Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Demokrasi Bir Başka Bahara I “Ölüm tecrübe edilemez..!”

Demokrasi Bir Başka Bahara I

“Ölüm tecrübe edilemez..!”

Tarihi ‘başkanlık’ seçiminden önce kaleme aldığım son yazı dizisi ‘Cumhurbaşkanı’, demokrasinin temel zafiyeti olan ‘kendini koruma’ problemi üzerineydi.

Demokrasilerde, ‘duygular’ ve ‘korkular’ üzerine oynayan popülist demagogların, hedef kitle toplum içinde kritik oranı geçtiğinde, iktidara gelebileceklerini, karşı konulamazsa, ülkeye demokrasi dışı bir rejimin yerleşeceğini ve ülkenin bir alacakaranlık kuşağına gireceğini yazmıştım. Seçmenlerin, korkmadan, tehdit edilmeden, kandırılmadan oy kullanamadığı demokrasiler yaşayamıyorlar. Türkiye’de 24 Haziran 2018 günü olan tam olarak budur.

En derin kırılma hattını, yani laik-dindar ayrımını manipüle ederek ve onu ustaca beka (terör ve dış tehdit) korkusuyla takviye ederek istedikleri sonuca ulaştılar.

AKP’yi 2002’de, ‘herşeye’ rağmen iktidara getire(bile)n, stratejik ‘uzlaşmaya’ dayalı bir ‘büyük’ demokrasi koalisyonuydu. Bir başka ‘demokrasi’ koalisyonunun başarılı olacağını ve bu sefer ara rejime son verebileceğini bekliyordum, yanılmışım. Başaramadılar, başaramadık.. Demokrasinin ‘vakti’ henüz gelmemiş..! Bir başka bahara kaldı..

Hiç kimse kendini kandırmasın—başkalarını da.. Türkiye 2018 başı itibariyle zaten ‘Özgür olmayan ülke’ statüsünü kazanmıştı (!). Artık şeklen bir ‘seçim’ demokrasisi, fiilen—siyaset bilimindeki adıyla—sultanlıktır. Kuşkusu olan varsa, önce açsın ‘balkon konuşmasını’ dinlesin.. Sonra da, o konuşmayı yapana, 2017’de dayatılan Anayasa değişikliği ile verilen yetkileri okusun—ve anlasın.

“Sayın Erdoğan, lütfen artık bugünden sonra AK Parti Genel Başkanı gibi davranmayınız” yollu temenniler çok safiyanedir. Durumun ne kadar vahim olduğu ortadadır.. Güçler ayrımı ortadan kalkmıştır. İktidar, demokratik yol ve yöntemlerle denetlenemez hale gelmiştir. İçişleri Bakanına, muhalefet partilerini alenen tehdit etme cüret ve cesaretini veren bu değişimle gelen ‘dokunulmazlık’ duygusudur.

Artık anlayınız..!

Davalarını, yani İslamcılığı, İslam’ın bir din, İslamcılığın bir siyasi ideoloji olduğunu çok yazdım, anlattım. Şimdi, “Demokrasi hiçbir zaman amaç [dava] olamaz. Demokrasi bir tramvaydır, gideceğiniz yere [menzile] kadar gider, orada inersiniz” diyenlerden, bu kadar uzun zaman mücadele verip ‘menzile’ bu kadar yaklaşmışken, davadan vaz geçip, tam aksine demokrasiyi kucaklayacaklarını beklemek saflığın da ötesinde, gaflettir. Bu ‘dava’ içinde demokrasi aramak, serapta su aramaktan farksızdır.

Öyle olduğunu, sadece kalben ve dil ile değil, ‘amelleriyle’ de ispatladılar.. Türkiye, bütün dünyada, son on yılda demokrasinin en çok gerilediği ülkelerin—açık ara—başında geliyor. Yani, demokrasi karnesi ‘utanç’ verici, kötünün de kötüsü.. (Freedom in the World 2018, Democracy in Crisis) “Bu seçimle beraber, Türkiye adeta bir demokratik devrimi gerçekleştiriyor” diyenlerin, gerçekte ne demek istediklerini, bu bağlamda okumak gerekir.. ‘Demokrasi devrimi’ olarak kodladıkları, aslında ‘davayı’ menziline çok yaklaştıran kökten, kapsamlı anti-demokratik dönüşümdür.

Kritik büyüklükte kitleler ‘davayı’ da, bu dönüşümü de, davaya ‘hizmetle’ özdeşleştirilen ‘lideri’ de heyecanla ve yürekten destekliyorlar. Belki ‘davanın’ ve davanın ‘liderinin’, o davaya inananlara, tabir yerindeyse ‘o yola baş koyanlara’ ne ifade ettiği üzerinde daha fazla durmalı, daha iyi, daha doğru anlamaya ve anlatmaya çalışmalıydık.

Bu, sadece makarnayla, kömür çuvallarıyla, türbanla veya sadece eğitimle açıklanabilecek bir olgu değil, çok daha karmaşık, çok daha güçlü.. Kitleler, davaya ‘sadakati’ ve davanın liderine ‘teslimiyeti’ ölüm-kalım meselesi kabul ediyorlar..

Davanın bu ‘hayat-memat’ özelliğinin doğru anlaşılması gerekiyor.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, partisinin İstanbul İl Başkanlığı’ndaki bir toplantıda yaptığı konuşma, sanıyorum, bugüne kadar yaptığı kamuya açık konuşmalar içinde—dava ve dava içinde kendisine biçtiği rol bağlamında—en anlamlısıydı. Tarih 10 Şubat 2018..

“Eğer biz kendi içimizde, sadakat ve teslimiyet, bunları gerçekleştiremezsek, başarıyı asla beklemeyin. Her şeyden önce sadakat ve teslimiyet, bu iş için aranan iki önemli haslettir. ..Hasbi [karşılık beklemeyen] olmaya mecburuz. Onun için de ‘ben’ değil, ‘biz’ olmaya mecburuz. ..Bizim bu noktadaki hareket tarzımız, ‘Ve şavirhum fi’l-emr, bütün işlerinizde istişare ediniz’ [Ali İmran, 159]. İstişare ediliyorsa neticesine uyacaksın. Bu istişarenin de nihai kararını verecek olan merci ..o toplantının lideri kimse [elbette kendisini işaret ediyor] odur. ..Sen daha iyi bilmezsin. Biz daha iyi biliriz. Bizim anlayışımız bu. ..Çok önemli üniversiteler bitirebilirsin, profesör, doçent olursun. Çok, çok büyük zengin olursun. ..Aslolan az önce saydığım [sadakat ve teslimiyet] hasletlerdir.”

Bunlar, demokrasinin tam karşıtı—neredeyse kitabi tarifi—olan bir siyasi kültürün ifadesi.. Davaya sadakat, karşılıksız hizmet ve lidere tam teslimiyet bu kültürün içinde ve etrafında şekilleniyor. Biat, yüzeysel olarak ele alınabilecek, soyut bir kavram değil.. Çok gerçek ve toplu olarak içselleştirilmiş..

İki yıl kadar önce, 22 Mayıs 2016, AKP 2. Olağanüstü Kongresi.. Ahmet Davutoğlu’nun “Zaferle sonuçlanmış bir seçimden kısa bir süre sonra yeni bir kongre için karşınıza çıkmak benim arzu ettiğim bir şey değildi..” dediği kongre..

Reis, adeta kulağından tutup gönderiyor, “Önemli olan bulunduğunuz yere nasıl geldiğiniz, orada ne yapmanız [sadakat ve teslimiyet] gerektiğini unutmamanızdır’ diyor.. Davutoğlu, “Ne yoldan saparız, ne de ufkumuzu, davamızı, aşkımızı, sevdamızı unuturuz” diyor, cevap verir gibi.. ‘Vefa’ da diyor, ama en çok ‘davadan’ söz ediyor. Belli ki, çok içerlemiş.. Ama yine de ısrarla “Asla dönmeyiz” vurgusu yapıyor—davadan ve lidere teslimiyetten..

Divan Başkanı Bekir Bozdağ..

“Şimdi sizlere büyük hareketin önderi olan liderimiz, ustaların ustasından gelen bir mesajı arz etmek istiyorum” diyor, ayağa kalkıyor: “Sayın Divan, Ak Partinin Sayın Genel başkanı..” Divandaki iki hanım bakışıyorlar, biri “Kalkalım” diyor, onlar da ayağa kalkıyorlar.

Divan ayağa kalkınca, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, tüm salon ayağa kalkıyor. Bir kısmı ‘esas duruşta’, bir kısmı el pençe divan.. Huşû içinde dinliyorlar, bir secde etmedikleri kalıyor.. Davutoğlu bile, sıkıntılı, meyus bir çehreyle de olsa, ayakta.. İnanılmaz bir manzara..

‘Siyasi parti’ olmanın çok dışında ve ötesinde bir ‘birlikteliği’ temsil ediyorlar. Kült gibi..

“Sizlerle gönül bağım hiçbir zaman kesilmedi. İnşallah hiçbir zaman da kesilmeyecek. Önümüzdeki dönemde yeni anayasa ve yeni yönetim sistemi arayışları içinde, cumhurla başkanı arasında[ki] iklimi olumsuz etkileyen bu çarpık uygulamanın giderileceğine inanıyorum” diyor Usta.. (Malum, ‘çarpık uygulama’ geçen Pazar günü fiilen giderildi..)

Binali Yıldırım, “Kutlu yürüyüşümüz hayırlı, uğurlu olsun. Yolumuz, milletin sesi, nefesi, partimizin lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın yoludur” diyor. Yani ‘davayı’, Usta’ya bağlıyor..

Partinin aksakallarından, eski Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, sonrasında, eleştirileri haklı buluyor, “Herkes kalkınca biz de kalktık. Doğrusu, Cumhurbaşkanımızı en iyi tanıyanlardan biriyim. Bundan rahatsız olmuştur. Bir yere girdiği zaman ayağa kalkılmasını dahi hoş karşılamayan, bundan rahatsız olan biridir. Biz sadece İstiklal Marşımız okunurken ayağa kalkarız” diyor—öyleymiş..

Filmi iki sene sonraya, 14 Haziran 2018’e sarıyoruz. Milli İrade Platformu iftar yemeği—aslında, hemen tüm ‘iftar’ yemekleri gibi seçim propaganda toplantısı.. Meşhur Ensar Vakfı düzenliyor. Üç yüz kırk iki kuruluştan, dört bin kişi var.. Hepsi ‘davaya’ gönül verenler..

Kürsüye önce mahdum beyefendi geliyor. ‘Ümmet’, ‘millet’, ‘mağduriyet’, ‘kazanımlar’, ‘tehlike’, ‘yürüyüş’, ‘mücadele’, ‘birlik’, ‘gayret’ vurgusu yapıyor. ‘Dava’ yerine ‘hedef(ler)’ diyor.. Muhterem pederinin sıkça yaptığı gibi, “Çalışmazsanız, bizi yaratan Rabbimiz bu nimetlerini bizden çeker alır” diyerek, davanın kudsiyetini (!) hatırlatıyor.

Peder Bey kürsüye davet edildiğinde, tüm salon—dört bin kişi—ayağa kalkıyor. Bekliyorlar.. Dönüp bakmıyor bile.. Ağır ağır yürüyor, platforma çıkıyor, kürsüye geçiyor.. Hiç de öyle, ayağa kalkılmasını ‘hoş karşılamadığı’, ‘rahatsız olduğu’ gibi bir havası yok.. Acele bile etmiyor, sakince, ‘Buyrun’ diyor—‘oturun’ anlamında—oturuyorlar. Yani, sadece İstiklal Marşı’nda değil, Reis’te de kalkılıyor. İşte mukaddes davanın lideri olmak böyle bir şey..!

Besmele ile başlıyor, konuşmasının önemli bir bölümünü ‘ümmete’ ve Ümmet’in sorunlarına ayırıyor. “Türkiye’nin Anadolu merkezli yaktığı çoban ateşi, Kerkük’ten Somali’ye milyonlarca mazlum ve mağdurun yüreğini ısıtıyor. ..Bayrağımız (Gazze’den Arakan’a) özgürlük, adalet ve hukuk mücadelesinin sembolüne dönüştü, ülkemizin sürekli içeriden, dışarıdan operasyonlara maruz kalmasının tek sebebi budur” diyor. ‘Kutlu davayı’ anlatıyor..

‘Kılık-kıyafet’, ‘imam-hatipler’, ‘katsayı zulmü’, Kur’anı Kerim, Siyer-i Nebi derslerini hatırlatıyor. “Güçlü hükümet [kendisi] ve güçlü meclis [AKP’nin hala çoğunlukta olduğu meclis]” istiyor. Yani, dikensiz gül bahçesi.. Yoksa, ‘dava’ tehlikeye girebilir. Ümmete karşı sorumluluklarını hatırlatıyor. Necm Suresi’nden bir ayet okumayı da ihmal etmiyor, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”. “Her görev kutlu davamıza hizmet etmenin vesilesidir”, “Alemi İslamın birliğine, beraberliğine, ard arda gelecek zaferlerine vesile olmasını diliyorum” diye de bitiriyor.

Arada alkış için duruyor, nefes alıyor, ama alkışlar tek tük.. Asık suratlar, boş bakan gözler, ifadesiz yüzler—hepsinde.. Hatibin heyecanı (!) salonda yok.. Elbette, Kur’an’da ‘başka’ ayetler de olduğunu—bir çoğumuzdan çok daha iyi—biliyorlar, bu ülkede neler olduğunu da..

Yatak odalarındaki kasaları, ayakkabı kutularını, taşına taşına sıfırlanamayanları, orduya kurulan kumpaslardaki işbirliğini, PKK ile yapılan siyasi müzakereleri, Fethullah Gülen’e “Bir emri olur mu?” diye sormak için gönderilenleri, valilere verilen “PKK’nın hendeklerine dokunmayın” talimatlarını, milyonlarca işsizin iki katı ‘sığınmacı’ alındığını, dış politikadaki açmazları, ekonominin durumunu, çevre yıkımını, israf ve debdebeyi, ‘havuzu’, Man adasını, müteahhitleri, ihaleleri, gemicikleri, yeğenleri..

“AK Parti içindeki AKP kamburundan”, içerideki bir takım ‘maraz sahiplerinden’kurtulmak gerektiğini de söylüyorlar.

Herşeyi biliyor, söylenenlerin hiç birini yutmuyorlar. Ama o kadar.. Sorgulamıyorlar..!

Çünkü, “Velev ki, bu iktidar şımarmış, maneviyatını kaybetmiş, içlerine sokulabilmiş sinekler yüzünden kamu menfaati zarar görüyormuş, yanlışlar yapılıyormuş”, yine de pire için yorganı yakmamak gerekir.. Yoksa “Tosya’ya pirince giderken evdeki bulgurdan oluruz”. Bazılarının ‘beşeriyet icabı’ kusurları olsa da “hasenât seyyiatı, sevaplar günahları siler” deniyor.

Sorguladıkları sadece ‘dava’, davaya sadakat ve hizmet, lidere teslimiyet.. “Allah Teâlâ’nın, 1950’lerden bu yana davaya hizmet fırsatı nasib ettiği ‘hayırlı kullarının’, hizmet ve kazanım bakımından en hayırlısı Recep Tayyip Erdoğan değil mi?”, “Biz aynı davanın arkadaşı değil miyiz? Husumet kervanına bizim dava arkadaşlarımızın bir kısmı nasıl katılıyor?” diye soruyorlar. Deniyor ki, “Ölüm tecrübe edilemez ve son pişmanlığın faydası yoktur”.

İşte AKP’ye seçimi kazandıran, esas olarak bu korku, bu ‘ölüm-kalım’ algısıdır..

Elbette, demokrasi karşıtı cepheye oy veren gruplardaki ‘ürküntünün’, toplu akıl tutulmasının başka sebepleri de var. Bu konuda da, muhalefetin yaptığı kritik hataların büyük payı oldu.

Devam edecek..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi