Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Sinyalizasyon & Döner Kapı “Kimsenin devlet ve siyaseti kullanarak zengin olmasına izin vermeyeceğiz..!”

Bu laf, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın.. Partisinin grup toplantısında konuşuyor, “Benim memurum işini bilir lafını hafızalardan sileceğiz” diyor. Tarih, 16 Mart 2005..

Geçtiğimiz hafta, Ankara-Konya treni, karşıdan gelen lokomotifle kafa-kafaya çarpışıyor. Dokuz kişi ölüyor, çok sayıda yaralı var. Bu, 2004’den bugüne sekizinci tren kazası.. Başlangıçta, herkesin aklında aynı soru var: ‘Sinyalizasyona rağmen, bu kaza nasıl olabilir?’ Hiç kimse, bu hatta sinyalizasyon olmayabileceğini düşünmüyor. Sonra anlaşılıyor ki Yüksek Hızlı Tren, banliyö trenleri ve Ankara’ya gelen, giden veya transit geçen yoğun bir demiryolu trafiğinin olduğu hatta sinyalizasyon yok..!

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı, kırık Türkçesiyle, kamuoyunu aydınlatıyor: “Sinyalizasyon sistemi demiryolu işletmeciliği için olmazsa olmaz bir sistem değil.. [S]inyalizasyon olmadığı için bu kaza oldu gibi değerlendirmeler yapanlar doğru değerlendirmeler yapmıyor” diyor.

Halbuki, aynı raylar üzerinde yüksek hızla giden trenlerin çarpışmalarını önlemek için sinyalizasyon mutlak gerekli.. Mekanik sinyalizasyon, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, 1860’lardan beri var. Sirkeci-Halkalı banliyö hattından başlayarak, 1950’lerden itibaren elektro-mekanik sistemler yaygınlaşıyor. Bugün bilgisayar destekli dijital sistemler var.

Yani, Bakan’ın sinyalizasyonla ilgili söyledikleri külliyen gerçek dışı.. Ama, Türkiye gerçeğini anlatıyor—anlayana..!

Demokrat Parti, 1950’lerde Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmaya, her mahallede bir ‘milyoner’ yaratmaya soyunuyor. On yılda büyük mesafe (!) alıyorlar, her alanda.. Demokrat Parti misyonunu, 12 Mart ve 12 Eylül askeri yönetimleri devralıyor. 1980’lerin ekonomiden sorumlu ‘Tonton’ başbakan yardımcısı, önce başbakan, sonra da ‘Prezidan’ oluyor. Sözde parlamenter sistem var, ama elbette “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz”. Düşük profilli bir başbakan bulunuyor, fiilen Amerikan tipi ‘başkanlık’ sistemine geçiliyor.

Dönemin devlet yönetimine hakim ‘ahlak’ anlayışı, Prezidan’ın “Benim memurum işini bilir” düsturunda saklı.. Yap-işlet-devret gibi, devlet garantisi gibi pratik buluşları var. Bulabildiği ‘her şeyi’ özelleştirme adı altında satıyor ve bugünlere kadar gelen mümtaz (!) geleneği başlatıyor.. Bir de ‘döner kapı’ var ki ülkenin parlak (!) geleceğine damgasını vuruyor..

Döner kapı—revolving door—Amerikan tipi (!) yönetimin en belirgin özelliklerinden biri.. Kamu sektörü ve özel sektörde ‘üst düzey’ görevlerde olanların, sektörler arasında ‘geçiş’ yapma alışkanlıklarını (!) tarif etmek için kullanılıyor. Bu tür geçişler, ‘devlet’ gücüyle, ‘paranın’ gücünü birleştirip, hukuksuzluk kara delikleri yaratıyorlar.

Kamu görevlisi, devlet gücünü kullanıyor, kamu kaynağını kontrol ediyor. Şartnameleri hazırlıyor, ihale bedellerini belirliyor, bedel ‘artışlarını’ onaylıyor, geçici ve kesin kabulleri, hakedişleri, teminatları, ‘cezaları’ karara bağlıyor. Mevzuat ve mevzuat değişiklikleri, vergiler, tahsisler, kurlar, teşvikler, garantiler, ihracat ve ithalat kotaları, izinler vs, hepsini ‘idare’ belirliyor.. Mevzuat, bazen birkaç günlüğüne değiştirilebiliyor. Şartnamelerdeki bazı ayrıntılar belli (!) adresleri işaret edebiliyor.. Bazı sektörler ve bazı ‘kişiler’ diğerlerinden daha fazla teşvik edilebiliyor. İhale ve kabul süreçlerinde daha anlayışlı (!) olunabiliyor.

Kamu görevlisi, üst düzey görevde ne kadar uzun süre kalırsa, özel sektördeki çevresi (!) de o kadar genişliyor. Kamudan ayrıldığında, özel sektör minnettarlığını çok çeşitli şekillerde gösterebiliyor. ‘İşe almak’ bunlardan biri.. İşte buna döner kapıdan karşıya geçiş deniyor. Kapının bir de bu tarafa geçişi var elbette—özel sektörden devlete geçiş. O zaman eski patronlarını, iş arkadaşlarını—ve devletle olan işlerini—göz ardı etmek kolay değil.. İçinden geldiği sektöre küçük (!) yardımlar kaçınılmaz oluyor. Tamamen duygusal nedenlerle elbette..

Döner kapı (!) süreçleri, her zaman olmasa da, çoğu zaman kamunun aleyhine işliyor.

Döner kapıdan geçişler arttıkça, kişilerin tutum ve davranışları şartlanıyor, karar verme özgürlükleri azalıyor, özel ve kişisel çıkarlar öne çıkıyor, kamu yararı ikinci plana atılıyor. Demokrasilerde, bağımsız yargı, özgür basın, güçlü sivil toplum, bilinçli vatandaşlar, etkin meclisler, ‘döner kapı’ düzenlerindeki yozlaşmayı en aza indirebiliyorlar. Ama yürütmenin denetlenemediği, ‘aşiret’ gibi yönetilen ülkelerde kazın ayağı öyle değil..

Bolu Dağı Tüneli 1992 yılında, ‘iş bitirici’ Prezidan döneminde ihale ediliyor, inşaat 1993 yılında başlıyor. Ancak 1994 yılına gelindiğinde, tünel tasarımının, zeminin jeo-mekanik özelliklerini dikkate almadığı anlaşılıyor, inşaat durduruluyor. ‘Yeni ve güvenli’ bir projenin geliştirilmesi iki yıl alıyor ve 1996’da inşaata tekrar başlanıyor. Üç yıl sonra yaşanan Düzce depreminde tünellerde göçükler meydana geliyor. Hasar o kadar büyük ki, tüneller o halde bırakılıyor, yeni bir güzergah belirleniyor ve inşaat sil baştan başlıyor. Elbette bütün bunların bir bedeli var—büyükçe bir bedel.. Bolu Dağı Tüneli sonunda 2007 yılında hizmete açılıyor.

Meclis’te, 2010 yılında ‘Deprem Riskinin Araştırılarak Deprem Yönetiminde Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi’ amacıyla bir komisyon kuruluyor. Komisyon diğer ilgililer yanında Türkiye Cumhuriyeti Karayolları (TCK) Genel Müdürü’nü de dinliyor. (O zamanlar isminin başında hala ‘Türkiye Cumhuriyeti’ var.) Müdür Bey, Bolu Dağı Tüneli inşaatından önce sismik araştırma yapılmadığını söylüyor, ki bu bir sır değil.. Ama ilave ediyor: “Fay hattı yolu kesebilir [ama] bizim önceliğimiz ulaşımın sağlanması. Önemli olan yapıların depreme dayanıklı olması..” diyor. ‘Sismik araştırma yapılmasa da olur’ demeye getiriyor.

Yıllar sonra, Türkiye, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen, ‘deve mi, kuş mu’ belirsiz bir rejime geçiyor. Bu arada, Bolu Dağı Tüneli’nin TCK genel müdürü, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı olarak atanıyor. Ve, 13 Aralık 2018 sabahı Marşandiz istasyonunda insanlar ölüyorlar. Bakana göre, ‘Sinyalizasyon olmadığı için bu kaza oldu’ diyenler ‘doğru bir değerlendirme’ yapmıyorlar-mış.. Yani, güvenli inşaat için sismik araştırma şart olmadığı gibi, güvenli demiryolu trafiği için de sinyalizasyon şart değil.. Yerseniz..!

İşte Bolu Dağı Tüneli’nin ibretlik hikayesiyle, bu akıl almaz tren kazasını birbirine bağlayan, bu kafa yapısı.. Menderes’e, Demirel’e, Özal’a uzanan verdimse-ben-verdim kültürü kanun, kural tanımıyor. Sorumsuz, hesap vermez, dokunulmaz.. Liyakat yerine, sadece sadakat ve teslimiyet arıyor. Ne pahasına olursa olsun..! Bu arada döner kapılar takılmadan dönüyor..

Bakan Bey, 1985 yılından 2015 yılına kadar Karayolları’nda çalışıyor. Son on yılında Genel Müdür.. Karayolları’nda 1950’den bugüne 68 yılda 34 genel müdür görev yapmış, ortalama görev süresi 2 yıl. Bakan Bey’inki on yıl.. Olağanüstü bir başarı..! Başka bir örneği yok.

2015 yılında, önce Bakanlar Kurulu kararıyla görevden alınıyor, Cumhurbaşkanlığı danışmanı yapılıyor. Ama bir ay sonra Cumhurbaşkanı tarafından Danıştay üyeliğine atanıyor.

Danıştay, idari yargı alanındaki en yüksek mahkeme. İlk derece mahkemesi sıfatıyla, idarenin işlemlerine karşı açılacak iptal davaları ile kamu hizmetleri ile ilgili idari davaları karara bağlıyor. Yani Müdür Bey, özel sektörle kamu arasında—bu arada kendisinin de taraf olduğu—olası davaları, anlaşmazlıkları karara bağlama konumuna geçiyor—atamayla..

Her nedense Danıştay’da ancak dokuz ay kalıyor, Temmuz 2016’da özel sektöre transfer oluyor. Kuzey Marmara Otoyolu inşaat ihalesini alan konsorsiyuma CEO oluyor..! CEO, tam yetkili Genel Müdür demek.. Bir Danıştay üyesinin, daha odasının yolunu ancak öğrenmişken görevinden ayrılıp, özel sektörde ‘maaşlı’ CEO olması elbette sıradışı—belki de tek örnek..

Danıştay üyeliği 12 yıl.. Yaş haddine—2025 yılına—kadar göreve devam edebilecek olan Müdür Bey çok cazip (!) bir teklif almış olmalı.. Teklifi yapanlar çok hatırlı kişiler ki, kendisini atayan Cumhurbaşkanı da, “Kardeşim, seni daha yeni yüksek yargıya üye atadım, onuru bütün sülalene yeter. Daha ne istiyorsun?” demiyor, onay veriyor, yerine de—İstanbul Büyükşehir Belediyesinden—bir başkasını atıyor. Demokrasilerde çareler tükenmez..!

Bu akıllara seza döner kapı geçişlerinin doğru okuması, Bakan Bey’in, uğruna Danıştay üyeliğinden vazgeçtiği inşaat firmalarının gurur—ve ilham—verici geçmişlerinde..

Her iki firma sahibi de, iktidardaki partinin son on beş yıldaki icraatıyla özdeşleşmiş, isimleri toplumun hafızasına ve Türk siyasi tarihine—pek olumlu olmasa da—kazınmış kişiler.. Yurt içinde de, dışarıda da, çok sayıda ihaleler almışlar, hazine garantili (!) ulaşım ve alt yapı projeleri üstlenmişler.. Hepsinin de altından başarıyla kalkmışlar, Sayın Cumhurbaşkanı’nın yüksek takdirlerine mazhar olmuşlar. Bugün de, İstanbul Havaalanı, Kuzey Marmara Otoyolu, Çanakkale Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santralı gibi dev projeleri yürütüyorlar.

Derken, CEO Bey, Temmuz 2018’de, birden bire yuvaya (!) dönüyor, tekrar ‘kamuya’ geçiş yapıyor. Ve, daha dün, millete a..sından z..sine hizmeti kendilerine şiar edinmiş bu müstesna iş adamlarının maaşlı çalışanı olan CEO, en yatırımcı (!) bakanlığa Bakan oluyor.

Ne var bunda..? Hiçbir şey yok, laf olsun torba dolsun..

Filmi geri sarıyoruz, 14 Ocak 2015.. ‘17 Aralık’ ve ‘25 Aralık’ soruşturma dosyaları ‘takipsizlik’ kararıyla kapatılmış, Meclis Soruşturma Komisyonu, dört bakanı itinayla aklamış.. Ama, bakanların Yüce Divan’a gönderilmesini istediği bilinen Başbakan Davutoğlu, eşek arısı kovanına çomak sokuyor, ‘Kamuda Şeffaflık’ paketini açıklıyor:

“Biz ateşten bir gömlek giyiyoruz. Kamu Görevlileri Etik Kurulu kanununu çıkardık. … Her şey açık ve şeffaf olacak.. 2531’le ilgili düzenlemeler, kamudan ayrılacak görevlilerin iş alamaması, iş takipçiliği yapamaması sağlanacak. Önemli bir kamu görevi yürütüyorsunuz. Üst düzey bürokrat bir başka işe giriyor, orayla [kamudaki kurumuyla] sonra, ticari kimliği ile ilişki kurmaya, ihale almaya başlıyor. ... [H]er şey Sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlık döneminde şeffaf bir hale dönüştü, biz de bunu devam ettirmekte kararlıyız”. (Alkışlar..)

Ama, rivayet odur ki, ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ bu olan bitenden pek de hoşnut değil.. İki gün sonra ‘ekibi’ sarayda topluyor, kulaklarını çekiyor, “Bu tür düzenlemelerin zamanlaması ve içeriği çok önemli. … Böyle giderse [Hükümet ‘etik’ yasasını çıkartırsa] görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız. [Aynen böyle] … Bu tip şeyler açıklanmadan önce, birlikte, bir istişare yapılması yararlı olur. Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık arasında istişare ve danışma mekanizması yeterince işletilmiyor” diyor. Aslında, yerden göğe kadar haklı..!

Rahatsızlığın temelinde, Davutoğlu’nun ‘2531’ dediği ‘Kamu Görevinden Ayrılanların Yapamayacakları İşler Hakkında Kanun’ var. 12 Eylül askeri yönetiminin yaptığı bazı ‘doğru’ işler arasında bu da var. ‘Genel bütçeye dahil daire, kurum ve kuruluşlarda aylık, ücret veya ödenek almak suretiyle görev yapmış olanların [kamu görevlileri ve bürokratların], görevden ayrıldıkları tarihten başlayarak üç yıl süreyle, o kurum ve kuruluştaki görev ve faaliyet alanlarıyla ilgili konularda doğrudan veya dolaylı olarak görev ve iş almalarını yasaklıyor..

Davutoğlu’nun temel zafiyeti, ‘meziyet’ sandığı mutlak sadakat ve teslimiyeti.. Ama, şeffaflık ve ‘etik’ davranış konusunda samimi ve kararlı.. Bir hafta sonra Bakanların aklandığı (!) Meclis Genel Kurulu’na da katılmıyor. Dananın kuyruğu orada kopuyor, seçim telaşı atlatıldıktan sonra da ilk fırsatta bileti kesiliyor.. Davutoğlu, Mayıs 2016’da “Zaferle çıkılmış bir seçim sonrası karşınıza çıkmak [istifa etmek] benim arzum değildi” deyip, bırakıyor.

“Biz kalıcı erdemlerin peşindeyiz” falan da diyor ama, devir o devir değil..!

Davutoğlu da bunu çok iyi biliyor. “Biz ateşten bir gömlek giyiyoruz” dediği o..! Yerine hemen, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım başbakan ve parti genel başkanı olarak atanıyor. O sırada Danıştay üyesi olan Müdür Bey de, bir ay sonra, özel sektöre CEO oluyor—tam da otuz yıldır yürüttüğü ‘görev ve faaliyet alanıyla ilgili’ sektörde..

Herşey gözlerimizin önünde oluyor.. Bindiğimiz tren hızla, arkası arkasına kırmızı uyarı ışıklarından geçiyor.. Marşandiz’deki kaza, bir sinyalizasyon uyarısı, belki ilahi bir uyarı..

‘Kaza’ kaderimiz değil. Bir şeyler yapmalıyız—yapabiliriz..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi