Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Kültür Mirası & Kimlik Siyaseti: "Millet Camimiz savaş uçaklarıyla bombalandı..."

 İstanbul Yıldız’daki Hamidiye (Yıldız) Camii, Padişah II. Abdülhamit tarafından inşa ettirilmiş ve 1886 yılında ibadete açılmış bir cami.. Mimarı, başmimar Sarkis Balyan.. İnşaatta saray mimarlarından Dikran Kalfa (Cüberyan)’nın da emeği var.

Belirli bir mimari üslubu tam yansıtmayan, tek kubbeli, tek minareli bu cami, özgün üslubu, zarif bezemesiyle, şirin ama aynı zamanda heybetli bir yapıda.. Taç kapılarıyla bir saray camii olmaya da yakışıyor.

Döneminin çok farklı olaylarını yansıtan Hamidiye Camii’nin siyasi, kültürel, diplomatik ve uluslararası ilişkiler tarihimizde özel bir yeri var. Sadece cami değil, günlerce gezilecek, incelenebilecek, tekrar tekrar ziyaret edilebilecek bir müze gibi.

  • Abdülhamit 1877 yılında—Osmanlı-Rus Savaşının başlamasıyla—Yıldız Sarayı’na yerleşir, ama çok vesveseli ve herşeyden korkan bir yapısı olduğundan saraydan dışarı adım atamaz. (Bu yüzden, ömrü boyunca Boğaz’ın ötesine, Üsküdar’a bile geçmemiştir.) Cuma Selamlıkları mutlak yapılması gereken ‘saltanat’ ritüeli olduğundan, her hafta birkaç kilometre ötedeki camilere bile gitmekten çekinen Abdülhamit, Yıldız Sarayına birkaç yüz metre mesafede bu camiyi yaptırmış ve saltanatı boyunca Selamlıklar bu camide yapılmıştır.

1905 yılında Daşnak Ermenileri tarafından düzenlenen bomba-araçlı suikast de burada gerçekleşmiştir. Abdülhamit’i kurtaran, Şeyhülislam’la konuşmasının uzamasından kaynaklanan bir-iki dakikalık gecikmedir. (Bu törenlerde ‘zamana’ verilen önem, dakiklik dikkat çekici..) Cami de bu patlamada zarar görmüştür. (Suikastçilerden biri daha sonra affedilerek, Saray adına casusluk yapmak üzere Avrupa’ya gönderilmiştir.)

Caminin içinde duvara dayalı duran iki saat, İngiltere’den hediyedir. Kubbe merkezinden asılı avize ise Alman İmparatoru II. Wilhelm’in hediyesidir.. (Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğunu üç kez ziyaret etmiştir. Bunlardan 1889 ve 1898’dekiler II. Abdülhamit dönemindedir.)

Suyu Hamidiye kaynağından gelir. Yıldız Çini Fabrikası ürünü sobaları vardır.

Hünkar mahfilinin sedir kafesleri bizzat II. Abdülhamit’in el ürünüdür. Abdülhamit iyi bir marangoz, oyma ve sedef ustasıdır. Günlük zamanının önemli bir kısmını saraydaki özel atölyede geçirmiştir. Kendi tuğrasını taşıyan kabartma yazı levhası, bizzat kullandığı Kur’an rahlesi, sedefli çekmece de, Abdülhamit’in elinden çıkmış eserlerdir..

Bu tarihi cami, bir süredir restore ediliyordu, geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı—ve AKP Genel Başkanı—Tayyip Erdoğan tarafından tekrar ibadete açıldı.  

Böyle bir tarihi mirasın restore edilmesi ve Cumhurbaşkanının zaman ayırıp bizzat açılışa katılması elbette olması gerekendir, kutlanmalıdır. Hatta, gözlerden uzak, mütevazi ‘Cumalar’ yerine, ‘Selamlık adetinin’ 21. yüzyılda ihya edilmesini bile normal bulanlar olabilir. Sorun, bu caminin ve törenin ‘kimlik siyasetine’ alet edilmesinde..

