Prof. Dr. Murat Somer: Toplum olarak çürüyoruz

Cumhurbaşkanı Erdoğan Gezi eylemcilerine ‘çürük ve sürtük’ diye hitap edince haklı olarak büyük bir tepki oluştu. Bütünleştirici güç olması gereken bir cumhurbaşkanı neden bu dili kullanıyor? Karşılık olarak muhalefet nasıl pozisyon almalı? Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi, siyaset bilimci Prof.Dr. Murat Somer’e sordum. Somer’e göre siyasal amaca yönelik söylemsel bir şiddet var.

- Biliyoruz ki bugün hem dünyada, hem de Türkiye'de çatışmacı bir anlayış hüküm sürüyor, ancak çatışmacı dil daha ileri gitti, halkına küfür etmeye vardı... İktidar benzer sözlerin bedelini ödemedikçe daha da ileri gidiyor ve her gelinen nokta, bir öncekini doğal kılıyor sanki... Bunu sağ popülizmle açıklamak mümkün mü?
Bence hayır. Popülist ögeler var, ama tabii bu yeterince açıklayıcı değil. Nedenleri ve hedeflerinin yanı sıra zaman içindeki içerik ve şiddetteki kaymaları da açıklamıyor. Bu dil kutuplaştırıcı bir dil. Aynı zamanda da siyasal bir strateji ve zor kullanma aracı. Yani siyasal bir amaca yönelik olarak kullanılan söylemsel bir şiddet söz konusu.

- Peki buradaki siyasal amaç ne?
Akademik çalışmalarımda irdelemeye çalıştığım üzere, AKP’nin daha ilk yıllarından itibaren belli siyasal hedeflere ulaşmak için kutuplaştırıcı siyaseti ve dili kullandığını görüyoruz. Ama zaman içerisinde hedef değişiyor. O zamanki amacıyla bugünkü farklı. AKP ilk dönemlerinde “dahil edici kutuplaştırma siyaseti” izledi. Muhalefetten ve siyasetin çeperlerinden geliyordu. Ve temsil ettiği, aralarında birçok dezavantajlı kesim de olan kitleleri, kendi kimlik ve ideolojisini, devlete ve ana akım topluma kabul ettirmek, dahil etmek, pastadan daha çok pay aldırmaya yönelik bir siyaset takip etti. Bunun için de toplumu ayıran, bir yandan mevcut kitlesini konsolide ederken güçlenmek için farklı kesimlerden yeni katılımları da davet eden, yani kapsayıcı bir boyutu da olan, bir yandan da direnç gösterecek kurum ve kitleleri itibarsızlaştırmaya yönelik bir dil ve siyaset kullandı. O zaman AKP aynı zamanda yükselen bir siyasal hareket ve güçtü.

- Bugün?
Bugün ise AKP kendi elitini yaratmış, devlete dahil olmuş, kendi kitlelerine önemli ayrıcalıklar sağlamış ve sağlayan, yirmi yıllık bir iktidar. Aynı zamanda da gerileyen, küçülen, zayıflayan bir hareket. Dolayısıyla bugün “dışlayıcı/korumacı kutuplaştırma siyaseti” izliyor. Yani yeni elit ve halk kesimlerini iktidara getirmek, dahil etmek ve pastadan daha fazla pay almaya yönelik değil. Elindeki gücü kaybetmemek ve paylaşmamak, kitlesinin ayrıcalıklarını korumak, yolsuzluklar için hesap vermemek, bunun için de diğer herkesi dışlayan bir dil ve siyaset. Bu bağlamda ‘halk’ derken kastettiği de tüm Türkiye Cumhuriyeti halkı değil kendi eliti ve tabanı. Bunu Erdoğan’ın konuşmalarında uzun süredir gözlemliyoruz. Halk veya “biz” derken açıkça tüm halkı değil de sadece kendi destekçilerini işaret ediyor. Bu bağlamda son kullandığı küfür ile de halka küfür etmiş olmuyor, kendi açısından “bizi” tehdit eden “onlara” yani düşmanlara hakaret ediyor, ama söylemeye gerek olmamalı ki bu herkes için yıkıcı bir siyaset. Çünkü söz atıldığı yerde kalmaz, tüm bir toplum olarak çürüyoruz.

Yolsuzlukları korumak için…

- Geçmişte ‘ahlak normları'nın kullanıldığı bir siyasete tanıklık ettik mi biz?
Burada siyah beyaz karşılaştırmalar yapmamakta fayda var. Cumhuriyet boyunca devletin ve siyasetin kutuplaşmayı kullandığını görüyoruz. Ama bugünkü kadar sorumsuz, sağduyunun ve birlikte yaşama içgüdüsünün bizzat iktidar tarafından kenara bırakıldığı bir dönem yok. Bir analoji yapmak gerekirse benzer şeyleri hukuk devleti ve yolsuzluklar için de söyleyebiliriz. Türkiye’de hiçbir zaman tam hukuk devleti olamadık. Ama bugünkü kadar kanun, teamül ve mevzuatın yani kanun devletinin tasfiye edildiği ve keyfiliğin muktedir olduğu bir dönem yok. Askeri yönetimlerde bile. Keza yolsuzluklar hep gerçeğimiz ve yumuşak karnımız olmuş. Ama bugünkü kadar sistematik ve kurumsallaştırılmış bir yolsuzluktan söz etmek mümkün değil. Zaten dediğim gibi son dönemki kutuplaştırıcı söylemsel şiddet de önemli ölçüde bu yolsuzlukları korumak, kaybetmemek ve hesap vermemeye yönelik.

Şiddet içeren bir dil

- İktidarın bu dili kullanmadaki amacı ne olabilir? Bir rant devşirmesi mümkün mü?
Ranttan ne kastediyoruz, bunu netleştirmek önemli. Siyasette özellikle otoriter yönetimler altındaki siyasette rant sadece oy değil. AKP şu anda meşru toplumsal destek, yani oy olarak hızla eriyen bir parti. Ama bir de gayrimeşru destekleri var. İçeride ve dışarıdaki yolsuzluk ortakları, akçeli işler içindeki tarikatlar, mafyatik ve paramiliter örgütler ve bürokrasi içinde anayasaya aykırı çalışan gruplar gibi. Burada anlaşılması gereken en önemli konulardan biri önümüzdeki dönemde AKP içinde en azından belli kesimlerin seçim-dışı ve şiddet içeren yöntemleri denemek için ortam ve zemin kolladığı ve kollayacağı. Bu çok açık. Bahsettiğimiz dili de bu bağlamda düşünürsek sadece hakaret veya küfürle tanımlamak mümkün değil. Şiddet içeren bir dil. İktidarın düşman gördüklerine, ki bu artık bir azınlık değil toplumun önemli bir çoğunluğu, bu kesimlere ve muhalefete karşı şiddeti meşrulaştıran bir dil. Çok da gizlemeden dinleyenlerine “bunlara” “düşman hukuku uygulanabilir” diyor. Yani rant çıkar mı derken oy kastediyorsak bence oy çıkmaz. Ama en büyük rant ne pahasına olursa olsun ve halkın iradesine rağmen iktidarda kalmak. Bu anlamda ranta ve tabanının militan kesimlerini zinde tutmaya yönelik. Ben böyle görüyorum. Böyle bir rant çıkar mı? Büyük ölçüde muhalefetin yapacaklarına bağlı.

***Tam da onu soracaktım. Bu noktada muhalefet nasıl davranmalı?
Öncelikle bu dile karşı ve herkes için demokrasi, hukuk ve refah için dik ve beraber durmalı. Millet İttifakı ve 6’lı Masa uzlaşması çok önemli. Yeni ve daha medeni, sizin deyiminizle “ahlak normlarının” olduğu bir siyaset için zemin ve güven inşa ediyor. Eğer sürerse yeni bir normal oluşturacak. Ama bunun korunması ve demokrasi ve adalet konularında ortak ses çıkarabilmesi lazım.

İkincisi seçim-dışı ve gayrimeşru siyaset biçimlerine karşı hazırlıklı, dik, proaktif ve zinde durması. Örneğin seçim güvenliği çalışması çok önemli. Bunun için sivil toplumla sinerji ve güven kurulması da çok mühim.

Kışkırtmaya gelmemeli

Üçüncüsü kışkırtmaya gelmemesi ve halka, iktidarın bahsettiğim siyasetinin iç yüzünü basit, net ve kanıtlarıyla anlatması lazım. Bunu da hikâyeleştirmesi. Bu neden önemli? AKP’ye destek vermiş vermemiş herkesin buraya nasıl geldik ikna olabilmesi için. Örneğin kısa zaman öncesine dek yaşam standartlarında yükselme hisseden kesimlere bu algının neden bir sanrı olmadığını ama üretime değil de borca ve yalana dayalı olduğu için sahte ve sürdürülemez olduğunu nasıl anlatacaksınız? Bu ancak hikâyeleştirerek anlatılabilir.

Kadro vurgulanmalı

Dördüncü, iktidarın medya hegemonyasında gedikler açma yollarını aramalı.
Beşincisi ve en önemlisi, muhalefet iktidarın sergilediği bu siyasete karşı diliyle, tavrıyla, programıyla, kadrosuyla ve çözüm önerileriyle net ve ikna edici bir alternatif sunmalı. Net ve olumlu bir kontrast ve tercih oluşturmalı. Adeta samimi AKP destekçileri dahil herkese “sonu olmayan bu yolu istemiyor daha iyisini istiyorsanız, demokrasi ve refah istiyorsanız bize katılın” demeli. Burada ortak aday(lar) konusu da çok önemli, çünkü bu alternatif adaylarla özdeşleşecek, onlar temsil edecek. Fakat tek bir adaya indirgenmemeli, kadro vurgulanmalı. Tüm bu konularda muhalefetin şu ana kadarki başarıları yabana atılmamalı. Ama yol uzun ve engebeli olabileceği kadar, doğru siyaset uygulanırsa umulduğundan daha hızlı bir toparlanma da olabilir. Yani belki birçok önemli koşul daha eklenebilir: Halka güvenmek. Doğru siyasete halk olumlu yanıt verecektir.

Pasta küçüldükçe değirmeni döndürmek zorlaşıyor

- Hep şu söyleniyor: “Ekonomi konuşulmasın diye...!” Konuşulmasa da ekonomi hayatımızın her alanında sıkıntılı bir şekilde kendini gösteriyorken, 'laf siyaseti' bunu unutturabilir mi?
Muhalefet doğru siyasetleri uygularsa bence unutturamaz. Ama olumsuz senaryolarda yukarıda bahsettiğim siyasetle kısmen de olsa unutturabilir, zaten bu siyaset de bu yüzden uygulanıyor. Ekonomik buhranın iki etkisi unutulmamalı. Bir, iktidara tepki uyandırırken aynı zamanda da toplumu bitkinleştiriyor, geçim kaygısı olan ama hâlâ kaybedeceği şeyi olan kitlelerin otoriterliğe direncini de zayıflatabilir, teslimiyeti de teşvik edebilir. Ama ikincisi daha önemli. Nasıl mülteci sorunu da bir kısım iş kesiminin işine geliyorsa, buhran da herkesi aynı etkilemiyor. Servet aktarımı niye oluyor? Bir kesim kazanıyor. Kriz ayrıca iktidarın koruduğu kitlelerde bir “elindekini koruma” güdüsünü de tetikliyor. Pasta küçüldükçe değirmeni döndürmek zorlaşıyor. Zaten yukarıda bahsettiğim dışlayıcı/korumacı kutuplaştırma siyaseti tam da bu kesimlerin duygusuna hitap etmeyi hedefliyor. Ama bu kesimin artık azınlık olduğu unutulmamalı. Yani bu kesime dayanmak artık seçim yoluyla iktidarda kalmaya yetmez.

Bizim kültürümüzde saygı vardır

* Erdoğan; “Biz hep milletimizin diliyle konuştuk. Milletimiz bu vandalları nasıl tanımlıyorsa biz de öyle dedik” diye konuştu. Halk, kendi konuştuğu dil bu olsa bile devletin dilinin böyle olmasını ister mi? Empati kurar mı?
Hangi halk? Hangi millet? Ayrıca bizim kültürümüzde saygı ve ölçü de vardır, örneğin kahvede konuşur gibi anne babanın karşısında, büyüklerin yanında konuşulmaz. (İdeal olan her yerde aynı konuşmak olsa da) kadınların, çocukların, misafirlerin vs. yanında daha özenli konuşulur. Düşmanla konuşmanın bile bir hukuku vardır. Tabii bu normlara uymayanlar da çoktur, o da kültürün bir parçası. Ama en azından bana göre bizim kültürümüzde asıl bu tür müspet normlara uymayan kişiler için kullanılan oldukça olumsuz sıfatlar, caydırıcı nitelemeler vardır. Bir arada yaşama kültürümüzün teminatı ve geliştirilmesi gerekenler de bunlardır. Erdoğan yıllardır tamamen siyasal ve bencil motivasyonlarla kültürümüzün en kötü özelliklerini normalleştiren, en iyi ve en korunası özelliklerini ise feda eden bir dil ve siyaset kullanıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İpek Özbey Arşivi