Kadri Gürsel
İktidarın “ikinci adamı” Ali Erbaş ne istiyor?
İktidar, ülkenin meselelerine çözüm bulma kapasitesini yitirdiği ve çözüldüğü nispette dine sığındı; Erdoğan’ın erimeye başlayan kemik tabanına bu bakımdan sunabildiği en büyük “hizmet” İslamcı söylem ve eylemler oldu. İktidar Türkiye’yi sevk ve idare edemediği için dinselliğe abanır ve ülke laiklikten böylece her gün biraz daha uzaklaşırken, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın siyasi hayattaki süratli yükselişine tanık oluyoruz.
İktidarın siyaseti hızla dinselleşiyor, devletin din işleri teşkilatı da buna paralel olarak tarihte görülmemiş nispette siyasallaşıyor. Dev bütçeli teşkilatın başındaki kişi de iktidar siyasetinin önde gelen bir uygulayıcısına dönüşüyor. “Önde gelen” dedik madem, Erbaş’n yerini hassasiyetle tespit edelim: Bugünün ucube iktidar konjonktüründe Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “Erdoğanizma sistemi”nin “ikinci adamı” haline getirilmiştir.
Ali Erbaş, Türkiye’nin görsel hafızasında kalıcı bir yer edindi, tarihe geçti. Önce 24 Temmuz 2020’de, müzeden camiye çevrilen Ayasofya’nın minberinde hutbe okurken elinde kılıçla verdiği fotoğraf yüzünden... Sonra da 1 Eylül’de, anayasasında “laik ve demokratik” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde ilk kez, “Adli yıl dualarla açıldı” şeklindeki başlıkların atılmasına neden olan siyasi eylemin sahne düzeni dolayısıyla.
O üç kişilik koreografinin hukuk, demokrasi ve bu ikisinin olmazsa olmazı laikliğin düşürüldüğü hal açısından sembolizmi çok güçlüydü. Merkezde, kendi adıyla anılan sistemin açık ara en güçlü kişisi olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan duruyordu; onun solunda, dua eden ve ettiren Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ve nihayet sağ tarafta üstünde cüppesi varken duaya eşlik eden Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca yer alıyorlardı.
Ritüel düzeyinde de olsa yargı bağımsızlığına saygı gösterme lüzumunu hissetmeyen siyasi iktidarın baş kişisi, sağ tarafına Yargıtay Başkanı’nı alarak yargının iktidara bağlı olduğu mesajını güçlü biçimde veriyordu. Yargı bağımsızlığının olmadığı bir Türkiye’de hukuk, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi çağdaşlığın klasik değerlerinin hiçbiri güvence altında olamazdı.
Adli yılın açılışı münasebetiyle düzenlenen tören sırasında Cumhurbaşkanı’nın sağ yanında yargı bağımsızlığı çiğnenirken, sol yanında da laiklik ilkesi ayaklar altına alınıyordu.
Bakınız, laik devlet birilerinin tevatür ettiği gibi “bütün inançlara eşit mesafede duran devlet” falan değildir; laik devletin dinle ilişkisi “duruş mesafesi” ile tarif edilemez. Laiklik, devletin herhangi bir dininin olmamasını icap ettirir. Devlet törenlerinin içerik ve düzeni de bu duruma uygun olmalıdır. İktidar ise anayasada “Devletin dini İslam’dır” diye yazıyormuş gibi davranarak bir fiili durum yaratıyor.
Muhalefet de iktidarın eline kendisini muhafazakâr tabana “din karşıtı” gibi göstermesi için koz vermemek amacıyla bu fiili durumu reel siyaset anlayışı doğrultusunda geçiştiriyor, görmezden geliyor.
Diğer taraftan muhalefetin laikliğe sahip çıkmak için iktidarın provokasyonlarını beklemek gibi bir mecburiyeti de yok. Laikliğin, Türkiye gibi kültürü, inançları, etnik ve toplumsal yapısı hala büyük çeşitlilikler arz eden bir ülkede iç barışın, istikrarın en büyük sigortası, eşit vatandaşlığın, insani gelişme ve kalkınmanın başlıca teminatı olduğunu tekrarla söylemenin güncel gerekçesi iktidarın laiklik karşıtı eylemleri tarafından yaratılmak zorunda değil. Türkiye geçmiş cumhuriyet döneminde İslam ülkelerinden olumlu ayrışabilmişse bunu sorunlu da olsa laikliğine borçludur.
Ali Erbaş’tan samimi ikrar
Muhalefetin 1 Eylül’deki dualı adli yıl açılışı karşısında sessiz kalmayı yeğleyerek iktidarın beklentilerini yine boşa çıkarması, iktidarın “yükselen yıldızı” Ali Erbaş’ı durdurmaya yetmedi. Beş gün sonra Ali Erbaş, dualı açılışa muhalefetten büyük tepkiler gelmiş de bunun karşısında sessiz kalamazmış gibi konuştu; konuşurken, adalet ve yargının kendince dine göre düzenlenmesini, velhasıl laikliğin her yönüyle ortadan kaldırılmasını istediğini şu ifadelerle ikrar etti:
“Önderler olarak boş alan bırakmamamız lazım. Adaletsiz İslam olur mu? İnanç, sokakta olmasın insanın içinde olsun, evine, ticaretine, siyasetine, adaletine yargısına yansımasın. Görüyorsunuz ortalığı ayağa kaldırıyorlar.”
Fevkalade kaygı verici bir totaliter zihin dünyasının ağızından dökülmüş cümleler bunlar...
“Diyanet İşleri Başkanlığı” makamında oturan kişi, “boş alan bırakmamak”tan bahsediyorsa, bunun anlamı açık, toplumsal ve kamusal hayatı ilgilendiren bütün alanların dine göre düzenlenmesi, seküler hayatın mümkün olan en dar sahaya, gettolara hapsedilmesi...
Mesela, iktidarın ana akım medyayı ortadan kaldırarak tüm medya endüstrisine el koymasına rağmen ülkeyi yönetmekteki başarısızlığının geniş yığınlar tarafından algılanmasının önüne geçememesinin sonucunda şimdi sosyal medyayı da susturmanın hazırlığında olmasına dinsel kılıf uydurmak da işte bu, “boş alan bırakmama” anlayışının ürünü.
İktidarın amacı sosyal medyanın haber alma ve ifade özgürlüğü haklarının kullanıldığı bir mecra olmasını önlemek iken Ali Erbaş’ın planlanan yasal düzenlemeyi “dinin fert ve toplum düzleminde hedeflediği ahlaki ilke, değer ve erdemlerden uzaklaşılmasını önlemek” diye ifade ettiği sözde gerekçeyle desteklemesi, dinin siyasete alet edilmesinin çarpıcı örneği.
Ali Erbaş’ın “Adaletsiz İslam olur mu?” şeklindeki cümlesi, ilk bakışta masumane bir ifade olduğu izlenimini uyandırabilir ama “devlet İslamı”nın bir numaralı kişisi, “laik devlet”in yargısını “İslam’a ait olması gereken bir adalet kurumu” olarak görüyorsa, bu son derece sorunlu. Başka türlü düşünmek imkânsız çünkü söz konusu ifadenin dile getirilmesine neden olan bağlam, adli yıl açılışı.
Yoksa, elbette ki her dinin bir adalet anlayışı var, fakat laik devlet yargının inanca göre tanzim edilmesini reddeder.
İnanç kişinin evine, ticaretine, siyasetine yansıyabilir, mamafih adalet ve yargı bir inanca göre tarif edilmeye başlandığı zaman nesnel hukuk kriterlerinin yerini şeriat alır.
“Erdoğanizma sistemi”nin ikinci adamı Ali Erbaş şeriat istiyor.