Aytun Aktan
Seyircinizi Nasıl Alırdınız?
Bu köşede buluşanlarımız birbirimizi tanımasak da aynı salonların havasını solumuş, o büyülü sahneyi koltuklarımızdan seyretmişizdir. Peki çoğumuzun şikayetçi olduğu şu ‘malum seyirci grubu’ yani ötekiler kim? Seyir keyfinin büyü bozguncuları kimi zaman kendimiz de olabilir miyiz? Bu aslında değişen tüketim alışkanlıklarımızla ilgili olarak global bir sorun olabilir mi? Yurt içi ve yurt dışındaki çok sayıdaki seyir tecrübelerimden ve tiyatro hafiyesi dostlarım arasındaki mini anketimden yola çıkarak sahne sanatları seyircisine ait notlar paylaşmak boynumun borcu oldu.
Topluluk halinde yapılan her faaliyetin yazılı olan ve olmayan kuralları vardır aslında. Bir futbol maçında tezahürat yapmak kadar normal bir şey yokken tenis maçında neredeyse öksürmek bile yasaktır. Ve bu kuralların hepsini o topluluğa girmeden bilmeyebilirsiniz. Ama zaman ilerledikçe, gözlemlerle kendiniz de o kuralların uygulayıcısı ve takipçisi oluverirsiniz.
Konuya artık başlasam hiç fena olmayacak değil mi? Doktor olmamın önlenemez deformasyonuyla önce doğru tanı, sonra etkenlerin ortadan kaldırılması ve akılcı tedavi ile sorunları iyileştirmekten yanayım.
Şöyle düşünüyorum; bir gurup seyirci bir oyunu seyrettikten sonra benim burada ne işim var deyip, seyrettikleri ya da dinlediklerinden hoşlanmayarak kendini ortamdan ampute edecektir. Yani bu tarz etkinlik alanlarının kendi habitatları olmadığı kararına varıp bir daha gelmeyeceklerdir. Bunlarla işimiz kolay. Bir gurup ise şuursuzca gelmeye devam edecek, kanser hücreleri gibi invazyonlarını yapıp, başka seyircileri hasta edecektir. Bu gurup tedaviye dirençli olanlar. Esas hedefim yaptığının ne kadar rahatsız edici olduğunu fark etmemiş, değişime hazır çoğunluk.
LONDRA’DAKİ BİR TİYATRO SALONU, OYUN SIRASINDA TELEFONU İLE İLGİLENİP SEYİRCİ VE OYUNCULARI RAHATSIZ EDEN KİŞİLERİN ÜZERLERİNE LAZER IŞIĞI TUTARAK UTANDIRACAKLARINI AÇIKLAMIŞTI.
Tartışmasız ‘seyir ve sinir bozucu’ olarak ilk sırada cep telefonları var. Hayatımızda pek çok şeyi kolaylaştıran cep telefonları salon ışıkları kapandıktan sonra ortamı nasıl bir fener alayına dönüştürüyor anlatamam. Oysa seyirci olarak istiyoruz ki temsil başladıktan sonra oyuncuları sadece sahnenin ışıkları aydınlatsın. Örneğin 2016 yılında İngiltere’nin başkenti Londra’daki bir tiyatro salonu, oyun sırasında telefonu ile ilgilenip seyirci ve oyuncuları rahatsız eden kişilerin üzerlerine lazer ışığı tutarak utandıracaklarını açıklamıştı. Bu yöntem o dönemde Çin’in başkenti Pekin’deki Ulusal Tiyatro’da ve Şangay kentindeki Büyük Tiyatro’da yaygın olarak kullanılmaktaydı. Oyun Atölyesi’de bir dönem mücadelesini bu yolla yapsa da amacı ‘utandırmak’ olan bu yöntem bizde pek çalışmadı. Galiba telefon ışığının tek olumlu katkısı olarak rastladığım bilgi; 2014 yılında Çukurova Üniversitesi’nin Tiyatro Kolu tarafından hazırlanan 'Deliler Evi' adlı oyunun sahnelenmesi sırasında elektrik kesildiği için izleyicilerin cep telefonlarından yansıyan ışıklar ile oyuna devam edilmiş olmasıdır.
Temsil öncesi telefonların kapatılması ve kayıt alınmaması ile ilgili tülü uyarı yollarının denenmesine karşın direne direne küçük düşen bir kitle var. Israrla o anı orada olmaktan öteye taşıyan, hafızasına güvenmeyip anlamadığı yerleri herhalde sonra evde izleyerek anlamaya gayret gösterecek bu gurupla ‘süne zararlısı mücadelesi’ vermek gerekiyor. Yoğun eğitimle bu gurubun etkisiz hale getirilmesi salonlarda seyirci huzurunu ve barışını sağlayacaktır diye düşünüyorum. Zira seyirciler olarak münferit uyarılarımız en fazla yanımızdaki ve ön koltuğumuzdakileri durdurabilmekte elimiz daha uzak koltuklara yetişememekte.
ACABA HER SALONA BİR JAMMER KAMPANYASI BU SORUNU KISA SÜRELİ ÇÖZER Mİ?
Telefonu çalan, telaşla onu kapatmaya çalışırken tüm çantasını boşaltan, sesi kısıp titreşim uyarısını açık bıraktığı için içten kıpraşan, patır çatır yere düşen, telefonunu açıp oyunda olduğunu söyleyen, konuşmaya devam eden ya da salondan çıkarak konuşmasını tamamlayıp, koltuğuna geri dönen… bunların hepsi oyun devam ederken oluyor, inanılmaz değil mi? Bu ne ki ikaz edildikten sonra özür ya da geri adım beklerken arsızca cevaplar verip, eylemine kaldığı yerden devam edenlerin sayısı da epey fazla. Acaba her salona bir jammer kampanyası bu sorunu kısa süreli çözer mi?
Bu rahatsız ediciliğin sahnedeki sanatçı için olan boyutu da çok büyük aslında. Vereceğim birkaç örnekten çok daha fazlası bilin ki kulislerde konuşuluyor. Geçmişte Ferhan Şensoy’un oyunu kesip cep telefonu çalan seyirciyi azarlaması, Fazıl Say’ın piyanosunun başından kalkıp telefonu çalan seyirciden özür beklemesi, Samsun’da tek kişilik oyun sırasında Selçuk Yöntem’in seyirciyi yuhalaması kayıtlara girmiş sanatçı tepkileri.
Sosyal medyanın ayağımıza dolandığı yer gene salonlar, çünkü bir gurup için ne seyrettiği değil nerede etiketlendiği önemli. Kendine cehennem azabı çektirmek pahasına o koltuklarda otururlarken bizlere de kabir azabı yaşatıyorlar. Anlık çekimlerin de ötesine geçen emek hırsızları, tüm oyunu kayıt altına alarak büyük ahlaksızlığa da imza atabiliyorlar. Örneğin bu sezon Kumbaracı 50’de bir seyircinin 'Biraz Eksik Yaz Gecesi Biraz Fazla Rüyası' adlı oyunda ayakkabılarını çıkarıp koltuğunun altına yerleştirdiği tripodla oyunu canlı yayınlama hadsizliği birinci perse sonunda ancak durdurulabildi. Bu seyirci bir daha hiçbir salona sokulmasa yeridir.
Çantasında hışırtılı malzeme arayanlar, elindeki plastik su şişesini sıkarak sinir bozucu sesler çıkartanlar; YAPMAYIN. Yeme alışkanlığı sinema salonlarında gideri olabilen ama canlı performanslarda seyirciyi ve sanatçıları fena halde rahatsız eden bir davranış.
Ayrıca salon ışıkları kapandıktan sonra yanınızdakilerle küsmeniz şart. Çünkü orası konuşma, fısıldaşma yeri değil. Bir zahmet perde arasına ya da oyunun sonuna kadar sabrediniz. Fısıltı sandığınız her konuşma aslında kocaman bir dikkat dağıtıcı.
Soğan-sarımsak gibi besinler yiyene lezzetli gelebilir ama koklayan için durum hiç de öyle değil. Yan koltuğunuzdaki seyirci sizin aldığınız keyfi almaz. Tiyatroya ya da konsere gelmeden bunları yemeseniz daha iyi olur da hadi yediniz o zaman bir ağız gargarası, diş fırçalama ya da nane şekeri durumu kurtarabilir. Ya da terlemiş olabilirsiniz, minnoş bir deodorant herkesi mutlu edebilir. Tiyatro oyunlarında en az koku duyusuna hitap edilir, inanın seyirci katkısına bu noktada hiç ihtiyaç yok.
Uyuyakalan seyirci çok sorun değildir ama horluyorsa lütfen dürtün. Eğer uzun süre sessizce uyuyorsa da dürtün. Zira tarihte oyunun kötülüğünden değil ama vadenin dolmasından başına kötü şeyler gelen seyirciler oldu.
Temsile gelmeden önce oyun hakkında bilgilenmek hem eserden alacağınız zevki arttırır hem de oyun sırasında boşa düşmenizi engeller. Mesela eğer oyunun dinamiğinde interaktif bir reji yoksa yani seyircinin direkt katılımı hedeflenmemişse sahnede olan bitene cevap vermezsiniz. Aklıma gelmişken size bu yılki opera festivalinde salonun akustiğinin kötü olması dolayısıyla bir seyircinin oturduğu koltuğundan temsilin akışı devam ederken sahneye ‘sesini duymuyorum’ diye bağırdığını söylesem. Akıl tutulması. Bu seyirciye ne ceza verilmeli sizce?
Diyelim oyunu beğenmediniz, salonu kafanıza göre istediğiniz dakikada terk edemesiniz. Yani nezaketen terk etmemelisiniz yoksa fiziksel olarak bir engel yok tabi. Bir de temsil başlama saatinden önce fuaye alanında olup, oyun başlama uyarılarını dikkate alarak salondaki yerinizi ışıklar kararmadan alsanız çok şık olmaz mı? Eğer geç kaldıysanız içeri girmek için ısrar etmeyiniz ama diyelim o konuda görevlileri yıldırdınız ve başarılı oldunuz bu kez de satın aldığınız koltukta oturmak için direnmeyiniz. Öyle anlarda çok iyi insanlar da olsanız önceden yerini almış ve esere konsantre olmuş seyirci için aşırı antipatik görünüyorsunuz.
VE AYAKTA ALKIŞLAMAK… AH BU AYAKTA ALKIŞLAMAK…
Kılık kıyafet konusunu geride bırakalı çok oldu. Ben gençken operaya, tiyatroya, konsere en temiz, en güzel kıyafetlerimizle gider, öz bakımımıza özen gösterirdik. ‘Ankara seyircisi’ diye bir tanım vardı. Orada sosyalleşir, öğrenir, kültürel paylaşımlarla mest olurduk. Cebimizdeki sınırlı parayla bilet alırdık, çoğu zaman da paramız yetmezdi ama devlet kurumları öğrencileri kapıdan asla geri çevirmezdi. Bekler ve boş koltuklara otururduk. Bilin bakalım en boş koltuklar nerede olurdu? Salonun en güzel yerinde. Çünkü protokole ayrılan yerlere davetiyeli insanlar çoğu zaman teşrif etmezlerdi.
Davetiye konusuna güzel bir bağlantı kurdum hemen buradan devam edeyim bari. Galalar, prömiyerler ya da farklı özel gösterimler dışında davetiye talebini doğru bulmuyorum. Zar zor ayakta duran tiyatrolarımız ve sanatçılarımızın kazancı bilet satışlarından gelen gelirin bir kısmıyla sağlanırken onun boğazından geçecek lokmaya ortak olmak ne kadar doğru olur? Diyelim ki siz talep etmediniz ama size davetiye geldi, o zaman önerim şu; eğer o gösterime gidemeyecekseniz mutlaka başkasının seyretmesini sağlayacak çabayı gösterin, gidebiliyorsanız bir bilet de siz satın alın ve ‘askıda bilet’ uygulaması ile bir öğrencinin de o salonda olmasını sağlayın. Ben bilet bulamadığım oyunlar için davetiye talep ettiysem sonraki temsillerden birine mutlaka bilet alıp hediye ediyorum mesela.
Şirketlerin etkinlik olarak aldığı toplu biletlerle bedel ödemeden ve nereye geldiğinin bile farkında olmayan seyirci en sorunlu seyircidir. Şirketlere önerim kurum içi eğitimlerinde bu başlığa da yer açıp ‘nasıl seyredilir, nasıl dinlenir’ konusunda kısa bir brifing yapmaları. Her yaşta öğrenecek çok şeyimiz var.
Alkış konusu da başka bir sorun. Tiyatrodan çok konser, opera ve bale için alkışlamanın neredeyse orkestranın sayfa çevirdiği her ana indiği bir yere geldik. Alkış bir beğenidir evet ama gene de adabı vardır. Mesela klasik müzik konserlerinde bölüm aralarında sadece öksürmek, kıpırdanmak için kısacık bir anınız vardır ve ALKIŞLANMAZ! Eserin bitiminde dilediğiniz kadar, elleriniz patlayana kadar alkışlayınız, bravo diye bağırınız bu sanatçılar için de çok değerlidir. Örneğin Fazıl Say program notlarına alkış anlarını da belirterek, konuyu bilmeyen seyirciye nazik bir hatırlatma yapıyor. Operada neredeyse her solo arya sonrası, balede her solo dans ardına denk gelen alkışlar eseri dinlenemez hale getiriyor. Ve ayakta alkışlamak. Ah bu ayakta alkışlamak. Diyorum ki kendime ya yıllarca ben çok kötü işler seyretmiş ya da sanatçıların hakkını yemişim. Şimdi en kötüsünden en iyisine hiç ayrılmaksızın herkes ayakta alkışta.
Bana ‘ne olur şu seyirci sorunu yaz’ diyen bütün dostlara selam olsun. Fazlası yok eksiği var bu dertleşmenin hepimize katkısı olur dilerim. Seyircisi olmadan devam edemeyecek sahne sanatlarının hepsi için daha yetişmiş, adap bilen bir seyirci hayaliyle bu haftayı bitirirken hocaların hocası Muhsin Ertuğrul’un tiyatro adabı adlı broşüründen birkaç maddeyi paylaşmak isterim. Zamanla her şey değişiyor, Muhsin Hoca bugünleri görse şu liste ne kadar uzardı acaba? İyi haftalar hepimize.
- Tiyatro eğlence yeri değil, büyüklerin mektebidir.
- Tiyatroya mümkün mertebe temiz giyinilip gidilir ve gürültüsüzce bir mevkiye oturulur.
- Perdenin açılacağını ihbar eden işaretten sonra perde kapanıncaya kadar artık bir kelime konuşulmadan yalnız eser dinlenir. Bir milletin bilgi ve anlayış seviyesi, sanat eserlerine ve sanatkarların gösterdiği alaka ile ölçülür.
- Tiyatroda sigara içmek doğru değildir. Fakat mecburiyetse perde aralarında içilir.
- Perde aralarındaki istirahat müddetleri evvelce tayin ve ilan edilmiştir. Sabırsızlanmak bu müddeti kısaltmaz.
- Islık çalmak ve ayakları yere vurarak alkışlamak, takdir etmek değildir.