Haldun Solmaztürk
Cumhurbaşkanı-I ‘Alexander Van der Bellen’
Tek tek insanların olduğu gibi, toplumların tutum ve davranışlarını da ‘ihtiyaçları’ belirler.
En temel ihtiyaçlar, fiziki ve ekonomik güvenliktir. Yeme, içme, barınma, hayatta kalma gibi.. Temel içgüdülerimiz aslında bu tür temel ihtiyaçları karşılamaya, tatmin etmeye yöneliktir.
Güvenlik ihtiyacının hemen ardından ‘kimlik’ gelir. Çünkü kimliklerimiz, bizi biz yapan değerler bütünüdür. ‘Kültür’ veya ‘yaşam tarzı’ olarak kodlanırlar.. Kimlik, yeme-içme gibi mutlak, somut bir kavram değildir, algıya ve kabüle dayalıdır. Kimliğimize—yani biz’e—yönelik ‘tehdit’ gerçek olmasa da, tehdit algısı ve savunma davranışı çok güçlü olabilir. Uç örneklere gidildiğinde kimliğin—yaşam tarzının—korunması, savunulması ‘yaşamsal’ önem kazanabilir. Algıların kökleri tarihe, ortak hafızaya, sosyo-psikolojik şartlanmışlıklara dayanır.
Esas olarak temel içgüdülere dayanan, birinci seviye ihtiyaçlar diyebileceğimiz ‘güvenlik’ ve güvenliğe yönelik ‘ortak’ tehdit algıları, toplumları yakınlaştırır, onları ‘millet’ yapar. Ama, kültür ve yaşam tarzıyla ifade edilen, kavramın doğası gereği farklılaşan ‘kimliklere’ yönelik tehdit algısı milletleri böler, alt grupları birbirinden uzaklaştırır. Örneğin Türkiye’de kimlikler üzerinden bölünme, esas olarak laik-dindar (%52) ekseni üzerindendir. Bunu, sağcı-solcu (%15.7), doğulu-batılı (%13.7), zengin-fakir (%9.5), şehirli-taşralı (%9.1) eksenleri izler. (‘Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’ TSSEA-2018. Kadir Has Üniversitesi.)
Bir ülke için en olumsuz koşul, toplumda hem güvenlik, hem de kimliklere olan tehdit algılarının aynı anda yükseliyor olmasıdır. Örneğin, yine Türkiye’de ‘terör’, yani güvenlik tehdidi algısı %47.1, ‘işsizlik ve hayat pahalılığı’ yani ekonomik güvenlik tehdidi algısı ise %30.2’dir. (TSSEA-2018) Böyle durumlarda, bir süre sonra milletleri ‘millet’ yapan ortak kimlik hızla aşınır, duygusal kopma başlar, ortalık sorumsuz halk dalkavuklarına, laf cambazlarına kalır. İhtiyaçlar piramidinin üst seviyelerindeki insani yüksek değerler ‘ihtiyaç’ olmaktan çıkar, demokrasi hızla geriler ve toplumlar alacakaranlık kuşağına girerler.
Nitekim, Türkiye’de, çok yüksek değerlerdeki terör tehdidi, işsizlik ve pahalılık algısı yanında, ‘hak ve özgürlüklerin kısıtlanması’, toplumun sadece %3.9’u tarafından, ‘Kürt sorunu’ ise daha da düşük oranda, %3.5 tarafından bir ‘sorun’ olarak görülmektedir. Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, adam kayırma, kötü yönetimin ‘sorun’ olarak algılanması %3’ün de altında, yani istatistiki olarak ihmal edilebilir seviyelerdedir. (TSSEA-2018) Ve Türkiye, tüm dünyada, son 10 yılda demokrasisi en fazla gerileyen ülkelerin başındadır—gerileme -32’dir. ‘Viktoratör’ Viktor Orban’ın Macaristanı’nda -20, karısını devlet başkan yardımcısı atayan İlham Aliyev’in Azerbaycanı’nda -19, gazeteci ve muhaliflerin cehennemi Vladimir Putin’in Rusyasında -12, son 10 yılın büyük kısmını iç savaşta geçiren Beşar Esat’ın Suriyesinde bile -10 olan gerileme, Türkiye’de -34’tür. (Freedom in the World 2018-Turkey) Kabullenilmesi zor bir gerçek, kabus gibi.. Zaten bazıları da bir türlü kabullen(e)miyorlar..
Bu gerçeklikler, çoğu zaman bize öyle gibi gelse de, Türkiye’ye özgü değildir. Doğu’da da, Batı’da da benzer olguları, çarpıcı örnekleriyle görmek mümkündür. Toplumları birbirinden ayıran, bu açmazlarla ‘birlikte’ mücadele, onları aşma yetenekleridir. Bu anlamda olumlu fark yaratacak olanlar, fikir ve kanaat önderleri, aydınlar, devlet adamlarıdır. Cumhurbaşkanlarının sorumlulukları hepsinin üzerindedir. Anayasaların hepsinde, milli birlik ve dayanışmayı sağlama—ve mutlak tarafsızlık—cumhurbaşkanlarının asli görevi olarak öngörülmüştür.
Avusturya, tarih boyunca güçler mücadelesine sahne olmuş, sürekli ‘tehdit’ algılamış, 8,5 milyonluk küçük bir ülkedir. 16. yüzyılın başından I. Dünya Savaşı sonuna kadar, Osmanlı tarihinde özel bir yeri olmuştur.. ‘Türklerin’ de Avusturya halkının ortak hafızasında özel yeri vardır. Viyana’nın her köşesi, 1529 ve 1683’teki iki kuşatmayı ve sayısız savaşları hatırlatan, ‘tehdit algısını’ canlı tutan objelerle doludur. Ancak, tehdit algısı ‘Türklerle’ sınırlı değildir.
Avusturya, 1938’de Hitler tarafından ilhak edilmiş, Ostmark adıyla Almanya’ya katılmıştır. II. Dünya Savaşı sonunda, Almanya gibi Avusturya da kısmen Sovyet işgali altına girmiş, Viyana—Berlin gibi—işgal bölgelerine ayrılmış, ülkenin doğusu 1955’e kadar Sovyet işgalinde kalmış, ekonomik kaynak ve tesisleri talan edilmiştir. Bağımsızlığını ‘tarafsız’ kalmak koşuluyla elde edebilmiştir—bugün de öyledir. Savaşın ve savaş sonrasının travması, hala canlı ve derindir.
Ülke, Soğuk Savaş sonrası artan işsizlik ve bozulan ekonomi yüzünden siyasi çalkantı içine girmiş, Avrupa Birliği üyeliğinden gelen ekonomik tehdit algısı artmıştır. Buna, önce Doğu Avrupa, sonra da Kuzey Afrika ve Ortadoğu kaynaklı mülteci ve sığınmacı akınıyla güçlü bir kimlik tehdidi de eklenmiştir. Avusturyalılar bugün, hem ekonomik haksızlığa uğradıkları, hem de farklı bir ‘kültür’ tarafından işgal ediliyor olduklarını, yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu düşünüyor, korkuyorlar..
Avusturya siyasetine, geleneksel olarak, ‘sağ’ hakimdir. Halkın ortak hafızasında zaten mevcut olan, tarihten gelen ‘korku’ yüzeye çıkınca, ülke 1990’lardan itibaren giderek ‘aşırı sağa’ kaymış, Joerg Haider liderliğindeki Özgürlük Partisi bu ortamda hızla güçlenmiştir.
Merkez ve sol partiler, aşırı sağın yükselişini durdurmaya ve tedbir getirmeye çalıştılar, ama başaramadılar. Mülteci akını—Macaristan ve Polonya’da olduğu gibi—zaten sağa eğilimli bir siyasi ortamda, çok güçlü bir katalizör etkisi yaptı. Savaş sonrası Avusturya siyasetine egemen olan Sosyal Demokrat Parti (SPÖe) ve Avusturya Halk Partisi (ÖeVP) yanında siyasi yelpazeye giren Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖe) bu sürecin ürünüdür.
Özgürlük Partisi daha 1950’de eski Nazi Partisi üyeleri tarafından kuruldu. Parti, Haider’in liderliğinde, ilk kez 2000 yılında, yine Halk Partisi ile koalisyon ortağı olarak iktidara gelmiş ve 2005 yılına kadar Avusturya’nın yönetimine damgasını vurmuştu. İktidar ortağı olmaları Avrupa’da o kadar endişe yaratmıştı ki, AB izleme ve tedbir kararı almış, AB kanun ve normlarına aykırı bir gelişme olmadığını görünce 6 ay sonra kaldırmışlardı. Ama, sonraki yıllarda, bütün Avrupa’da olduğu gibi Avusturya’da da—özellikle de orada—popülist, aşırı sağ, ırkçı akımlar ve partiler daha da güçlendiler.
Geçtiğimiz Ekim ayındaki erken seçimlerden muhafazakar Avusturya Halk Partisi (ÖeVP) oyların %31,5’ini alarak önde çıktı. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi %26.9, Avusturya Özgürlük Partisi de %26 ile hemen arkasında yer aldı. Sonunda muhafazakar Halk partisi aşırı sağcı Özgürlük Partisi ile koalisyona gitti. Bu ‘milli ve yerli’ koalisyon, halkın %57,5 oyunu temsil ediyor, ama bu durum 1934’teki ‘faşist’ hükümetten beri Avusturya’yı yöneten en sağdaki hükümet olduğu gerçeğini değiştirmiyor.. Avusturya’nın siyasi gerçekliği bu..
Özgürlük Partisi koalisyonda içişleri, savunma, dışişleri bakanlıklarını aldı, parti lideri Heinz-Christian Strache (48) başbakan yardımcısı oldu. Halk Partisi, Hristiyan demokrat gelenekten geliyor. Başbakan Sebastian Kurz (seçildiğinde 31 yaşında), dünyanın en genç lideri, parlak bir politikacı.. Ama, neo-Nazi Özgürlük Partisi’nin koalisyondaki güçlü konumu, 2000’de olduğundan daha da fazla endişe yaratıyor. Asıl endişe kaynağı FPÖe’nin polis, ordu ve istihbarat kurumlarını, yani üniformalı güçleri (uniformiert) kontrol ediyor olması.. Buralara kendi kadrolarını yerleştirmelerinden, basın üzerindeki baskıyı artırmalarından, demokrasiye aykırı uygulamalara gitmelerinden endişe ediliyor. FPÖe, kendisine benzeyen partiler tarafından yönetilen Visegrad grubuna (Polonya, Macaristan, Çekya, Slovenya) katılmayı hedefliyor. Geert Wilders, Marine le Pen gibileri için ‘Avrupa’daki değişimi müjdeliyor’.
İşte burada ‘Cumhurbaşkanı’ devreye—ve denkleme—giriyor..!
Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen, Yeşiller’in eski başkanı, 74 yaşında.. Yeşil Parti’nin 2008 yılında—ilk kez—oy kaybetmesi üzerine başkanlıktan ve partiden ayrılmış.. (Birilerinin kulağına küpe olsun..) Annesi Estonyalı, babası Rus.. Stalinizm teröründen kaçıp Avusturya’ya sığınmışlar, Van der Bellen 1944’te, savaşın içinde Viyana’da doğmuş..
Van der Bellen Mayıs 2016’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerini (Bağımsız aday olarak, ama Yeşillerin desteğiyle) sadece 31,000 farkla kazandı. Rakibi Özgürlük Partisi’nden Norbert Hofer’di. Avusturya Anayasa Mahkemesi (orada böyle bir mahkeme var) usulsüzlükler nedeniyle seçimleri iptal etti. (Orada Anayasa Mahkemesi kararları uygulanıyor.) Seçimin Ekim ayı içinde tekrarı gerekiyordu, ama postayla oy kullanma zarflarının zamklarındaki imalat hatası nedeniyle tekrar ertelendi. (Orada Yüksek Seçim Kurulu da var.)
Van der Bellen Aralık’taki seçimlerde, FPÖe’li Norbert Hofer’i 7.6 puan geride bırakarak oyların %53.8’ini aldı, Ocak 2017’de göreve başladı. Hoşgörülü, farklılıklara saygılı, ideolojik ve etnik nefreti reddeden bir Avusturya için çağrıda bulundu. Dahası, kendisi öyle davrandı, berrak bir bilinç ve partiler üstü duruşla, kuvvetler ayrılığının ve demokrasinin garantisi, ‘iyi ve doğru’ örnek oldu.
Avusturya’daki, parlamenter yarı-başkanlık rejimidir; başbakan ve bakanlar Cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilir, ama parlamento onayına tabi olmazlar. Van der Bellen koalisyon görüşmelerinde aktif olarak yer aldı, otoriterliğe karşı sözler verilmesini talep etti. Sonunda ortaya çıkan 180 sayfalık koalisyon protokolüne desteği, Avusturya halkının gözünde, hükümete kefil olmasıdır. Van der Bellen’in kefaleti Avusturya halkı için değerlidir.
Bütün bu gelişmelerin arka planında 10 ay arayla yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler var. ‘Yeşil’ Van der Bellen Aralık 2016 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %53.3 alırken, Yeşiller Ekim 2017’deki genel seçimlerde %4’lük barajın altında kaldılar. Hofer ve Özgürlük Partisi de, 10 ay içinde %46.7’den %26’ya düştü. (Başkent Viyana’da Van der Bellen’in %65 oy oranına karşılık Hofer’inki %35’te kalmıştı..) Siyaset sürprizlerle dolu diyenler oldu ama, belki de bu sonuçlar sürpriz değil.. Nasıl okuduğunuza bağlı.. Anahtar, Avusturya halkının Van der Bellen’i nasıl okuduğunda.. Onu ‘Cumhurbaşkanı’ olarak görüyorlar.. Dürüst, tarafsız, demokrat, benlik kavgasını geride bırakmış bir insan..!
‘Yeşil’ Cumhurbaşkanı Van der Bellen, 18 Aralık 2017 günü, muhafazakar-aşırı sağcı koalisyon hükümetinin göreve başlama töreninde, derinden bölünmüş Avusturya toplumuna güven verdi, kutuplaşmış Avusturya siyasetine ‘milli birlik’ aşıladı. Bizde, lafta ‘devlet kurumlarının uyumlu çalışmasını sağlar’ denen şeyi yaptı.. Konuşması ‘demokrasi dersi’ gibiydi: “Bir hükümet Avusturya'nın iyiliği için çalışmalı. .. Seçilmiş olduğum andan itibaren, [Cumhurbaşkanı olarak] tüm Avusturyalıların temsilcisi olmak benim görevim ve sorumluluğumdu. .. Aynı şey yeni federal hükümet, sizin için de geçerlidir. Avusturya'daki bütün insanların refahını düşünmelisiniz. ..Anayasaya saygı duyulmalı ve saygı gösterilmelidir. Bunun için yemin ediyorsunuz.. Alles Gute und viel Erfolg!”
Avusturya’daki cumhurbaşkanlığı—bir zamanlar Türkiye’de de olduğu gibi—siyaset ve partiler üstü; devletin ve milletin birliğini temsil ediyor.. Anayasa, cumhurbaşkanı için çok sade bir yemin metni öngörüyor: “Anayasa'ya ve Cumhuriyetin bütün yasalarına sadakatle uyacağıma ve görevimi bilgimin ve inancımın elverdiği en iyi şekilde yerine getireceğime mukaddesatım üzerine yemin ederim”.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki metin biraz daha uzun, ama benzer sözlerle bitiyor: “..Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine and içerim”..
‘Metinler’ özde aynı.. Anayasaya ve kanunlara sadakat, tarafsızlık..!
Türkiye’nin bugün karşı karşıya bırakıldığı temel açmaz şu: aynı zamanda siyasi parti genel başkanı olan cumhurbaşkanının ‘tarafsız’ olması manen, maddeden, aklen ve ahlaken mümkün olamayacağına—olmadığına—göre, Türk milletinin birliğini kim temsil edecek, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını kim, nasıl sağlayacak?
Devam edecek..