‘Kimliklerimiz’ bizi biz yapan temel değerleri temsil ederler. Onlara yönelik tehdit—veya tehdit algısıen ilkel insani iç güdüleri harekete geçirebilir. Kimlik siyaseti, temel kimliklere yönelik gerçek, ciddi ve yakın bir tehdit olduğu algısı yaratarak yapılır. Böylece insanlar ürkütülür, mantık yürütme durur ve diğer tüm kaygılar, ihtiyaçlar bastırılır. Sonra bir kurtarıcı, ‘halaskar’ sunulur ve bu ‘tek kurtarıcının’ tüm tehditlerin üstesinden gelebilecek güçte ve kararlılıkta olduğuna iman etmeleri sağlanır, giderek bir ‘kişi kültü’ yaratılır. Tüm demokrasi dışı rejimler, ancak ‘kimlik siyasetiyle’ ayakta kalırlar.

Kimlik siyaseti ‘semboller’ üzerinden yürütülür. En güçlü semboller ‘ezan’ ve ‘bayraktır’; biri ‘dini’, diğeri ‘milli’ temel kimliğimizi temsil ederler. Bu ikisiyle özdeşleşmiş diğer bazı semboller, şehadet, cihat, cami, vatan, yurt, sancak, millet, hürriyet, istiklaldir. ‘Devlet’ her iki kimliği de sembolize eder. Bu nedenle kimlik siyasetinin nihai hedefi, devletle ‘kurtarıcıyı’ özdeşleştirmektir. O zaman ‘kişiye/kula’ muhalefet, devlete—yani millete ve dine—‘ihanetle’ bir tutulur hale gelir. (2017 Anayasa referandumu sürecinde ‘Hayır’ diyenlerin maruz kaldıkları ithamlar gibi..)

Kimlik siyaseti, bu sembollerin kullanılması değil, onların siyasi amaç ve hedeflere yönelik olarak istismar edilmeleridir.

Erdoğan, Hamidiye Camii’ndeki törende İstiklal Marşımızdan bir kıta okudu: “Ruhumun senden İlahi, şudur ancak emeli, değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli; Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli..”

Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’un baş eseri sayılabilecek İstiklal Marşımızın en güçlü, en etkili kıtalarından biri bu.. Algı ve duygulanım kişisel olmakla beraber, sanıyorum, zaten eşsiz bir şiir olan İstiklal Marşımızın başından sonuna, temel ‘sembollerin’ büyük bir ustalıkla kullanımından kaynaklanan güçlü bir etki, her seferinde ruha nüfuz eden mesajlar vardır:

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal, olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal; Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal; Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal..”

12 Mart 1921 günü İstiklal Marşı olarak kabul edilen bu şiir, İnönü Muharebelerinin ortasında, henüz ülke hemen tümüyle işgal altında ve yakın gelecekte hiçbir belirgin kurtuluş ışığı yokken, yüksek bir kendine güven ve fedakarlık duygusunu, vatan, millet, bayrak—ve ezan, yani İslam dini—için sonuna kadar mücadele iradesini yansıtır.

Erdoğan, camilerin ve mescitlerin İslamiyetin ‘alameti farikası’ [sembolleri] olduğunu vurguladıktan sonra, “Mabedlerimizin göğsüne namahrem eli değdirmemek için bu coğrafyada bin yıldır kesintisiz mücadele ediyor, topraklarımızı kanlarımızla suluyoruz. Ecdadımız, Haçlı seferlerinden beri devam eden bu mücadelenin kahraman neferleri olma şerefine nail olmuşlardır. Bugün de ülkemize ve milletimize saldıranlar öncelikle, dikkat edin, mabetlerimizi hedef alıyorlar diyor.

Sonra, darbe teşebbüsü sırasında sela okunan bazı minarelere ateş açma, bir müezzinin tartaklanması olayları ile Ankara’da Polis Özel Harekat Başkanlığına yapılan hava saldırısında isabet alan küçük camiyi örnek veriyor, ki hepsi doğrudur. Bunları, hedef kitleyi tehdit mesajını algılamaya hazır hale getiren çarpıcı ve sarsıcı bir beyan takip ediyor: “Cumhurbaşkanlığı külliyesindeki Millet Camimiz savaş uçaklarıyla bombalandı”. Ve, arkasından, temel mesaj paylaşılıyor: “Bütün bunlar tesadüfi değildir. … Allah’ın izniyle Türkiye’de ezanları susturmaya, bayrakları indirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir”.

Ve, tüm tehditlere karşı tek ve güçlü savunucu olarak sunulan ‘liderle’ özdeşleşmeye davet mesajı (birinci çoğul şahıs ifadeleriyle) ve bu mesajı pekiştirici güvence geliyor:

“‘Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan’ diyor ya şair … bu mücadeleyi canımız pahasına sürdürmekte kararlıyız.” Restorasyonu tamamlanan cami de, bu mantık yürütmenin maddi ve akılda kalıcı (müşahhas) delili olarak sunuluyor: “Gerek camimiz, gerekse şu gördüğünüz saat kulesi, hakikaten bir alameti farika..” (2014’deki reklam filminde, düşen bayrağa önce umutsuzlukla bakan insanların, aynı kişi arka planda İstiklal Marşını okurken önce toplanmaları, sonra göndere tırmanmalarını hatırlayın.)

“Sadece kendimiz için değil, aynı zamanda gözünü bize dikmiş, kalbini bize yöneltmiş tüm kardeşlerimiz için de bunu başarmaya mecburuz” sözleriyle, ‘bizler ve onlar’ ayrımı vurgulanıyor, bir anlamda bin yıl önceki Haçlı seferleri dönemine geri dönülüyor.  

Medeniyetler İttifakı (!) sizlere ömür; şimdi tekrar Hilal-Salip çatışması zamanı-mı..? Avrupa’daki ‘İslamofobi’, İslam korkusu ise, buna ne isim vereceğiz..?

Pekiyi ‘Haçlı’ zihniyeti öldü mü? Aynı zihniyetin, farklı şekillerde bugün de başka ülkelerin dış siyasetinde yeri yok mu? Elbette var.. Ama, hiçbir şey bu kadar basit, siyah-beyaz değil; bin sene önce de değildi, Abdülhamit döneminde de değildi, bugün de değil..!

Tarihimizin en büyük siyasi ve askeri yenilgisi 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sonrası dayatılan Ayastefanos Antlaşması’nın ağır koşulları, ancak Almanya—ve İngiltere’nin—müdahalesi sonucu, Berlin Antlaşmasıyla yumuşatılmıştır. Osmanlı’yı yarım yüzyıl daha ayakta tutan, Almanya’nın gücü ve—elbette kendi çıkarları için—Osmanlı’nın yanında durmasıdır.

Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na sokan da, Sarıkamış, Kanal felaketlerine sebep olan, Galiçya’da, Romanya’da en güçlü kolordularımızı harcayan ve İmparatorluğun yıkılmasına yol açan da (elbette İttihat ve Terakki’den sonra) Almanya’dır. Ama Çanakkale’nin, Kut’un—ve buralardan gelen ruh, güven ve askeri deneyimle—İstiklal Harbimizin kazanılmasında da Almanya’nın rolü inkar edilemez.

Bütün eksiklerine—ve despot yönetimine—rağmen, bu karmaşık dengeleri Yıldız Sarayı’nın duvarları arkasından görebilen Abdülhamit’ten, bugün sözde onun mirasına sahip çıkanların öğrenecekleri çok şey var. O zaman dünya siyasetinde ve ekonomisinde kritik rolü ve gücü olan bir devleti ‘düşman’ ve tüm dünyaya ‘cihat’ ilan etmeden önce biraz düşünürlerdi. O ‘Halife ve Sultan’ Abdülhamit ki, Alman İmparatorunun ‘İslam’ın Hamisi’ iddiasıyla, alayı vala ile Kudüs’ü ziyaretine bile izin vermiş, verebilmişti.

Daha dün İngilizlerle, Fransızlarla bir olup Osmanlı’yı arkadan vuranların, bugün, Medeniyetler İttifakının (!) Başkanı olan Katar’a yaptıklarından da hiçbir ders almıyorlar.

Bu gidiş, hayırlı ‘menzile’ değildir.. Millete, İslam dinine, devlete ve barışa zarar veriyor.

Ezan ve bayrak, hem iç, hem de dış siyasetin dışında tutulmalı; onlarla özdeşleşmiş kurumlar da öyle...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi