Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Asker ve Savaş-III: "NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız.."

Türkiye’nin, 1949’da kurulan NATO’ya üye olması için ilk girişimi Cumhuriyet Halk Partisi yapmıştı. CHP başarılı olamadı, ama NATO’ya inancını gösterdi. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, CHP’nin başaramadığını, değişen konjonktür sayesinde başardı (!) ve Türkiye 1952’de NATO üyesi oldu. Kore’de savaşan Türk tugaylarının büyük kahramanlığı bu bağlamda ‘katalizör’ etkisi yapmıştır. DP, özellikle 1950-1960 döneminde, ‘en eşit’ üyeyle imzalanan ‘ikili’ anlaşmalarla, sadece inancını değil—neredeyse kayıtsız şartsız—bağlılığını da ispatladı. Alparslan Türkeş’in 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okuduğu ‘idareye el koyma’ duyurusunun en sonunda da “NATO’ya inanç ve bağlılık” beyanı vardı.

NATO’ya ‘girmek’ derken aslında söylenmek istenen ‘kabul edilmektir’, bugün Avrupa Birliği üyeliği için de olduğu gibi.. Şayet NATO üyeliği, sonuçları itibariyle ‘emperyalizme alet olmak’ ise Türkiye—sadece Demokrat Parti hükümeti değil, iktidar-muhalefet, ve de ‘ihtilal’ kadrosu—bunu bir ‘milli’ dava olarak benimsemiştir. Gerçek şudur ki, genelde sanıldığının aksine, Türkiye’nin NATO üyeliği Batı’ya rağmen gerçekleşmiştir.

İttifak içinde, Türkiye’nin NATO üyeliğine başından itibaren açıkça karşı çıkılmıştır. Kore’de, Kunu-ri’den hemen sonraki kritik dönemde ABD, geleneksel ‘müttefiklerinden’ takviye birlikler talep etmiş, fakat Türkiye’den ek birlik istemekten özenle kaçınmıştır. Dışişleri Bakanı Dean Acheson’ın bu konudaki değerlendirmeleri çarpıcıdır: “Türkiye'nin ABD’den tam bir güvenlik taahhüdü konusundaki ısrarlı talebi [yüzünden] …bu aşamada Türklerden ek kuvvet göndermelerini istemek akıllıca olmayacaktır. [Ama] Onlar kendiliklerinden böyle bir teklif yaparlarsa, fırsat mutlaka değerlendirilmelidir”. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi—doğru olarak—NATO üyeliği için siyasi yatırım olarak görülmüştür. Batı/ABD, bu ‘yatırımın’ getirebileceği ‘yükü’ istemediğinden, Türkiye’yle ‘ortaklık’ izlenimi vermek de istememiştir.

Türkiye’yi yönetenlerin, buna rağmen, NATO’ya üye olmakta ısrarlı olmalarının temel nedeni yakın ve açık Sovyet tehdididir. Kore Savaşı, ‘demokrat hür dünya’ ile iki diktatörün yönettiği ‘otokrat sosyalist/komünist dünya’ arasındaki küresel savaşın bir cephesi olarak görülmüştür. Türkiye, Kore’deki savaşa, kendisini Batı’nın koruma şemsiyesi altında güvene almak için, yani ‘milli savunma’ maksadıyla katılmıştır.

Mecliste 30 Haziran 1950 günü yapılan ilk Kore görüşmesinde açıkça, İran, Yunanistan ve Yugoslavya’da olduğu gibi, Türkiye’nin de Sovyetlerin müdahalesine maruz kalabileceği, Kore’ye asker göndermenin ‘Türk-Amerikan yakınlaşmasını sağlayacağı’ ifade edilmiştir. Türkiye’nin NATO’ya alınma kararının—Kore’ye asker gönderme kararından sonra da—gecikmesi (!) hayal kırıklığı ve kızgınlık yaratmıştır. NATO Konseyi’nin, nihayet Eylül 1951’de aldığı ‘üyeliğe davet’ kararı da ‘Kore kahramanlarının katkılarına’ bağlanmıştır.

Asıl sorulması gereken soru, bu tehdit ‘algısının’ ne kadar isabetli olduğu ve bu algının gerçeklik zeminidir. Belki o zaman Kore Türk Tugayı ve Türkiye’nin NATO üyeliği üzerine olan tartışma ve spekülasyonlar bir akıl ve mantık zeminine oturtulabilir.

1. Dünya Savaşı’nda ölenlerin toplam sayısı 60-85 milyondur. Sadece Çin’de 50 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Bu rakamlar—çeşitli araştırma sonuçları arasında bazı farklılıklar olsa da—1940’taki 2,3 milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık %3’üdür. Türkiye bunların dışında kalmış, ama sınırlarına dayanan yıkım ve ölümleri, savaşı endişeyle izlemiştir. Bu kitlesel ölümlerde savaşan her ülkenin payı ve sorumluluğu vardır. Amerika Birleşik Devletleri, Humeyni İranı’nda anıldığı şekliyle ‘Büyük Şeytan’ değilse de, elbette melek de değildir. Ama bu durum onun ‘düşmanlarını’ da melek yapmaz, ne Hitler Almanyasını, ne Stalin’in Sovyetlerini, ne de Mao’nun Çin Halk Cumhuriyetini.. Dünyanın kaderine etki eden bu ‘liderlerin’ dünya görüşlerinin, o dünyada kendilerine biçtikleri rollerin, hedeflerinin ve eylemlerinin doğru anlaşılması—ama öncelikle bilinmesi—gerekir.

Stalin, 1922-1952 arasında, 30 yıl Sovyetleri yönetmiştir. ‘Diktatör’ kelimesi Stalin yönetimini tarif etmeye yetmediğinden, Stalinizm denmiştir. Stalinizm; zorla çalıştırma, devlet terörüyle hüküm sürme ve Stalin’e her kim karşı çıkıyorsa acımasızca yok etmek demektir. Stalinizm’in şeytani katliamları Sovyetler Birliği’nin sınırlarını aşmıştır.

İşgal altındaki Almanya’da, Doğu Prusya, Pomeranya ve Silezya’da 1.4 milyon, Berlin’de 100,000’i aşkın Alman kadını tecavüze uğramıştır. Bu barbarlıktan, savaşta Almanya’nın müttefikleri olan Hırvatistan, Romanya, Macaristan gibi ülkeler de nasiplerini almışlardır. ‘Kızıl Ordu’ askerleri ve subayları, Ukraynalı, Polonyalı, hatta Almanlardan ‘kurtarılan’ Rus ve Yahudi kadınlara da saldırmışlardır. Yaygın tecavüzler 1948’e kadar devam etmiştir. Sadece Sovyetler değil, Amerikalılar, Fransızlar, İngilizler de—daha az sayılarda da olsa—bu suçları işlemişlerdir. Sovyetleri diğerlerinden ayıran, Stalin’in Kızıl Ordu’nun sistematik ve yaygın ‘toplu tecavüz kültürünü’ bilmesine rağmen, durdurmak bir yana, bunları meşru görmesi ve açıkça teşvik etmesidir. (Bu utanç lekesi Sovyet/Rus ordusu tarihine kazınmıştır.)

Yugoslavya’da, 1941-1945 arasında İngilizlerin desteklediği Çetnikler, Almanların desteklediği Ustaşi ve Stalin’in Kızıl Ordusunun desteklediği Partizanlar arasındaki mücadelede 1 milyon ‘Yugoslav’ diğer Yugoslavlar tarafından öldürülmüştür. Savaşın sonunda Romanya, Bulgaristan (Stalin’in kontrolunda), Arnavutluk (Mao’ya yakın olan Enver Hoca yönetiminde) ve Yugoslavya’da (Tito yönetiminde) komünist rejimler kurulmuştur.

Bu ülkelerin bugün hangi durumda oldukları ve ne tür sorunlarla boğuştukları ortadadır. Türkiye’nin durumu da elbette parlak değildir. Ama şu farkla ki, Türkiye’nin eline bir çok kez çağdaş ve demokratik bir devlet düzeni kurma fırsatı geçmesine rağmen, Türkiye’yi yöneten sivil-asker kadronun, tarihten, dünyadan ve ülkelerinden kopuklukları, entelektüel sığlıkları, basiretsizlikleri nedeniyle bu fırsatların TÜMÜ heba edilmiştir. Ama komünizmin sözde öncü partilerinin pençesine düşenlerin böyle bir fırsatı HİÇ olmamıştır. Stalin 30 yıl, Mao 30 yıl, Tito 35 yıl, Enver Hoca 40 yıl iktidarda kalmışlardır. Kuzey Kore’nin Kim hanedanı 73 yıldır hüküm sürmektedir. (Aslında her diktatörün hanedan kurma tutkusu vardır—başarabilirse..)  

Türkiye’nin NATO üyeliğine giden süreçte kritik yıl, İran Krizi ile başlayan 1946’dır. Ruslar 1945 yılı sonunda, savaş sırasında İngiliz ve Amerikalılarla birlikte işgal ettikleri İran’dan çıkmayı—1921 tarihli İran-Sovyet anlaşmasını dayanak yaparak—reddetmişler ve 1946’ya bu krizle girilmiştir. Sovyetlerin, 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşmasını yenilemek için ön şart olarak Türk Boğazlarını ‘ortak savunma’ hakkı, Kars ve Ardahan’ın da ‘iadesini’ talep etmeleri de bu dönemdedir. ABD, Washington Büyükelçisi Ertegün’ün cenazesini Nisan 1946’da İstanbul’a USS Missouri ile göndererek açıkça Türkiye’nin yanında yer almıştır.  

Churchill’in Mart 1946’daki ‘Demir Perde’ konuşması Soğuk Savaşın başlangıcı olarak kabul edilir. Soğuk savaşta Türkiye’nin yerini belirleyen, İran ve Yugoslavya’da olanlar ve Sovyet talepleri yanında, Yunan iç savaşıdır. Tito’nun—ve Stalin’in—desteklediği ‘komünistlerle’, Batı’nın desteklediği ‘milliyetçiler’ arasındaki kanlı Yunan iç savaşı 1949’a kadar sürmüştür. (Komünist yeniçeriler olarak yetiştirilmek üzere Balkanlara kaçırılan 28,000 çocuğun akıbeti hala belirsizdir.) Yedi milyonluk küçük bir ülkede 150,000 kişinin ölümüne, 1 milyon kişinin yerinden edilmesine sebep olan savaş, Stalin’le Tito’nun aralarının açılması ve Yugoslavya’nın Stalinci ‘komünistlere’ desteği kesmesiyle sona ermiştir.

1948’e gelindiğinde, Doğu Avrupa, Balkan Yarımadası, Orta Avrupa’nın büyük bölümü—Macaristan, Doğu Almanya—zaten Stalinizm’in demir yumruğu altındaydı. Çekoslovakya’da da, müdahaleyle bir komünist hükümet iş başına getirilmiştir. Stalin, aynı dönemde, savaştaki ‘müttefiklerini’ Berlin’i terke zorlamak için, şehri ablukaya almıştır. ABD, İngiltere ve Fransa, Berlin’in yiyecekten ilaca, yedek parçadan akaryakıta tüm ihtiyaçlarını, bir yıl süreyle havadan, 272,000 sorti yaparak karşılamaya çalışmışlardır. Hava Köprüsü Batı’ya 224 milyon dolara mal olmuştur ki o dönem için çok büyük bir rakamdır. Batı’yı NATO için harekete geçiren esas olarak Berlin ablukasıdır.

Türkiye NATO’ya böyle bir dünyada girdi. Etrafında olanlar ve Sovyet talepleri karşısında—bu taleplere ‘teslim olmak’ dışında—başka bir seçeneği yoktu.. Bunun böyle olduğu, yani üçüncü bir hareket tarzının olmadığı, üyelik sonrasındaki gelişmelerle de görülmüştür.

Kore’ye asker gönderme kararı, Türkiye’nin ‘milli güvenlik’ arayışının sonucudur. Kore savaşı bu arayışı daha da pekiştirmiştir. Kore’de üç yılda atılan bombaların toplamı 700,000 tondur, bunun 32,500 tonu napalmdır. Kore Savaşı’nda hayatını kaybeden sivillerin sayısı (çoğu Kuzey Kore’de) 2,5 milyondur. Bu sayı, o zamanki Kore nüfusunun %10’udur.

Stalin’in 1953’te ölümü üzerine Demir Perde ülkelerinde bazı umutlar belirdi. Nikita Kruşçef, gerçekten de, bazı eylem ve gösteriler üzerine Polonya ve Macaristan’a kısmi ‘liberalleşme’ ve ‘siyasi çoğulculuk’ fırsatı tanıdı. Ama bu umutların boş olduğu kısa zamanda görüldü ve 1955’te kurulan Varşova Paktı’nın ilk görevi (!) Macaristan’a müdahale oldu.  

Başbakan Imre Nagy, Ekim 1956’da, Varşova Paktı’ndan çıkacaklarını açıklayınca—Mao’nun ‘zafiyet göstermeyin’ uyarısıyla—Sovyetler binlerce tankla Macaristan’ı işgal ettiler, onbinlerce Macarı öldürdüler, cesetlerini tankların arkasına bağlayarak caddelerde sürüklediler. İki yüz bin Macar Batı’ya kaçtı. Imre Nagy idam edildi ve hapishanenin bahçesine gömüldü. Yerine ‘atanan’ János Kádár 1988’e kadar (32 yıl) ülkenin başında kaldı.

Aynı senaryo 1968’de Çekoslovakya’da Alexander Dubcek’e karşı tekrarlandı. Sovyetler, bu sefer Macaristan, Polonya, Doğu Almanya ve Bulgaristan silahlı kuvvetlerinin de katılımıyla, 200,000 asker ve 5,000 tankla Çekoslovakya’yı işgal ettiler ve ‘Prag Baharı’na son verdiler. (Dubcek idam edilmedi, orman koruma memuru yapıldı ve Bratislava’da görevlendirildi.)

Stalin’in tek ‘rakibi’—açık ara—Mao Zedong’dur. Mao, 40 milyon insanın ölümünden sorumludur. Kişi kültüne dayanan Mao tipi ‘megalomanların’ hastalıklı beyinlerini ve ruhlarını yansıtan İleri Büyük Sıçrama veya Kültür Devrimi gibi projeler bu ölümlerden sorumludur. Maoizm’e hizmette başarının (!) ölçüsü tutuklama ve infazlar olmuştur. Türk Tugayı’nın Kore’de savaştığı, 1950 Kasım’ında Yalu’yu geçip Kore’ye giren Mao ordusudur.

Türkiye’nin Kore’de ‘emperyalistlere’ alet olduğu iddiasının belki Türkiye’de hala alıcısı vardır ama Güney Kore’de olmasa gerek.. Orada, Kuzey Kore’nin ‘Üstün Lideri’ Kim Jong-un—veya babası veya büyükbabası—gibi, empati ve merhametten yoksun sadist bir narsistin temsil ettiği siyasi rejimde yaşamanın ne anlama geldiği iyi bilinir. (Üstün Lider’in eli cebinde verdiği emirleri, hikmetleri, heyecanla tek tip kalemlerle, tek tip defterlere yazan, tek tip üniformalar içindeki tek tip zavallılara bakın, göreceksiniz.)

Asıl olan şudur: Türkiye’yi Kore’de savaşmaya ve NATO’ya üye olmaya iten, emperyalizmin veya ABD’nin ya da Batı’nın cazibesi (!) değil, Sovyet saldırganlığından duyulan gerçek endişedir. Türkiye ve Yunanistan’ın katılımıyla üye sayısı önce on dört, 1955’te (Batı) Almanya’nın da katılımıyla on beş olan ittifak içinde, özellikle 1950-1960 döneminde sadece bir-iki ‘üyeyle’ yapılan ‘gizli’ ve ‘çok gizli’ ikili anlaşmalar NATO’dan ayrı bir çerçevede ele alınmalıdır. ‘Askerin’ 1960’dan başlayarak Türk siyasetinde oynadığı belirleyici rol de öyle..

‘Emperyalizme’ veya ‘faşizme’ veya ‘komünizme’ veya ‘İslamcılığa’, sadece karşı olmak, yerine anlamlı bir şey önerilemediği ve hayata geçirilemediği sürece hiçbir şey ifade etmez, etmemiştir. Atatürk Cumhuriyeti’nin temelinde ‘demokrasi’, özgürlük, bağımsızlık ve aydınlanma vardır. Ama askeri yönetenler—ülkeyi de yönetmeye soyunanlar—tarihin yanlış tarafında yer almışlardır. Muharebeleri kazanan askerin, ‘savaşı’ kaybetmiş olması acı bir gerçektir. Türkiye’nin—ve askerin—sorunları, Kore Savaşı’ndan ve NATO’dan çok daha derinlikli ve kapsamlı bir çerçevede ele alınmalıdır.

Kore’deki Türk askerinin hikayesi, esaretteki duruşları da anlatılmadan eksik kalacaktır.

Devam edecek..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi