Şahin Aybek
Eğitim sistemimiz iyi yönetilmiyor
“Milli Eğitim Bakanlığı’nın geleneğinde uzmana karşı bir alerji vardır. Ya da son günlerde çok sık ifade edildiği gibi liyakat aranmıyor. Halka değil, kendilerini atayan yöneticilere yaranmaya çalışırlar. Bir gecede bir öğretmenin genel müdür olması Milli Eğitim Bakanlığı’nda çok alışılmış bir durumdur.”
“Bizim ülkemizde hekim olmayan Sağlık Bakanı, hukukçu olmayan Adalet Bakanı olamaz. Neden Milli Eğitim Bakanları eğitimci olmuyor? 1980 öncesi dönemde olduğu gibi toplumu kamplaştırmak ve biri birine düşman etmek mi istiyorlar? Biz yaşımız itibarı ile bu filmi daha önce gördük, filmin sonunu biliyoruz ve uyarıyoruz, yapmayın diyoruz.”
Dün öğretmenler günü idi. Böylesine önemli bir günde eğitimcilere verilebilecek en büyük ödül eğitimin gerçeklerini konuşmaktır. Bu nedenle bugün Başkent Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Burhanettin Dönmez ile eğitim yöneticisi ve öğretmen yetiştirme konusunu konuştuk.
Burhanettin Hocam siz eğitim yönetimi alanında çalışan bir akademisyensiniz, üniversitede ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzeyde yöneticilik görevlerinde bulunmuş deneyimli bir insansınız, ülkemizde eğitim yönetimi alanındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de eğitim bilimleri alanı uzun yıllardan beri eğitimin çeşitli alanlarına uzman eleman yetiştirme çabası içindedir. Bu bağlamda 1927 yılında eğitim denetmenlerinin yetiştirilmesi amacı ile Gazi Terbiye’nin açılması, 1965 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim (Bilimleri) Fakültesi’nin kurulması ülkemiz için önemli köşe taşlarıdır. Bu güne kadar eğitim yönetimi alanında yapılanlara baktığımızda akademik anlamda önemli gelişmeler olmuştur: Bir çok üniversitede Eğitim Yönetimi Anabilim Dalları kurulmuş, lisansüstü programlar açılmış, alana özgü akademik dergiler çıkarılmış, çok sayıda makale ve kitap yayınlanmış, Eğitim Yöneticileri ve Deneticileri Derneği (EYEDDER) gibi meslek örgütleri kurulmuştur. Bizim akademisyenlerimiz gelişmiş ülkelerdeki meslektaşları ile ortak çalışmalar yapmaktadırlar. Son yıllarda alanda gerek nitelik, gerekse nicelik açısından yayınlardaki artış dikkati çekmektedir. Kısaca eğitim yönetimi alanı açısından akademik olarak iyi bir durumda olduğumuzu söyleyebiliriz.
Peki hocam akademik anlamda iyi bir durumda olduğumuzu söylüyorsunuz, bunun eğitime yansıması olmuyor mu ya da neden olmuyor zira siz de biliyorsunuz ki, eğitim sistemimiz iyi yönetilmiyor, ne dersiniz?
Haklısınız, iyi yönetiliyor demeyi çok isterdim fakat diyemiyorum çünkü iyi yönetilmiyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın geleneğinde uzmana karşı bir alerji vardır. Ya da son günlerde çok sık ifade edildiği gibi liyakat aranmıyor. Bunu söylerken sadece bugün için söylemiyorum, geçmişte de ben bildim bileli hiç bir iktidar Milli Eğitim Bakanlığı’nda liyakati yeterince önemsememiştir. Atamalı uzmanlık sistemi, asansör sistemi gibi kavramlar bu durumu anlatmak için kullanılmıştır. Yetersiz yöneticiler uzmanla çalışmak istemezler, uzmanlar doğruyu söylerler, politik davranan yöneticiler doğruyu değil durumu kurtaracak, kendi işine yarayacak öneriler isterler. Halka değil, kendilerini atayan yöneticilere yaranmaya çalışırlar. Çünkü geldikleri makama liyakate göre gelmemişlerdir. Bir gecede bir öğretmenin genel müdür olması Milli Eğitim Bakanlığı’nda çok alışılmış bir durumdur. Gerçek uzmanların bu koşullarda çalışması çok zordur. Nitekim zaman zaman görev verilen, alandan gelen eğitim bilimci akademisyenler istifa ederek ayrılmaktadırlar. Son yıllarda görev verilen akademisyenlerin çoğu zaten eğitimci de değildir. Okulu, öğretmeni, öğrenciyi tanımayan insanlar her düzeyde eğitim yöneticisi olarak atanabilmektedirler. Tipik az gelişmiş ülke davranışı.
Burhanettin hocam, ilginç bir noktaya değindiniz. Bizim ülkemizde hekim olmayan Sağlık Bakanı, hukukçu olmayan Adalet Bakanı olamaz. Neden Milli Eğitim Bakanları eğitimci olmuyor, eğitim yöneticiliği bir uzmanlık alanı olarak görülmediği için mi?
Şahin bey, kısaca eğitime gereken değer verilmediği için diyebilirim. Öğretmen yetiştirmede durum farklı mı? Neredeyse Tıp Fakülteleri dışında bütün fakülteler öğrencilerine pedagojik formasyon veriyor ve her üniversite mezunu kendisini öğretmen sanıyor. Bu da YÖK’ün son uygulamalarından biri, iki yıl önce isteyen herkes seçmeli ders olarak pedagojik formasyon alabilir dedi. Allah aşkına herkesin yapabildiği bir iş meslek olur mu? Herkes öğretmenlik yapabilir mi? Bu kadar ihtiyaç var mı? Biz bu kadar zengin miyiz? Bakın bu ayrı bir konu ve önemli bir konu, ben buradan farklı bir yere varmak istiyorum. Eğer isteyen herkes öğretmen olabilecekse, herkes eğitim yöneticisi de olabilecek demektir. Nitekim oluyor da. Ben Bakanın eğitimci olup olmamasına çok takılmıyorum, olsa tabii ki çok iyi olur fakat bu makamlar biliyorsunuz politik makamlar, MEB’de ya da başka bakanlıklarda kimler bakan olmadı ki. Önemli olan bürokratlar; genel müdüründen okul müdürüne kadar doğrudan eğitimle iç içe olan insanlar daha önemli. Unutmayın ki eğitim hizmeti okulda üretilir. Bu açıdan baktığımızda da maalesef gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiştir. 1926 yılında çıkarılan Maarif Teşkilatına Dair Kanun ”meslekte asıl olan muallimliktir” diyor. Daha sonra 1973 yılında çıkarılan Milli Eğitim Temel Kanunu “öğretmenlik devletin eğitim öğretim ve bunla ilgili yönetim görevlerini üstlenen bir ihtisas mesleğidir” diyor. Diyor ama öğretmenlerin eğitim bilimlerinin çeşitli alanlarında ihtisas yapmaları istenmiyor. Son günlerde Bakanlık adeta bilim karşıtı bir pozisyon aldı. Öğretmenlerin bilim yuvası olan üniversitelerle ilişiğini kesmek için yoğun bir çaba içine girdi. Yeterlik ve liyakat yerine kıdem ödüllendiriliyor. Düşünebiliyor musunuz, kıdeme göre verilen başöğretmenlik öğretmene 2 derece kazandırırken, doktora bir derece kazandırıyor. Neden? Öğretmenler doktora yapmasınlar, bilimden uzak dursunlar diye. Belki bu söylediklerim bazıları tarafından çok sert eleştiriler olarak değerlendirilebilir fakat yeni çıkarılan Öğretmenlik Meslek Kanunu’na bakacak olursanız lisansüstü eğitime hiç değinilmediğini, pirim verilmediğini görürsünüz. Bu nedenle söylediklerimde çok haklı olduğum açık.
Peki hocam bütün suç Milli Eğitim Bakanlığı’nın mı, üniversitelerin hiç suçu yok mu? Ne dersiniz?
Çok yerinde bir soru, bu soruyu sormasanız belki konuyu egosantrik bir bakış açısı ile değerlendirdiğim, ocakçılık yaptığım düşünülebilirdi. Her şeyden önce ben bir sosyal bilimciyim ve sosyal olaylar tek bir nedene bağlı olarak açıklanamazlar. Şüphesiz üniversitelerin de, eğitim bilimcilerin de bu noktaya gelmemizde önemli bir payı vardır. Fakat eğitim sistemi bir bütündür ve eğitim kurumları arasında koordinasyonu sağlamak Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevidir. Hatta isterse Milli Eğitim Bakanı YÖK’e başkanlık da yapabilir. Yasa bunun için müsaittir. Söylemek istediğim şey şu, üniversiteler; eğitim fakülteleri, öğretim üyeleri bugüne kadar hiçbir bakanın talebini geri çevirmemiştir. Bizim kültürümüzde Devlete, Bakanlık makamına saygı vardır. Fakat talebin Bakanlıktan gelmesi, Bakanlığın ne istediğini bilmesi gerekir. Bakanlık zaman zaman çeşitli etkinlikler için üniversitelerden talepte bulunuyor fakat bu talepler genellikle adamına göre oluyor. Bakın yeni yasa ile Milli Eğitim Akademisi tekrar kuruldu. Yasa bu akademide öğretim üyelerinin de görevlendirileceğini söylüyor. Bakacağız göreceğiz kimler neden görevlendiriliyor, ne tür kriterler aranıyor. Orada kadrolu kemikleşmiş bir yapı oluşturmak, sabit bir kadro kurmak yerine neden bütün üniversitelerdeki öğretim üyelerinden yararlanmaktan vazgeçiyorlar, sizce bunun makul bir açıklaması var mı? Yarın iktidar değiştiğinde ne olacak, yine 1980 öncesi dönemde olduğu gibi toplumu kamplaştırmak ve biri birine düşman etmek mi istiyorlar? Biz yaşımız itibarı ile bu filmi daha önce gördük, filmin sonunu biliyoruz ve uyarıyoruz, yapmayın diyoruz.
Hocam üniversitelerin hiç suçu yok mu dedim siz yine Bakanlığı suçladınız, gerçekten üniversiteler üzerine düşen her şeyi yapıyor mu?
Şahin bey sözü biraz uzattım farkındayım ama ben de tam oraya gelmek üzereydim. Şöyle ki, üniversiteler; eğitim fakülteleri dolayısı ile öğretim üyelerinin bir kısmı alandan kopuk. Az sayıda hem alanı bilen, öğretmenlik yapmış, alanda yöneticilik yapmış akademisyenler olmakla birlikte, epeyce bir kısmı salt akademik çalışmalarla uğraşıyor. Yapılan çalışmalar alana ulaşmıyor, uygulamaya yansımıyor. Ulaşmaktan kastım üniversiteden uzak kalan öğretmenler ve yöneticiler bilimsel çalışmaları okuyup anlayabilecek bir yetkinlikte değiller. Uygulamalara bilim değil günlük siyaset yol gösteriyor. Yapılan bilimsel çalışmalar da “sanat sanat içindir” der gibi sadece akademisyenlerin anlayabileceği bir dille ve ayrıntılı istatistik teknikler kullanılarak yapılıyor. Çünkü akademik dergiler bu tür makaleler istiyor. Akademisyenler puan toplamak için yayın yapıyor. Ülkenin bir bilim politikası yok. Üniversiteler doğrudan eğitim sisteminin sorunlarını önceleyen çalışmalar yapmıyorlar. Yapılan bu türden az sayıdaki çalışmadan da Bakanlık yararlanmıyor, bu tür çalışmaları talep etmiyor, teşvik etmiyor. Kısaca biri birimizden haberimiz yok ve kaynakları kötü kullanıyoruz. UNESCO bir yayınında az gelişmiş ülke önceliklerini belirleyemeyen ülkedir diyor. Bu tanım bize çok uyuyor. Varlık içinde yokluk çekiyoruz. Bizim öncelikle öğretmen ve yönetici yetiştirme işini gerçekçi ve uygulanabilir bir sisteme kavuşturmamız gerekir.
Burhanettin hocam, yeni Öğretmenlik Meslek Kanunu bu dediğiniz konuları; öğretmen ve yönetici yetiştirme işini bir sisteme kavuşturmadı mı? Kanunun amaçlarından biri de bu değil miydi?
Evet maalesef ikinci defa çıkarılan kanun da kapsayıcı değil ve çözdüklerinden daha fazla sorun yaratacağa benziyor. Büyük bir olasılıkla yine Anayasa mahkemesine gidecek. Bir bakanlık hiç mi uzmanına sormaz, konunun ilgililerine sormaz, bu nasıl bir yönetim anlayışıdır. Maalesef Bakanlıkta Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi bir kaht-ı rical (yetişmiş insan yokluğu sorunu) yaşanmaktadır. Biliyor musunuz daha çok insan emekliliklerinde de kadro imkânlarından yararlanabilsinler diye iki yılını dolduran yöneticiler görevlerinden alınıp, yerlerine yenileri atanıyor. Bu artık Bakanlıkta rutin haline gelen bir uygulama. Atanan kişinin ya da görevden alınan kişinin yeterliklerinin hiçbir önemi yok. Bu aynı iktidar döneminde oluyor. Ayrıca, her bakan değişikliğinde Bakanlığın yönetici kadrosu yeniden değişiyor. Görevden alınanlar hiçbir iş yapmadan “havuz” olarak tabir edilen eski yöneticilerin oturduğu ayrı bir binaya/depoya gönderiliyor. Onlar da bunu yadırgamıyor ve şikayetçi olmuyor, dava da açmıyorlar. Böyle mi yönetici yetiştirecekler. Akademinin yasada yer alan amacı ile uygulamanın örtüşmeyeceği çok açık. Akademinin daha nitelikli öğretmen ve yönetici yetiştirme amacına hizmet edeceğine inanmak çok zor. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Başka bir deyişle yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır!
Bakanlığın görevi hizmet içi eğitim yapmaktır. Hizmet öncesi eğitim üniversitelerin görevidir. Kendi işini doğru dürüst yapma yerine üniversitelerin verdiği eğitimi, harcanan zamanı, verilen emeği, parayı yok saymak, sonra da tasarruf tedbirleri genelgesi yayımlamak nasıl bir mantığın ürünüdür anlamak mümkün değil.
Bugüne kadar bir istihdam politikası ve projeksiyonu ortaya koyamayan Bakanlık, çok sayıda gencin önünü görmesini engellemekte ve mutsuzluklarına neden olmaktadır. Yetmiyormuş gibi üniversite mezunlarının hayata atılmalarını iki yıl daha erteleyecek, bütçeye yeni yük getirecek böyle bir uygulama sürdürülebilir değildir. Bu bir sistem kurmak değil, devlet eliyle kaos yaratmaktır. Gençlerin öğretmenlik mesleğine yönelmelerini engellemektir. Kendilerini “atanamayan öğretmen” olarak adlandıran yüzbinlerce insana gözdağı vermektir. Akademi adı altında mobing uygulamaktır. Devlete ve Bakanlığa olan güveni sarsmaktır. Akademi demekle akademi olmaz. Bal demekle ağız tatlanmaz. Akademi özerklik gerektirir, bilimsellik gerektirir. Hizmet içi eğitim dairesini genel müdürlük yaptılar, hizmet içi eğitim enstitüsü kurdular yetmedi şimdi akademi diyorlar. Adının ne olduğunun bir önemi yok, eskilerin deyişi ile zarf değil mazruf önemlidir. Anlaşılan amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Burhanettin hocam son olarak ne söylemek istersiniz?
Eğitimin her kademesinde çalışmış 40 yılı aşkın deneyimi olan bir eğitimci ve yönetici olarak benim tavsiyem bir an önce bu akademi sevdasından ve mülakat ısrarından vazgeçmeleridir. Zararın neresinden dönersek kârdır. Yapılması gereken MEB, YÖK ve üniversiteler arasında işbirliğini ve koordinasyonu sağlamak, niteliği artırmak ve öğretmenliğe kaynaklık eden fakültelere girişte daha sıkı bir denetim uygulamaktır.
Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...