Mustafa K. Erdemol

Mustafa K. Erdemol

“Nasıl bilirdin“
diye soran olursa

Tam olarak hangi yıldı kalmamış aklımda. Ama 12 Eylül faşist darbesinden kısa bir süre önce olduğundan eminim. UBA’da çalışan genç bir gazeteci olarak onun da konuşmacı olduğu bir paneli izliyordum. Tam kırk yıl geçmiş üzerinden. Ama geçen bunca yıla rağmen onun o gün söylediği sözleri hiç unutmadığımı belirtmeliyim. Panelistlerden biri, konuşmasında Yahya Kemal Beyatlı'dan da söz eden Nazlı Ilıcak’tı. Sıra ona geldiğinde Ilıcak’a dönerek, “Yahya Kemal’in Polonya’da Türkiye Büyükelçisi iken Nazilere karşı savaşan devrimci Polonyalı askerler için de yazdığı şiirler vardır. Umarım onları da biliyorsundur” dedi. Sağcı Nazlı Ilıcak’ı, solcu bilinen bir gazetecinin “bilgisiyle dövdüğü” bir andı. Alkıştan yıkılmıştı salon. Deli gibi alkışlayanlardan biri de bendim. Mehmet Barlas’ı tanımam böyle olmuştur.

Dönemin egemen dili hangisiyse onu konuşan biri olduğunu bilmediğim zamanlardı henüz. O sıralar yazdığı Milliyet’teki yazılarını da kaçırmazdık hiç. Ne kadar demokrat adamdı böyle. Demirelleri, Erbakanları, Türkeşleri ne de güzel eleştiriyordu. Onların hepsine “demokrasi dersi“ veren bir gazeteciydi. Basınımız ne kadar da şanslıydı onun gibi biri olduğu için. Genç gazeteciler olarak “hissiyatımız“ buydu. “Hissiyatımızla“ oynayan yalancı bir adama dönüşmesi çok çabuk olmuştur.

Darbeyi savunmuştu

12 Eylül darbesi geldiğinde durumu “anlayışla“ karşılayanların en önde gelenlerinden biri de oydu. “Akan kan durdurulmuştu nihayetinde“, “Türk ordusu Latin Amerika ordusuna benzemez, döner kışlasına“ diyenlerden, hem de bunu en kararlı biçimde dile getirenlerdendi. 12 Eylül darbesinden sonra ona verilen, Millyet’in birinci sayfasındaki Başyazı sütununda neler neler yazmadı ki darbeyi savunmak için. Her fırsatta, her şeyi bahane ederek darbe güzellemeleri yaptı. Mehmet Ali Ağca adlı bir aşırı sağcı, darbeden sekiz ay sonra 13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul’e suikast düzenlediğinde Barlas yine fırsatı kaçırmadı. “Bizi Anlıyor musunuz?“ başlıklı yazısıyla darbenin neden gerekli olduğunu yazdı.

“Kader“ işte. 1983’de, yani Özallı yıllarda, onun hala başyazarlığını sürdürdüğü Milliyet’te çalışmaya başladım. Küçük kabinler biçimindeki odalardan biri onundu. Tam odasının karşısındaydı masam. Dev boyuyla -gerçekten dev gibiydi – gelip giderken görürdüm hergün.. Asık suratlı biri değildi. Darbecilerin gözdesi olduğu, beni kandırdığı için sevmezdim hiç. Yanımdan geçip bana gülümserken içim yanardı.

Artık darbeci değil, onlara karşı Özalcı olmuştu. O kadar Özalcıydı ki darbecilerin eski siyasilere getirdiği siyaset yasağının kaldırılmasına Özal’la birlikte o da karşı çıkıyordu. Öte yandan başyazılarında demokrasiden söz etmeyi sürdürüyordu ama. Bir kaç yıl önce,2016'da darbe şefi Kenan Evren'i “İyi niyetli bir adamdı, ona bir teşekkür duygum var. Ben 12 Eylül darbesinden sonra yazarlığa başladım“ diye övmüşlüğü vardır.

O kaybolan anılar

Bir gün önemli bir askerin cenaze töreninde, hem sağın hem de “sol“un değer verdiği, sevdiği söylenen, eski İçişleri bakanlarından Hıfzı Oğuz Bekata ile tanıştım. Milliyet gibi bir gazetedeyim, “bir şeyler yapmak“ için can atıyorum. Bekata ile söyleşi yapmak istedim. Bana “söyleşiden daha iyi bir şey yapabilirsin“ diyerek o güne kadar yayınlanmamış anılarını yayınlama izni verdi. Nasıl sevindim anlatamam. “Ama“dedi, “ben anılarımı toplu olarak Barlas’a vermiştim, hala onda olmalı”.

Babıali’de sertliği ile bilinen ama benim görüp görebildiğim en dürüst, en babacan, en şık, en kaliteli Genel Yayın Yönetmeni olan Çetin beye (Emeç) anlattım durumu. O güzel adam, sanılanın aksine o olağanüstü mütevazı adam, başımı okşayıp (22 yaşındayım bu arada) “aferin sana. Git al Mehmet’ten” dedi. Sevinçle gittim “Mehmet”e. “Siz de Bekata’nın anıları varmış. Onu verebilir misiniz, dizi yapacağım, Çetin beyin haberi var” dedim.

Yıkıldığım ender anlardan biridir; ”iyi ama ben onu kaybettim” dediğinde boğmak geldi içimden. Bir şeyler yapamayacak oluşum bir yana, siyasi tarihimizin çok önemli tanıklıklarından birinden mahrum kalmıştık belki de. Bu yazıyı yazarken bir tarayayım dedim internette, şöyle bir cümle çıktı karşıma Bekata ile ilgili: ”Anıları henüz yayınlanmadı”. İhmalinin, umursamazlığının yol açtığı kötülüklerindendir bu Barlas’ın.

Sıradan bir kalem erbabı

Çok ama çok büyük bit abartıdır onun ”entelektüel” sanılması. Yaşam beni gerçekten entelektüel, gerçekten bilgi dolu çok insanla karşılaştırdı. Az çok anlarım entelektüelliğin ne olup olmadığından. “Büyük entelektüldir“ diye bir efsane uydurulmuştur Barlas’la ilgili. Bugüne kadar yazdıklarını okuyanlar, dil bilen, ortalama bir kalem erbabı olduğunu anlar kolayca. Son yıllarda yaygınlaşan Nehir Söyleşi’lerden birini de Barlas’la yaptılar. Bir kitabın inceliği, kalınlığı mesele değil bildiğiniz gibi. Komünist Manifesto incecik bir kitaptır ama dünyayı değiştirmiştir. Tabii ki kitaplara kalın ya da ince diye bakmam. Ama bir entelektüelle nehir söyleşi yapılmışsa incecik bir kitap çıkmaz ortaya. Bir buçuk saatte bitirdiğim bir Nehir Söyleşi’nin sahibi bu adamdır. Söyleyecek, anlatacak hiç bir şeyi olmayan bir adam.

Çok hakarete uğradı. Ben de hayli hakaret etmişimdir. Ta ki “bütün iktidarlarla uyumlu oldum“ dediği ana kadar. O günden sonra tek bir kötü söz söylememişimdir ona ilişkin. Neyine hakaret edeceksin ki artık böyle birinin? Hakaret, hakaretten rahatsızlık duyacak kadar onurlu insanlara edilir çünkü.

Hangi “idealin adamı”ydı bilemem ama herkes gibi her dönemin “adamı“ olduğunu bilirim. Dönemin tüm “önemli“ adamlarının şakşakçısı olmuştur. Recep Tayyip Erdoğan’ın yanağını okşarken çekilen fotoğrafı basın müzelerinde sergilenecek önemde bir ibret vesikasıdır.

Geriye ne bıraktı bilinmez. Dilini de elini de egemenler yararına iyi kullanırdı. Umarım yoktur ama onun gibi olmak isteyenler varsa onlara bıraktığı en iyi mirası budur kuşkusuz.

Hayatta neyi biriktirirseniz onu bırakırsınız çünkü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mustafa K. Erdemol Arşivi