Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

Kaşıkçı & Mithat Paşa ‘Katli vaciptir..!’

Suudi Başsavcı Suud el-Macib, Kaşıkçı’nın katli olayını incelemek (!) üzere Riyad’dan İstanbul’a geldi. Mithat Paşa da, bundan 134 yıl önce, İstanbul’dan sürüldüğü Taif’te katledilmişti. Bu iki ‘katli’ birbirine bağlayan coğrafi ilintiden çok daha fazlasıdır..

Kuran’ın beşinci suresi el-Maide, Medine’de, Hicri altıncı yılda (Miladi 628) indirilmiştir. Maide Suresi’nin otuz üçüncü ayeti, “… yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezasını” düzenler. On dört asrı aşkın süredir—bugün de—İslam alemindeki bir çok ‘infaza’ gerekçe yapılan bir kavram bu ayete dayandırılır: Vacib-ül Katl, katli vaciptir..!

Bu ayetin, İslamcı ideolojide, böyle bir hukuki (!) kavrama nasıl gerekçe yapıldığını bir nebze de olsa anlamak için, ayetin nazil olmasına vesile olan olaya bakmak gerekir.

Çölden gelip Müslüman olan bir grup Bedevi, alışamadıkları Medine ikliminde hastalanırlar. Hz. Muhammed kendilerine deve sütü ve idrarı içmelerini öğütler ve onları deve çobanlarına gönderir. (Deve idrarı içmenin ‘sünnet’ olup olmadığı tartışmalıdır.) Bedeviler, iyileştikten sonra çobanları öldürür, develeri de alıp çöle dönerler. Hz.Muhammed atlılar gönderip onları yakalatır, ellerini ve ayaklarını [çaprazlama] kestirir, gözlerini oydurur ve çölde ölüme bırakır. (Gözlerini oydurup oydurmadığı, susuz ölüme bırakmak yerine astırdığı tartışmalıdır.)

Ayetteki ‘yeryüzü’, siyasi anlamda İslam ülkesi, ‘hak düzeni’ ise o ülkedeki İslami—şer’i—hukuk düzeni anlamındadır. (Bu bağlamda, Dar-ül İslam, Dar-ül Harb, Dar-ül Küfür kavramları da tartışmalıdır.) Rejime veya yöneticilere—ululemre—yönelik eleştiri, Allah’a ve Resulüne, İslami/Şer’i düzene başkaldırı kabul edilir. Bu ‘düzeni’ yıkmaya, yıpratmaya (!) yönelik herhangi bir girişim, velev ki sadece sözle eleştiri olsun, katli vaciptir.

‘Fitnenin’ yok edilmesi için en şiddetli tedbirlere başvurulması şer’an meşrudur. Ölüm cezası, asmak, çarmıha germek, kafasını kesmek, boğmak vs şekillerde infaz edilebilir. Duruma göre, el ve/veya ayaklarının kesilmesi, hapis gibi daha hafif (!) cezalar da verilebilir..

“Bakın burası çok önemli” diyorlar ya, bakın burası çok önemli..!

Ölüm cezası, İslam devletinin yetkilendirdiği ‘mahkemede’ verilmelidir. Ancak, bir suçlunun (!) ‘İslami’ bir mahkemeye çıkartılması mümkün değilse, ‘yetkili’ makam infazın ‘mümkün’ olduğu yerde ve anda yapılmasına karar verebilir. Yargılama, suçlunun gıyabında yapılmış, hüküm kurulmuştur: Katli vaciptir..! İnfazı sadece yetkilendirilmişlerin mi, yoksa herhangi bir Müslümanın mı yapacağı, ‘katlin’ her Müslümana farz (!) olup olmadığı da tartışmalıdır.

Mithat Paşa, Türk tarihinin en başarılı yöneticilerinden biridir. Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde görev yaptı. Niş, Tuna, Bağdat, Edirne, Suriye, Aydın valiliklerinde bulundu. İlk Şura-yı Devlet (Danıştay) Reisi’dir. Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde, iki kez—kısa sürelerle—sadrazam oldu. Dürüst ve liyakat sahibi bir devlet adamıydı.

Mithat Paşa, Kırım Savaşı’ndan 1877-78 Savaşı’na, Kuleli Vakası’ndan Çırağan Baskını’na Osmanlı tarihinin en buhranlı bir dönemiyle özdeşleşmiştir. Devletin kötü yönetimle iflasa ve yıkıma sürüklenişini durdurmanın tek çaresinin ‘anayasal’ yönetim olduğuna, keyfi yönetimin ancak böyle önlenebileceğine inanıyor, II. Abdülhamit’in ifadesiyle, “Kanun-i Esasi’yle, Saray’ın istibdadına son vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmek” istiyordu.

Mithat Paşa, demokrasi bile değil, sadece Şer’i devlet yönetimini ‘beşeri’ kurallarla ıslah etmek, yeniden düzenlemek, demokrasiye doğru küçük de olsa bir adım atmak istedi. Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve II. Abdülhamit’in—meşruti yönetime geçmek koşuluyla ve V. Murat iyileşinceye kadar—padişah ilan edilmesinde etken olmuştur. Sonrasında, sadrazamlığı üstlendi, ilk anayasanın hazırlanmasını ve Meşrutiyet’in ilanını sağladı. Karşılığında da II. Abdülhamit’in kin ve nefretini kazandı (!) Katli vacip oldu..!

II. Abdülhamit, Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra, Mithat Paşa’yı sebep göstermeksizin sadrazamlıktan azletti, Avrupa’ya sürgüne gönderdi. Seçimler yapılıp Meclis açıldıktan sonra da 1877-78 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek Meclis’i kapattı ve Anayasa’yı askıya aldı. Bu arada Mithat Paşa İngiltere’ye yerleşmişti. Onun Avrupa’da bulunmasından da rahatsız olan Abdülhamit, kendisini affederek (!) önce Suriye Valisi, 1880’de de Aydın Valisi atadı.

Bir süre sonra, İstanbul’daki bazı gazetelerde ‘Abdülaziz’in ölümünün intihar değil, cinayet olduğu, Mithat Paşa’nın da suçlular arasında olduğu’ şeklinde yazılar çıkar. Abdülhamit’e suikast ve devleti ele geçirme iddialarını içeren yayınlar bu haberleri izler. Mithat Paşa, Yıldız ‘Çadır’ Mahkemesi’nde, Abdülaziz’in katline fiilen iştirak etmekten iki duruşmada idama mahkum edilir. Mithat Paşa’nın tarifiyle, “İddianamenin sadece başındaki besmele ile sonundaki tarih doğrudur..” ‘Abdülaziz & Mithat Paşa Davası’ yakın tarihimizin ilk kumpasıdır. Görüleceği üzere, Cemaat’in (şimdilerde FETÖ..) Silivri ve Beşiktaş mahkemeleri, Abdülhamit’in ‘çadır’ mahkemesi’nden mülhemdir.

Temyiz Mahkemesi, kararı hemen onar, ama ‘idam’ cezası ‘müebbed hapse’ çevrilir. Mithat Paşa meşhur İzzettin vapuruyla Suudi Arabistan’ın Taif kentine kalebent olarak gönderilir. Orada iki yıl on ay kaldıktan sonra, 8 Mayıs 1884 sabaha karşı—kendisi gibi müebbete mahkum olan Damat Mahmut Paşa ile birlikte—cellatlar tarafından boğularak katledilmiştir. Abdülhamit’e göre, “Boğulmuş oldukları iddiası doğru olsa bile” kendisi “Bu işe ne katılmış, ne de rızası varmış..”. Kendisine ikisinin de [aynı anda] ‘normal olarak’ öldükleri bildirilmiş, doktor raporları ile de belgelenmiş (!)

Mithat Paşa, devrinde nadir görülen bir şekilde, Padişah ve Halife’ye teslimiyeti, ‘bila-kaydü şart ululemre itaati’ reddetmiş, böylece katli vacip (!) olmuştur..! Kaşıkçı gibi..

Suudi Arabistan, bir din devletidir. Hukuk ve yargı sistemi Kur’an, sünnet ve icmadan oluşan İslami hukuka dayanır. Sistemin tepesinde Kral vardır. Kral, yargıtay ve anayasa mahkemesi görevlerini de yürütür. Temyiz, af ve infaz yetkisi Kral’dadır. Suudi Başsavcı—diğer savcılar gibi—bir hiçtir. Belki sadece bir apparatçik..! ‘Ziyareti’ üzerine yapılan yorumlar abesle iştigaldir. Kaşıkçı ‘katli vaciptir’ hükmüyle infaz edilmiştir. Kral Selman bunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir—edemez, çünkü savunamaz.. Abdülhamit’in de edemediği gibi..

Kıssadan hisse, günümüze gelelim ve önce kendimize bakalım..

‘Hak düzeni’ bozanlara, yani ