Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Demokrasi Dersleri: "Kabile geleneği & Devlet geleneği"

Bir “Kabile değiliz, kabile devleti değiliz” söylemi zaman zaman gündemde öne çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde, Amerika Birleşik Devletlerinin ‘Türkiye’den yapılacak vize müracaatlarını’ askıya almasından sonra yine böyle bir furya başladı.

‘Kabile devletleri’ esasen XIX. yüzyılda kalmış, insan topluluklarının sosyal gelişimlerinde ilkel evreleri temsil eden yapılardır. Bunlar, tipik olarak, Arap Yarımadasında görüldüğü gibi, tek bir ‘ailenin’ hakim olduğu, aynı ırk, etnik köken ve mezhebe dayalı devletimsilerdir.

Bu terime bizde yüklenen anlam, daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, devletin ancak sembolik olarak var olduğu ‘aşiret yönetimleridir’. Bunların bir kısmı, insanlığın sekiz gelişme basamağından, birinci ve ikinci evreler arasında kalmış, bir kısmı da ancak ‘feodal’ aşamaya ulaşabilmiş, sonra da yüzlerce yıldır orada sıkışmış topluluklardır.

Kabile devletlerinde, adı ister sultan olsun, ister kral, maharaca veya reis, ‘aile’ adına tek başına karar alabilen kişinin yönetme hakkı ve meşruiyeti ‘geleneksel’ temele, diğer bir ifadeyle—bazen ‘ilahi’ güçle de takviye edilen—‘hanedana’ dayanır.

Kabile geleneğinin özünde, kişisel ve keyfi, hiçbir kuralla bağlı olmayan—şeklen danışma dışında—hiçbir kuruma karşı da sorumlu olmayan, ataerkil yönetim şekli ve biat kültürü vardır. Karar alma tek merkezden ve tekil, yönetim doğrudandır.

Kurumlara, kurallara ve etkin bir bürokrasiye mutlak ihtiyaç duyulan modern bir devlet elbette böyle yönetilemez. XX. ve XXI. yüzyılın kültürel ‘kabileleri’ otoriter ve totaliter devletlerdir. Bunlarda kurumların içi boş, kurallar anlamsız, bürokrasi yetkisizdir.

Donald Trump, Narendra Modi, Viktor Orbán, Rodrigo Duterte, Jaroslaw Kaczynski, Alexander Lukashenko gibi özenti ‘sultanlar’—bazıları ‘demokratik’ ülkelerde—kabile ve hanedan geleneğini yaşatmakta (!), en azından yaşatmaya çabalamaktadırlar.

İstisnasız tüm ‘sultanlar’, ‘hayatta kalma’, fiziki ve ekonomik ‘güvenlik’ gibi, insanların en ilkel içgüdülerini yansıtan, sürekli bir kendi hanedanlarını kurma ve güçlendirme çabası içindedirler. Bu ruh halini ancak onlarla aynı ‘geleneği’ paylaşanlar anlayabilir.

‘Kabile geleneğini’ temsil eden modern ‘kabile’ devletlerinin karşısında, ‘devlet geleneğini’ temsil eden uygar demokrasiler vardır. Devlet(olma) geleneği, kurumlara, kurallara ve uygar, demokrat kültüre dayanır.

Devlet geleneğinin temeli tarihi hafızadır. Devlet geleneğinde, kurumlar köklü ve güçlüdür. Bürokrasi etkin, saygın ve profesyoneldir. Yönetenler, yönetilenlere hesap vermekle yükümlüdür. Yönetim, çoğulcu ve dolaylıdır; parlamento, hükümet, idari teşkilat gibi kurumlar üzerinden yürütülür. Katılıma ve katkıya imkan veren basın, üniversiteler, sivil toplum gibi örgütler gerçek ve güçlüdür.

Yönetim yetkisi, hukuki, demokratik meşruiyete dayanır. Devlet geleneğinin orta direği hukukun üstünlüğü kavramıdır. Hukuk, kanunlar ve kurallar herkesi, özellikle de yöneticileri mutlak olarak bağlar.

‘Devlet geleneğinde’ Anayasaların ve anayasal düzeni korumakla yükümlü Anayasa Mahkemelerinin kritik ve mutlak bir yeri vardır. Son tahlilde, kabileleri ‘devletlerden’ ayıran, kabilelerin keyfi yönetimine karşılık ‘devletlerdeki’ anayasal düzendir.

Anayasaları kağıt üzerinde kalan ‘kabilelerden’ farklı olarak, ‘devletler’ anayasalarını hayata geçirirler, yaşatırlar, gözetirler, saygı duyarlar. Bunu mümkün kılan, kanunlara, kurallara ve kurumlara anlam kazandıran, uygar kültürdür. Kabile geleneğinden devlet geleneğine geçiş, kültür ve değerler üzerinden verilen bir mücadeledir.. Türkiye’de olduğu gibi..!

İktidar partisi, 6-8 Ekim 2017 tarihlerinde, Afyonkarahisar’da yıllık istişare ve değerlendirme toplantısını yapıyor..

Partinin Genel Başkanı, “Değerli dava arkadaşlarım..” diye başladığı konuşması içinde “Biz buraya (Cerablus’a) vali tayin ettik” diyor. Başbakan, bakanlar, hükümet orada, oturmuş dinliyor. Anayasaya göre ‘Cumhurbaşkanı’ olarak yetkisi sadece ‘Gerekli gördüğünde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek ya da Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmakla’ sınırlı olmasına rağmen, devlet yönetimine fiilen el koyuyor. Hükümet etme yetkisini devralıyor.. Anayasa’yı ihlal ediyor. Yabancı bir ülkede ‘vali’ bile tayin ediyor. Alkışlıyorlar..

Avrupa Birliği, ABD, Rusya, Ortadoğu’ya ilişkin siyasi, askeri kararlar açıklıyor, uluslararası taahhütlere giriyor, milli siyaset beyanlarında bulunuyor. Bunların hepsini, başkaları ciddiye alıyorlar. Ama, bu tür telkinlerde bulunması bile Anayasa’ya aykırı..  

Beklenmedik bir haber daha veriyor: “İşte bugün İdlib’de ciddi bir harekat var. Ve bu devam edecek. İdlib operasyonunun ardından yeni inisiyatifler almaya devam edeceğiz” diyor. Alkışlar geliyor.. O ana kadar ne Başbakanlıktan, ne Milli Savunma Bakanlığından, ne Dışişleri Bakanlığından bu yönde bir açıklama, bilgilendirme yok. Parti Genel Başkanı, bu sıfatla bulunduğu ‘parti’ toplantısının açılış konuşmasında yapıyor bunu.. Alkışlar..

Devlet, parti, hükümet, tek karar verici, fiilen birleşiyorlar. Bu, bugün yürürlükte olan Anayasa’ya da aykırı, 2019’da yürürlüğe girecek olması fiili durumuyla karşı karşıya olduğumuz o anayasaya da, açıkça, aykırı.. Ama Anayasa fiilen askıda.. Bu hangi gelenek..?

Partinin Genel Başkanı sıfatıyla konuştuğu kürsüden “[Seçimlere dönük olarak] Şahsım dahil olmak üzere, başbakanımız, bakanlarımız koşturacağız..” diye talimat veriyor. “2019’da, yeni sistemde yürütme tamamen cumhurbaşkanlığına geçiyor. Hükümeti, üst düzey bürokrasi ve icraya yönelik tüm kararları da belirleyen bir tercih söz konusu..” diyor, yani ne yaptığının—ve yapmaması gerektiğinin—farkında.. Ama yine de, o yetkileri kullanmaya, hatta ötesine geçmeye şimdiden başlamış..

Yetmiyor, Meclis’in de yetkisine el koyuyor, “İsteseniz de, istemeseniz de bu (Müftülere nikah kıyma yetkisi veren kanun) Meclis’ten geçecek” diyor. Yine alkış..  

ABD’de ve Türkiye’de tutuklu bulunan—ve tutuklu olmamakla beraber istenen—bazı şahıslarla ilgili olarak, “Bizden istediklerinizi alabilmeniz için önce istediklerimizi de bize verin..” diyor. Burada hukuk kavramı, kaygısı var mı? Yok? Siyasi pazarlık var..

‘İstediklerimiz’ dedikleri, kurtarmak istediği ‘iyi çocuk’ ve hesap sormak istediği ‘eski ortak’.. Bu arada, Amerikalı avukatların, “Bu davanın, Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasındaki bir anlaşmanın parçası olarak, Mr Zarrab lehine çözülmesi halinde, Amerika Birleşik Devletlerinin ulusal çıkarlarına hizmet edeceğini” ifade ettiklerini ve bu maksatla “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile [gizli olarak] görüştüklerini” bir Amerikan gazetesinden, New York Times’dan—bir ay sonra—öğreniyoruz.

Amerikalı avukatlar, “Üst düzey bir yetkilinin gerçek dışı ve kötü niyetli sızdırmalardan rahatsız olduğunu” söylüyor ve New York Mahkemesinden, “Amerikan çıkarlarına hizmet edecek, devletten-devlete (siyasi, diplomatik?) bir çözümü zora sokacak girişimlere karşı ciddi tedbirler almasını” istiyorlar. Bunlar hiç gündeme gelmiyor. Yine de alkış..

‘Ümmetten’ giriyor ve “Ülkemizin ve milletimizin beka müdafaası ile birlikte, sahih İslam anlayışını yüceltmenin mücadelesini de veriyoruz. Esasen milletimizin bağımsızlık ve gelecek mücadelesi ile sahih İslam geleneğinin temsili bin yılı aşkın süredir içiçe geçmiştir” diyor, yönetme meşruiyetini, açıkça dini temele dayandırıyor. Yetmiyor, “Rabbim bizleri hıfz-ı eminine aldı”  diyor, “… Hak ne diyor, biz ona bakacağız, yola böyle devam edeceğiz.” İşte laik, demokratik (!) hukuk geleneği ve yönetim iklimi böyle yerleşiyor..

Herkeste ‘metal yorgunluğu’ var, sadece bir kişide yok..

“Kadromuzu yeni isimlerle güçlendirmemizden daha doğal ne olabilir? …Sandıkla gelen elbette sandıkla gider ama o sandığa kadar olan süreci de kimse göz ardı edemez, kusura bakmasınlar” diyor, imalı imalı.. Hatta, zaman zaman ima’nın da ötesine geçip, “Bunlar bağımsız seçimle gelip bağımsız seçimle gitmiyorlar. Bunlar tabii ki bir iradenin yaptığı önseçimler vesaire neticesinde geliyorlar” diyor. Bu kadarına pes demek gerekir..! İşte bu kadar demokratik (!) bir söylem, köklü bir ‘devlet geleneğinden’ süzülerek geliyor..  

“Vakit aleyhimizedir ve buna da pek tahammül edemeyiz. Bu davaya inanmış, gönül vermiş olanlar genel merkeze istifasını teklif eder, ondan sonra da başka bir arkadaşla yola devam edilebilir” diyor, ama ‘inanmamışlar’ için “Partiden ihraç veya görevi ihmal ve kötüye kullanmaktan [işlem başlatma yoluyla] görevden alma” tehdidi yapıyor. Hangi kanunda bu var? Bunu tipik bir ‘kabile geleneği’ dışında açıklayamazsınız..

Afyonkarahisar toplantısı üç gün, herkes orada, Başbakan, bakanlar, elbette Cumhurbaşkanı da.. Üç gün sonra Ankara’da, bu sefer İl Başkanları toplantısı var. Aynı kadro ‘genişletilmiş’ olarak tekrar orada, kürsüyü dinliyor. Saat 12’yi geçiyor, yemek molası.. “Cuma’dan sonra devam” talimatı geliyor. Seksen milyonluk ülke, içeride ve dışarıda bu kadar hayati sorunlarla boğuşurken, hükümet ‘parti’ işleriyle gün geçiriyor. İşte ‘kabile geleneği’ bu.. Alkış..

Ülke, bir yılı aşkın süredir açıkça Anayasa’ya aykırı Kanun Hükmünde Kararnamelerle, ‘fermanlarla’, zaman zaman da ‘fetvalarla’ yönetiliyor.. Anayasa Mahkemesi suskun.. Alkış.

Her ay—bazen daha da sık—toplanıyorlar, isteseler de istemeseler de.. Hep aynı tiradları dinliyorlar—veya dinliyor gibi yapıyorlar.. Et-tekraru ahsen, velev kane yüz seksen”, oturanların yüzlerine bakın, tepkilerini gözlemleyin.. Bir kısmı kollarını kavuşturmuş, herhalde ‘La Havle’ diyorlar.. Bir avuç ‘görevlinin’ dışında herkesin bu tarz siyasetten bıktığını, bezdiğini ve hatta ürktüğünü göreceksiniz. Ama, alkışlıyorlar.. Çaresizlik mi, kabile geleneği mi? Her ikisi de mi?

Valilerden muhtarlara herkese, sürekli olarak ‘hakimiyetin bila kaydü şart’ kimde olduğu hatırlatılıyor. Yüksek yargı; zaten birlikte çay topluyoruz.. Böyle bir örnek dünyada birkaç ülkede var; Kuzey Kore, Filipinler, belki Venezuela.. Putin’in Rusyası bile bu kadar değil..

Yanlış anlaşılmasın.. Bu gelenek ne sadece AKP’yle, ne de sadece siyaset kurumuyla ilgili veya sadece sivillerle sınırlı..

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı, “Partili Cumhurbaşkanlığı sistemini [bütün bunları] Türkiye’nin ruhuna uygun” buluyor. (Bu, aslında hepimize hakaret..) Hatta, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, bir KHK’yla, yetkisiz ve görevsiz Cumhurbaşkanına bağlanmasını, Başbakan’ın da açıkça Anayasa’ya aykırı bu keyfi karara ‘boyun eğmesini’, “16 Nisan hükümet sistemi değişikliği ruhuna uygun” buluyor. ‘Ruh’ dediği nane ruhu değil, kabile geleneği..!

CHP’li belediye başkanı, AKP’li belediye meclisi üyesine, “Hiçbir halt olamazsınız. … Biz iktidarız burada.. Lütfen kesin, biraz ahlaklı olun..” diye azarlıyor, mikrofonu kapattırıyor, konuşturmuyor. İddia edildiği gibi konuşma ‘provokatif’ olsa bile, ona bunu yaptıran da ‘iktidardan’ anladığı aynı şey, ‘kabile geleneği’..

AKP Genel Başkanı, “Şimdi ben de [hükümete, valiye] talimatını verdim. Bu belediye Başkanını 18 Mart’ta, Çanakkale törenlerinde konuşturmayacaksınız” diyor. Ne AKP Genel Başkanı sıfatıyla, ne de Cumhurbaşkanı sıfatıyla, böyle bir talimat veremez. Verse de kimse dinlemez—devlet geleneği olsa.. Belediye Başkanı da ‘teşekkür’ ediyor.. “Zaten konuşunca beni yuhalıyorlardı” diyor. Hepsine alkış..!

“Her şeyden önce, biz bir kabile değiliz. Bir kabile devleti de değiliz..”. Öyle mi..?

Kurum ve kurallar yerine, kendi ‘ilkel’ yönetim kültürlerini dayatan, meşruiyeti hukuktan başka yerlerde—veya iktidar koltuğunda—arayan ‘gelenekler’ ‘kabile devleti’ olarak anılır.

Demokrasiler, ‘hukuk’ kavramını benimsemiş, içselleştirmiş devletlerdir. Devlet geleneği, demokrasiyle vardır.. Lafla değil..!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi