Haldun Solmaztürk
Cumhurbaşkanı-VI ‘Allah’ın gölgesi, Peygamber’in vekili’
Bu yazı dizisi, demokrasinin temel zafiyeti olan ‘kendini koruma’ problemi üzerine yazıldı. Koşullar elverdiğinde, demokrasiyi ‘araç’ veya ‘silah’ olarak kullanarak, demokrasiyi yok etmek mümkündür. ‘Cumhurbaşkanlarının’ bu konudaki rolleri her zaman olumlu olmuyor..
Winston Churchill’e göre, “Bugüne kadar denenen tüm diğer yönetim şekilleri hariç tutulursa, demokrasi en kötü yönetim şeklidir”. Churchill, İngiltere Avam Kamarasındaki bir konuşmasında ‘demokrasiyi’ şöyle anlatıyor:
“Bana göre; basit, mütevazi, sıradan bir insan, karısına, çocuklarına bakan, ama ülkesi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında kalkıp savaşa giden bir aile babası, zamanı geldiğinde oy vermeye gider ve seçmen pusulası üzerine parlamentoya kimin seçilmesini istediğini gösteren bir işaret koyar—işte o adam demokrasinin temelidir.” Ama Churchill şu uyarıyı da yapar: “Bu temelde mutlaka olması gereken bir başka şey de, o adamın veya kadının, oyunu kullanırken, bunu korkmadan, tehdit edilmeden ve kandırılmadan yapmasıdır”.
Korkmadan, tehdit edilmeden, kandırılmadan..!
Eski Yunan’daki şehir devletlerinden beri, koşullar oluştu(ruldu)ğunda, ‘kurnaz’ demagoglar, halk kitlelerini ustaca kandırmışlardır. Demagoglar, Karl Kraus’a göre, “Kendilerini hitap ettikleri kitle kadar aptal gösterebilen ve bu yolla kitleyi kendilerinin de onun kadar akıllı olduğuna inandırabilen” kişilerdir. Sanılanın aksine, kitleleri manipülasyona hassas hale getiren ‘cehalet’ değil, korkudur. Ekonomik kriz, dış tehdit, iç çatışma gibi, demokrasilerin ‘süratle’ çözmekte zorlanabileceği sorunlar, demagoglara fırsatlar sunar. Kitlenin korkularını ve ön yargılarını kullanır, kolay ve çabuk çözümler, ‘mucizevi’ değişimler vadederler, onlara tam duymak istedikleri şeyleri, en basit ifadelerle söylerler. Bunun adı popülizmdir.
Sadece Filipinler, Brezilya, Güney Kore, Ermenistan, Türkiye, Venezuela gibi gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş Batı demokrasilerinde de, popülist partiler güçlenmektedir. Bugün, Avrupa’da bile, otuza yakın popülist parti vardır ve bazı ülkelerde iktidardadırlar.
Popülizm demokrasinin antitezidir. Liderleri de özde otokrat eğilimlidirler. Lider, kendince ‘karizmatik’ olmak zorundadır, çünkü akla değil, duygulara, korkulara hitap eder. Kendisini ‘halkla’ özdeşleştirir, sorgusuz sadakat ve tam teslimiyet bekler. Lideri sorgulamak, ‘halka’ karşı olmaktır, ‘ihanettir’. Basit sembolleri, analoji ve metaforları ustaca kullanırlar. Örneğin, “Demokrasi bir tramvaydır. Gittiği yere kadar gidilir, orada inilir”.
Seçmen tabanları başlangıçta küçüktür. ‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımıyla, kendilerini sözde ‘düzen’ partilerinden ayırırlar. En derin sosyal fay hattı üzerinden, kimlik farklılıklarını siyasi kamplaşmaya dönüştürür, ortak tehdit algısına dayalı ‘kindar’ koalisyonlarla tabanlarını genişletirler. Hedef kitle, toplumda kritik oranı geçtiğinde demagoglar iktidara gelebilirler.
Asıl sorun iktidara geldiklerinde başlar. Vadettikleri mucizeler (!) mümkün olmadığında(n), başarısızlığa mahkumdurlar. İktidarda kalmak için kitlelerin korkularını pekiştirmekten başka çareleri yoktur. Sürekli bir kriz durumu, ustaca kodlanan tehditlere karşı sürekli seferberlik hali vardır. Sarıldıkları ‘hikaye’, devlet seviyesinde güçlü propaganda ve medya üzerindeki mutlak siyasi kontrolla sürdürülür. ‘Agresif’ milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, silahlı güç kullanımı, dış askeri maceralar artar, olağanüstü hal yöntemlerine başvurulur.
Demokratik süreçler ‘zaman kaybı’, demokrasi ‘engel’ olarak sunulur, özgürlükler sınırlanır, muhalefet sindirilir. Kuvvetler ayrımı ve hukukun üstünlüğü önce zayıflar, sonra ortadan kalkar, önce tek tek kanunlar, sonra anayasalar değiştirilir, demokrasinin giderek içi boşaltılır, bir kabuk olarak kalır. En son aşamada, tabana, popülist hükümeti iktidardan uzaklaştırmak için girişilecek her türlü demokratik örgütlenme ve eylemi—özgür ve eşit seçimler dahil—gayri-meşru görmek gibi bir ‘siyasi sapkınlık’ ve ‘toplu delilik’ hali hakim olur. Şayet karşı konulamazsa, tek parti-tek lider faşizmi yerleşir ve ülke tarihin alacakaranlık kuşağına girer..
Avusturya bu tehdidin üstesinden—şimdilik—Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen sayesinde gelebildi. Brezilya’nın, Luiz Inácio Lula da Silva ve Dilma Roussef’e rağmen hala işleyen güçlü demokratik kurumları vardı. Ermenistan'ı Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan kurtaran, halkın öfkesini arkasına alan küçük bir partinin lideri, Nikol Paşinyan oldu. Güney Kore’de popülizm sarmalını kıran ve cumhurbaşkanları Park Geun-hye ve Lee Myung-bak’ı mahkum eden kolektif sosyal öğrenmeydi. Almanya’nın Frank-Walter Steinmeier’i vardı.
Her ülkenin ‘popülizm’ hikayesi kendi tarihinin, sosyal dokusunun ve demokrasi deneyiminin ürünüdür. Dış tehdit, iç çatışma, etnik veya kültürel bölünme, kitle halinde mülteci akını, ekonomik kriz gibi beka, refah ve yaşam tarzı/kimlik tehditleriyle aynı anda karşı karşıya kalan toplumlar popülizme daha kolay teslim olmaktadırlar. Parlamenter demokrasiler, tarafsız cumhurbaşkanlarıyla popülizme karşı daha dirençlidirler. Kalıcı başarı, ancak ‘demokrasi’ ortak temeli üzerine kurulacak gerçek koalisyonlarla mümkündür.
Türkiye’de siyasi mücadele, 19. yüzyılın ortalarından beri esas olarak laik-dindar ekseni üzerinden verilmiştir. Eksenin bir tarafında ‘saltanat’ ve ‘hilafet’, diğer tarafında ‘milli irade’ ve ‘çağdaş uygarlık’ vardır. ‘Muasır medeniyet seviyesinin üstünü’ hedefleyenlerin karşısında, farklı yollardan ‘aynı menzile’—geriye—yürüyenler vardır. ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ üçlemesinden, birileri ‘Türkleşmek ve muasırlaşmayı’, diğerleri de ‘İslamlaşmayı’ seçmişlerdir. Siyasi mücadele ‘Demokrasi mi, İslamcılık mı?’ ikilemine indirgenmiş, Atatürk’ün karşısına II. Abdülhamit konmuştur. Bunu artık net olarak görüyoruz.
- Meşrutiyet de, II. Meşrutiyet de, ‘saltanatın’ ve ‘hilafetin’ mutlak siyasi gücünü sınırlama teşebbüsleridirler. Başarısızdırlar.. Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, 1922 Eylülünde İzmir’e ulaştığında, Ankara’da, İstanbul’da, Meclis’te, hatta—özellikle—ordu içinde gündem hür ve bağımsız bir gelecek değil, ‘saltanat’ ve ‘hilafettir’. Yüzbinlerce şehit, yaralı, ölen milyonlarca insan, yıkılan imparatorluk, sefalete rağmen..! Varsa yoksa, saltanat ve hilafet..
Rauf Bey’e göre, babası “padişahın ekmeği ve nimetiyle” yetişmiştir. Bu yüzden padişaha bağlılığı bir ‘borçtur’, halifeye bağlılığı ise ‘terbiyesi’ gereğidir. Ayrıca, “Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak saltanat ve hilafet makamı sağlayabilir”. Refet Paşa’ya göre de “Bizde, padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare söz konusu olamaz”.
1 Kasım 1922 günü hilafet ve saltanat birbirinden ayrılarak saltanat kaldırılır. ‘Halife’ Vahdettin Efendi iki hafta sonra İngiltere’ye sığınarak İstanbul’dan ayrılır, Türkiye Büyük Millet Meclisi Abdülmecit Efendi’yi halife ‘seçer’. Ama ‘saltanat’ kavgası bitmez.
Abdülmecit Efendi’nin ‘Halife-i Müslimin’ ve ‘Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn’ ünvanlarını kullanmasına izin verilir, siyasi faaliyetlerden kaçınması istenir. Ama o, ‘Halife-i Resulullah’ ünvanını ve ‘Abdülmecid bin Abdülaziz Han’ imzasını kullanmakta, İstanbul’un ‘Darü’l-Hilafetü’l-Aliyye’ olduğunda ısrar eder. Gösterişli Cuma Alaylarıyla saltanat hülyasına girer, ‘hil’at’ giymek, Fatih’inki gibi sarık sarmak, hatta askeri üniforma ister.
Meclis’teki hilafetçilere göre, “Hilafet demek hükümet [devlet] demektir. Hilafetin hak ve görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir”. Meclis’i halifenin ‘danışma kurulu’, halifeyi de böylece fiilen ‘cumhurun başı’ konumuna getirmek isterler.
TBMM Hükümetinin İstanbul Temsilcisi Refet Paşa, Halife Abdülmecit Efendi’ye ‘Konya’ adında bir at hediye eder. Bir mektup yazar, “Hayvanın Halife Hazretleri tarafından beğenilmesini Allah’ın bir lütfu sayıyorum” der. Verilen cevap, bugün de en güçlü şekilde sürdürülen ‘saltanat’ ve ‘hilafet’ davasını ve ‘paşaların’ kritik rolünü en çarpıcı şekilde anlatır: “..Yüce Cebrail, kainatın şerefi Peygamberimiz Hazretleri’ne peygamberliği bildirdiği gibi, zat-ı devletiniz de Halife Hazretleri’ne peygamberin vekili olduğunu bildirdiğinizden dolayı, yüksek şahsiyetiniz, kendilerine bütün ömürlerinin en mutlu ve kutsal bir olayını her zaman hatırlatacaktır. ..Bu vesileyle size, Allah’ın gölgesi ve Peygamber’in vekili Halife Hazretleri’nin özel selamlarını ve hayır dualarını bildirmek ve müjdelemekle..” denir. Dikkat buyurunuz: “Allah’ın gölgesi ve Peygamber’in vekili..!”
Yani ‘paşalar’ tartışması boş ve bugüne özgü bir tartışma değil.. ‘Paşalarla’ da sınırlı değil.. Bütün kurumları ve toplumun her kesimini boydan boya ve derinlemesine kesen temel fay hattının bir yansıması.. Hep vardı.. Doğrusu hep varmış, ama ‘biz’ gör(e)memişiz..! Şapka çıkartmak—ve üzerinde düşünmek—gerekir.
Sonunda, 3 Mart 1924 tarihli kanunlarla, ‘hilafet’ de kaldırıldı, Osmanlı hanedanı yurtdışına çıkarıldı, Şer’iye ve Evkaf, Erkan-ı Harbiye vekaletleri kapatıldı, ‘tedrisat’ birleştirildi. En sert ve fiili tepkiler yine paşalardan geldi, ‘kazan kaldırdılar’. Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Bey, Nurettin Paşa, ‘hilafetin’ kaldırılmasına, Cumhuriyete ve demokrasiye karşı çıktılar. ‘Mütareke’ basınını ve İslamcıları da yanlarına aldılar, bir siyasi parti—Terakkiperver [İlerici] Cumhuriyet Fırkası—kurarak Atatürk’ün karşısına geçtiler. Saltanat ve hilafeti ihya etmeyi başaramadılar, ama hiçbir zaman da vazgeçmediler.
Nitekim bugün, “Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı.. Hanedan kovulamazdı” diyenler ‘modern’ saraylarda, gösterişli yemeklerde ağırlanıyorlar. Bir milletvekili, üstelik Meclis’te, “Kurtuluş savaşının olmadığını, şehitliklerin de temsili [sahte] olduklarını, Ankara Hükümetinin meşruiyetini sağlamak için uydurulduğunu” iddia edebiliyor. Bunlara göre, Kurtuluş Savaşı ‘bir yalandır’, Büyük Taarruz bile aslında “savaş değildir, Yunanlıların çekildikleri bölgelere, peşinden Türk ordusunun girmesinden ibarettir”. Kurtuluş Savaşından sonra, “Hilafet kaldırılmış, İslam hukuku yerine Avrupalıların hukuku gelmiş, devlet laikleşmiş, insanlar dinsizleşmiş”. İşgalciler, zaten istediklerini elde etmiş olduklarından kendiliklerinden (!) gitmişler. Bugün, “Hilafet ve Şeriat ihya edilmeli, yasamanın kaynağı [millet iradesine değil] Allah’ın hükümlerine dayandırılmalı, devlet ve toplum yeniden [İslami esaslara göre] biçimlendirilmeli, Meclis bir ‘istişare’ meclisine dönüştürülmeli, Ümmet’in siyasi birliği sağlanmalıdır”.
Bunlar münferit olaylar, beyanlar değildir. Laik-dindar ayrımı üzerinden yürütülen ‘popülist’ İslamcı siyasi mücadelenin yansımalarıdır. ‘Laikliğe aykırı eylemlerin odağı’ olmaktan mahkum bir parti, bu sayede ‘menzile’ çok yaklaşmıştır.
“Hem laik hem Müslüman olunmaz, ya Müslüman olacaksın, ya laik..! Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir [diyorlar]. Yalan..! Koskoca bir yalan.. [Egemenlik] sandığa giderken milletindir, ama maddede ve manada egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” diyenlerin, Halife Abdülmecit Efendi özentisi bir hayat sürmeleri elbette bilinçli ve maksatlıdır. Kendileri söylüyor: “Milletimiz meşrebi ne olursa olsun, Allah diyen, peygamber diyen, en azından böyle gözüken herkesi desteklemiştir”.. Dürüstçe, ‘En azından böyle gözüken’ diyorlar..!
İslamcı popülizm, 1990’lardan itibaren, özellikle de son 15 yılda tabanını genişletmiş, çok güçlenmiştir. Türkiye, siyaset biliminde ‘popülizmin’ klasik örneği haline gelmiştir. Şaibeli 2017 Anayasa referandum sürecindeki, akıl almaz “Dünyanızı da, ahiretinizi de tehlikeye atmayın [yakmayın]” tehdidi, İslamcılığın zirvesini temsil eder. Türkiye 2018 başı itibariyle, dünyada demokrasinin en fazla gerilediği ülkedir ve artık ‘özgür olmayan ülke’ statüsündedir.
Türkiye’deki tek popülist siyasi hareket Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) değildir. AKP’yi diğerlerinden ayıran ve ‘başarılı’ kılan, en derin kırılma hattına, yani laik-dindar ayrımına dayanması, bunu da ustaca beka (terör ve dış tehdit) korkusuyla takviye edebilmesidir.
Cumhurbaşkanlığı, hükümet başkanlığı ve parti başkanlığının aynı kişide birleşmesiyle ortaya çıkan İslamcı ‘tek parti otokrasisi’ ve ürkütücü uygulamaları, iki yıldır süregelen—ve sonu gelmeyeceği anlaşılan—olağanüstü hal yönetimi, diğer tüm partileri, rasyonel davranmaya ve mümkün olan en geniş koalisyona imkan veren ‘demokrasi’ temelinde birleşmeye zorlamıştır. Almanya’da, Avusturya’da, Ermenistan’da, Brezilya’da, Güney Kore’de olduğu gibi.. Meşum sarmalı kıran budur. Kendi kendilerinin sonlarını hazırladılar.. Âz u tamahla..!
Yakın zamanda ‘Atı alanın Üsküdar’ı geç(e)mediğini’ görecekler—hep birlikte göreceğiz..
Vakit ‘demokrasi’ vaktidir..! Cumhurbaşkanı’na rağmen..