Bilkent Oteli ben açtım, ben kapattım

28 Şubat sabahı Bilkent Otel'deydim... Kapıdan giren ilk ve o kapıdan çıkan son gazeteci olarak dünkü izlenimlerimi aktarmak istiyorum:

08.00: Hummalı bir çalışma başlamış, güvenlik ve hostesler yerini almıştı...

Televizyon kanalları için hazırlanan stantlarda teknik ekipler hummalı bir halde kabloları çekiyor, beyaz ayarlarını elden geçiriyordu. Salon nerdeyse hazır gibiydi; içeriden bir videonun sesi geliyor, videoda liderler konuşuyor, ses provası yapılıyordu.

09.30: Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş ile edindiğimiz kulis bilgilerini aktarmak üzere kameraların karşısına geçtik.

10.30: Salona önce siyasetçilerin danışmanları geldi. Son kontroller yapıldı.

Biliyorum ki bir gün öncesini de burada geçirmişlerdi.

Sonra izin alarak tarihi imzanın atılacağı salona girdik, anonslarımızı çektik.

Sık sık İstanbul'daki yayına bağlandık.

Saat ilerliyor, ilerledikçe merdivenlerden inen konukların sayısı artıyordu. Kimler yoktu ki: STK temsilcileri, siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler, gençler: ortak duygu, umuttu..

Yüzler gülüyordu...

13.00: Meslektaşlarım Kadri Gürsel, İsmail Saymaz, Özlem Gürses, Murat Ağırel'in de katılmasıyla Suat Toktaş ile birlikte Halk TV’de nitelikli, bol kulis bilgisi içeren yayınlar yaptık.

***

Dakikalar kalmıştı, heyecan yüksekti... Cumhuriyet tarihinin en derin siyasi ve ekonomik krizi yaşanırken, ülkenin altı muhalefet lideri bize artık bir şeylerin değişeceğini, ne AKP döneminde, ne de daha eskisinde olduğu gibi yaşanmayacağını söyleyecekti.

Endişe ve kutuplaşmanın zirve yaptığı ortamda… antidemokratik uygulamaların insanların canını bezdirdiği bir dönemde.., yoksulluğun, yoksunluğun arttığı olağanüstü günlerde altı lider şunu anlatacaktı: Barışacağız, değiştireceğiz ve mutlu olacağız...

Öyle de oldu: Saat tam 13.30'da liderler oteldeki çalışma odalarından beraberce indi, kendileri için oluşturulan koridorda birlikte yürüdü ve salona geçti... Genel başkan yardımcıları hiç hamasete yer vermeden, kısa konuşmalarla okudu tarihi metni, liderler altına imza attı..

Salondan çıktığımızda salondakiler çay-kahve reyonlarına dağılmış, konuşuyor, yorum getiriyordu:

"Hepsini değil, bir kısmını bile yapsalar Türkiye uçar..."

"Çok başarılı buldum..."

"Kadınlar, gençler, engelliler unutulmamış..."

"Duydunuz mu kadın-erkek eşitliği ilkokulda ders olacakmış.."

"12 Eylül anayasasından tam olarak kurtulmak için şu maddeyi de ekleseler iyi olurdu..."

Çok daha fazlası var... Bu bir umuttu...

***

Salon yavaş yavaş dağılıyordu… ancak genel başkan danışmanları hâlâ oradaydı, çünkü salona hep birlikte giren liderler ayrılmamış, tekrar oteldeki çalışma odalarına çekilmiş, değerlendirme yapıyordu.

Bir sonraki buluşmanın ev sahibinin Ali Babacan olacağını öğrendik...

Bir süre sonra genel başkanlar da ayrıldı...

Biz kaldık. “Kadraj” sürüyordu. 16-18.00 arası yayın konuklarımı ağırlarken, bir yandan da diğer stüdyolar sökülüyordu... O salondan çıkan son gazeteci olmuştum yani.

***

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem çalışmasını başından beri takip eden bir gazeteci olarak sokakta da bu konuyu pek çok kişiyle konuştum.

"Gerçekten yapabilecekler mi?" diye soranlara da rastladım, "bana ne parlamenter sistemden, ben evime giren ekmeğe bakarım" diyene de...

İşte bu noktadan sonra, muhalefetin anlatması gereken mevzu da bu...

Liyakati ele alalım:

Merkez Bankası’nın başında deneyim, disiplin, bilgi yoksunu, külliye güdümlü bir başkan olmasa….

Hukukçular hak, adalet kararlarıyla vicdanları sızlatmasa...

Hiçbir vasfı olmadığı halde, kurum yönetimine getirilenler 6-7 maaşa boğulmasa...

Yıllardır tarafgirlik yapılan dış politikada monşerlere saygısızlık yapılmasa....

Bütün ihaleler hakkaniyetle dağıtılacağına aynı ailelere peşkeş çekilmese...

Din siyasete alet edilmese...

Kaba dil hüküm sürmese...

Kadın cinayetlerinin önü alınsa, 'hafifletici neden' lügatten çıkarılsa, yeterince ceza verilse...

Sivil topluma saygı gösterilse, talepleri kıymet görse...

Sınavlar hakkıyla yapılsa, yazılıda 90 alan mülakatta elenmese...

Koltuktaki siyasetçiye, "Beni yönet diye verdiğim vergiyle ne yaptın, ne yapmadın" diye soran bir yurttaşlık bilincimiz olsa...

Sindirilmeden, korkutulmadan, başıma ne gelir demeden yaşasak, kendimizi hep güvende hissetsek…

Halkın doğruyu bilme hakkını elinden alarak basına sansür ve yaptırım uygulayan siyasetçilerden arınsak..

Anayasa Mahkemesi üzerinde tartışma yürütülmese...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları çiğnenmese...

Paşalarımız Atatürk’ün en büyük miraslarından Montrö Anlaşması’nı savundu diye yine de yargılanabilir miydi?

Osman Kavala'nın annesi, "Oğlumu bir daha görebilecek miyim" diye sorar mıydı?

Selahattin Demirtaş parmaklar ardında çile çeker miydi?

Gazeteci dostlarımız, sırf haber yaptı diye mahpus olur muydu?

Birbirimizi sevmenin, nefret etmekten daha kolay olduğunu fark etmez miydik?

Güzelim ormanları cayır cayır yakar, yok eder miydik?

Gece yarısı benzin kuyruğuna girip, zamdan iki günlük kar etmenin derdine düşer miydik?

Elektrik faturamız bile bu kadar gelir miydi?

Doğalgazı kısıp, bu karda kışta kazakla oturmak zorunda kalır mıydık?

Sevgi, saygı duyan, yardımsever, vicdanlı, şevkatli insanların memleketinde anneler yavruları için çöpten yemek artığı toplar mıydı?

Torununa çorba yapamadığı için böbreğini satan kadının kederini yaşamak zorunda kalır mıydık?

12 yaşında bir öğrenci, 'tok hissetmek için kendimi suyla terbiye ediyorum' der miydi?

Diyemezdi, çünkü memleketin iklimi böyle olmazdı...

Geç değil, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi bir de böyle düşünün lütfen...

Önceki ve Sonraki Yazılar
İpek Özbey Arşivi