Aytun Aktan
Herkes kocama benziyor; Kadın şiddetine bir başkaldırı
Kadına şiddet, kadın cinayetleri ülkemizde hiç azalmadan devam ediyor. Kadın cinayetlerinin politik olduğunu biliyoruz, buna ikna olduk, ikna edildik. Her kadının çığlığı, ölümü sonrası faillere verilen ‘tahrik ya da iyi hal indirimleri’ bize pes dedirtti ama onları pes ettirmedi. Siyasi, politik, hukuksal alanlar kadar sokaklarda da ‘cinsiyet eşitliği’ üzerinden taleplerimizi hep dile getiriyoruz. İstanbul Sözleşmesi’inden çıkma kararını alan erkek politikacıların ağırlaşan bedelleri kadınlara ödetmekten yana vicdanlarında en ufak rahatsızlık olmaması da şaşırtıcı değil. Bu konuda sesimizi duyurabileceğimiz en önemli alanlardan biri de elbette ki sanat. Bu meseleyi kendine dert edinmiş çok sayıdaki tiyatro oyunu içinden Pınar Güntürkün’ün başrolünü üstlendiği ‘Herkes Kocama Benziyor’ bu hafta bizimle.
İlk haliyle 25 dakikalık kısa bir oyun olan ‘Herkes Kocama Benziyor’, Kadıköy Emek Tiyatrosu yapımı olarak 2020 Ağustos’ta başladı. Oyunun yönetmeni ve dramaturgu Hakan Emre Ünal ‘Ayten’ karakterinin kendini anlatacak daha çok hikayesi olduğuna ve oyunun uzamaya ihtiyaç duyduğuna karar verince yazar ve yönetmen yardımcısı Alis Çalışkan ile birlikte çalışarak oyunu şimdiki şekline dönüştürüyorlar.
Pandemi koşullarıyla beraber anlatacak hikayeleri biriken ama ekonomik gücü tersine yönde azalan tiyatro işçileri için düşük bütçeli, tek kişilik anlatı tiyatroları can simidi oldu. Çok sayıda tek kişilik oyun bu süreçte birçok ödülün adayı ya da kazananıydı. Ama maalesef azımsanmayacak sayıda oyun da seyircisini bıktırdı, tekrara düştü ya da başarısızdı. Kimi zaman metnin omurgasındaki yetersizlikler buna sebep olurken, bazen reji hataları ya da oyuncunun performans yetersizlikleri hayal kırkılıklarının sebebi oldu. Bugün bu işi iyi yapan ‘Herkes Kocama Benziyor’ oyununu okuyacağınıza göre 24. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödüllerinde “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülünü Pınar Güntürkün’ün aldığını not düşeyim. Oyun ayrıca 2022 yılı Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nde ‘Tek Kişilik Performans’ ödülüne de layık görüldü. Az önce bahsi geçen ekonomik sebepler dışında, prova kolaylığı da önemli bir etkendi. Zira pandemi sırasında kalabalık ekiplerle çalışmak çok da iyi fikir olmadı. Birçok sanat çalışanı da maalesef daha sonrasında önlenebilir bir hastalığa dönen corona yüzünden hayatlarını kaybetti.
Yaşadığımız çağın ve toplumun meseleleri sanat içeriklerini belirlemede çok öncelikli. Göçlerin yarattığı insana dair hikayeler, iklim krizinin nihayet görünür olması, bitmeyen kadın cinayetleri yeni metinlerde çok sık karşımıza çıkıyor. Ayten karakterinin bize anlattıkları bir çoğumuzun defalarca Türk filmlerinde seyrettiği ya da 3. sayfa gazete haberi olarak okuyup geçtiği bir yerde. Peki ki nasıl oluyor da bu bildik hikâye 70 dakika boyunca seyircinin ilgilisini oyuncunun üzerinden kaydırmıyor? Üstelik tiyatronun büyücüsü dediğim ne ışığı ne kostümü ne dekoru var. Bir çift sarı lastik çizme, bir sandalye, bir süpürge hepsi bu. Seyirciler yerlerine yerleşirken karşılıyor Ayten misafirlerini. Onlarla tanışıyor, kendini tanıtıyor. Bu interaktif başlangıç seyirciyi hazırlıksız yakalıyor.
Kim bu Ayten? Pavyonda tuvalet temizleyen bir kadın, bir anne. Sesi çok güzel, türkü söylemeye tutkun. Ama sadece kendi istediğinde. Onu çocuklarıyla yarı yolda bırakıp giden, şiddet düşkünü kocasının zorladığı anlarda asla. Anlattıklarını dinlerken seyirci bazen kahkahalarını esirgemiyor ama hikayesi öyle iç acıtıcı ki ardından güldüğüne pişman edecek bir tokadı atıveriyor, göz yaşlarının sınırından seyircisini tekrar alıp ilerliyor hikayesinde. Lineer bir akış yok metinde bir pavyonda, bir temizliğe gittiği evde ya da o malum gecede buzlu camı olan kapının arkasında Ayten. O camın ardı asla sıradanlaşamayacak şiddet evreninin temsilcisi.
Ön kabullerimizde ‘kötü kader’ dediğimiz bunca kadının uğradığı fiziksel şiddet baştan yenilgiye kodluyor seyirciyi. Yani ‘kadın oyunları’ sadece var olanı gösterip sinir uçlarımızı duyarsızlaştırmak yerine umut vermeli, bu şiddet sarmalından çıkış ihtimallerini sunmalı seyircisine. Sadece ağlatarak, baş sallatarak ve en sonunda tiyatro salonundan ayrılırken işte hep o bildik tondan iç çektirmemeli. Birbirini tekrarlayan o kadar çok işin arasında bu oyunun kendini diğerlerinden sıyıran taraflarından biri Ayten’in adının olması. Onun umudunun, mücadelesinin olması ve bir adam üzerinden tanımlanmaktansa kendi varlığıyla hayatta tekrar vücut bulması. Babayı öldürmeden birey olamayan erkek çocukları gibi kocayı öldürmeden kadın olamayanların dünyası. Ama Ayten mecazda değil gerçekten bir adamı öldürerek var oluyor. Zorbalığıyla kocasına benzeyen başka erkeği, buzlu camı olan kapının arkasında öldürüyor. Çünkü her yer kocasına benzeyen adamlarla dolu. Çocukluğundaki evi, kendi evi, temizliğe gittiği evler… Şiddet mağdurundan katil olmaya varan bu yol elbette ki umutlu çıkış yolu değil. Yazar Alis Çalışkan da belli ki bu meseleleri kendine dert edinmişlerden. Ayten karakterini bir ipin üstünde yürütürken bu ayrımı çok iyi bir yerden ele alıyor. Akışta oyuncuya da seyircisine de nefes alacak alanlar yaratmış. Ritmi, tartımı dengeli bir oyun çıkmış karşımıza.
Oyuncu Pınar Güntürkün öyle bir Ayten oluyor ki ömrü boyu bu rolü beklemiş sanırsınız. Eski sezondan hala devam eden ‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’ oyunundaki performansı ile de aklıma yazdığım oyuncu, Ayten’i bir tip olmaktan karakter olmaya tüm samimiyetiyle taşıyor. Türküler oyuncunun hayatında hep olmuş, İç Anadolu’yu iyi bilmenin avantajlarını da birleştirince Ayten ete kemiğe bürünmüş seyircisiyle sohbet ediyor. Onun yaşadıklarını dinlerken kader kurbanı olmaktan kendini çıkartan anlatım dili ona acımak değil onun yurdu olmayı hissettirtiyor kalplerde.
Mekânın pavyon tuvaleti seçilmesi de içinde barındırdığı anlamlarıyla etkileyici. Bir erkek dünyasından çıkıyor kadının var oluş hikayesi. Pavyon bir kadının isteyerek çalışacağı bir iş yeri değil. Çoğu kez birileri tarafından zorla ya da birilerinden kaçarken ‘iş’ olan bir mekân. Erkeklerin çözüldüğü kimi zaman en zayıf hallerine döndükleri yer. Oyun içinde pavyonda hayatına devam eden diğer kadınların da hikayelerini duymak anlatımı zenginleştiriyor.
Bavuluna sığacak ya da gittiği yerde kolayca bulunabilecek malzemelerle kurulan bu sahne ile Pınar Güntürkün her yere turne yapabilir. Tiyatro sahnesi bile gerekmeden bir bakmışsınız açık havada, bir parkta sizinle. Evet hep İstanbul oyunlarını yazıyorum, hafızanızda küçük bir parantez açıyorum. Böylece İstanbul dışı okurlarımız ya buraya geldiklerinde ya da oyunlar sizlerin yaşadığı yere turne yaptığında fırsat bulup iyileşmek için sanata sahip çıkın diye.
Geçmişte yazdığım bir yazımdan alıntılayarak bu haftayı siz okurlarımı biraz rahatsız ederek kapatıyorum. ‘‘Eşitsizlik önlenebilir, gereksiz ve adil olmayan bir durumdur. Bunun genetik, fizyolojik ya da biyolojik bir üstünlük olarak erkekler tarafından kullanılabilecek bir yanı aslında yoktur. Biyolojik olarak ayrılmış cinsiyetin, toplumsal cinsiyet ayrımına nasıl dönüştüğünü görmek için mahremiyet kavramını anlamak gerekir. Bu mahremiyetin merkezine kadın konulduktan sonra yanına namus ve aile kavramları da konularak kadını eve kapatmak oldukça kolay olmuştur. Kadınların mal, köle gibi algılanmasına karşılık erkeklerin lider, savaşçı, kahraman konumunda olmaları saygın ve güçlü (!) olan erkeğin kadına şiddetini doğal bir hak olarak yaşamasına neden olmuştur. Kadına şiddetin aile içinde fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel olabileceği gibi, silahlı çatışma veya savaşlarda sistemik tecavüz, cinsel kölelik, gebeliğe zorlama, gözaltında taciz ve tecavüz, siyasal yaşama kadınların katılmasının önlenmesi, töre cinayetleri, kızlık zarı muayenesi, zorla evlendirme, kadın intiharları, işyeri-sokakta cinsel taciz, kız bebek gebeliklerinin sonlandırılması, kız çocuklarının ihmali de şiddetin başka boyutlarıdır. Kadınların neredeyse üçte biri uğradıkları şiddetin kendilerinin davranışları nedeniyle olduğunu belirtmiştir. Şiddete sessiz kalmak, kabullenmek oldukça yaygın bir davranıştır. Şiddetin ardından fiziksel hasarlar, depresyon, yetersiz beslenme, sosyal izolasyon, travma sonrası stres bozukluk, güvenli olmayan cinsel ilişki nedeniyle gebelik, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, intihara eğilim sık görülen bozukluklardır. Kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanmaları, gebelik sırasında gördüğü şiddetle bebek ve anne hayatını tehdit eden komplikasyonların oluşması, sağlıksız koşullarda yapılmak istenen düşükler ve cinsel yolla geçen birçok hastalık nedeniyle ömür boyu tedaviye ihtiyaç duyacak hale gelmeleri şiddetin dile getirilmeyen sağlık sorunlarıdır.’’