. Ne zaman ki yürek aklın sınırlarını aşar, işte o zaman aşk doğar.
Mevlana'ya göre aşk, “Öyle bir kimyadır ki o ancak can madeninde bulunur.” Aşk, varlığın en esaslı en sırlı sebebidir.
Aşk canânın eşiğini cânınla süpürmektir. Candan vazgeçiştir.
Platon, aşkı “ruhun bir zamanlar gördüğü güzelliği hatırlaması” olarak tanımlar. Ona göre aşk, ideal olana, görünmeyen mükemmele duyulan özlemdir. Bu yüzden maşukun yüzünün kıvrımlarında, bir sesin titreşiminde, aslında kendi ruhumuzun eksik parçasını ararız. Çünkü, “aşık olmak, bir eksikliği fark etmektir.”
Fuzûlî ise aşkı bir “derd-i mesut” olarak görür. Der ki: ”Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip”. Yaradan gelen derdin bile şifadan kıymetli olduğu hâl. Bu söz, aşkın sadece bir his değil, varoluşun ta kendisi olduğunun ifadesidir. Çünkü yarası iyileşen âşık amacını ve varlık sebebini yitirir.
Fuzuli gibi aşkı mânada değil maddede arayan Schopenhauer şöyle seslenir: “Aşk, türün devamı için doğanın bireye oynadığı bir oyundur.” Onda aşk, romantizmin değil biyolojik zorunluluğun gereğidir.
Nazım Hikmet ise aşka hem devrimci bir inançla hem de derin bir hasretle yaklaşır:
“En güzel deniz: henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız.”
Belki de aşk, henüz yaşanmamış olana inanmaktır. İşte bu sebeple insan, her aşkta bir umutla yeniden başlar.
Aşk, bekleyiştir, yan yana olmasa da Turgut Uyar’ın şairaneliğiyle aynı gökyüzüne bakmaktır.
Bir kelimeye, bir bakışa, bir suskuya, bir yarım kalmışlığa anlam yüklemektir.
Karacaoğlan’ın : Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim. Dizesindeki sahiplenme ve kıskançlık,
“Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yok reh-i aşkında fenâdan gayrı”haykırışındaki çaresiz beklentisizlik
Nedim’in: Güllü dibâ giydin amma korkarım âzâr eder
Nazeninim sâye-i hâr-ı gûl-i diba seni
(Ey sevgili, sen üstünde gül resmi olan ipekten bir elbise giydin. Giydin ama o elbisenin üstündeki gülün dikeninin gölgesi seni incitecek, senin tenine zarar verecek diye korkuyorum.) dizesindeki gibi sevgiliyi her şeyden koruma refleksi,
Cemal Süreya’nın yüreğinden dökülen aşk ise öylesine yıkıcı ve öylesine derindir ki, uğrunda her şeyini vermiş bir adamın “Daha nen olayım, onursuzunum işte” dediği, insan ruhunun en kırılgan yanıdır. Aynı Süreya:
“Seni sevmenin binbir türlü hali var,
En güzeli, seni sevmenin sonsuzluğudur.”
diyerek aşkı, her anın içinde kaybolmayı, her zaman yeniden doğmak olarak görür.
Tanpınar’da ise :
“Aşk, öyle bir şeydir ki,
Zamanla yaşanır ama, hiçbir zaman kaybolmaz.”
Aşk, ne yalnızca duygudur ne de yalnız düşünce. O, duygunun düşünceyi, düşüncenin duyguyu sorgulaması ve hepsinden sıyrılıp “O’nda bende (Köle ,esir)olma” halidir. Aklın hükmüyle başlar belki, ama kalbin hükmüyle yön bulur.
Aşk, tam teslimiyet ister öyle bir teslimiyet ki kişinin kendi varlığından sıyrılıp onda fenaya ulaşması.
Aşk hem yanmak hem de bu ateşin serin bir gölge hissi vermesi
Ve belki de asıl aşk, bir başkasının gözlerinde kendini yeniden bulmak değil, o gözlerde kaybolmayı göze almaktır.
Aşığın kendinden geçip o olması, pervanenin ateşe yanma çırpınışları, aşığın çilesi , maşuğun nazı…
Sonuçta, aşkı ne bir tanım ne de tek bir dize anlatabilir. Aşk kainatın yaradılış sebebi. Hem günahların hem sevapların faili,
Hülasa “Aşk imiş her ne var âlemde,
İlm bir kıyl ü kâl imiş”
Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin…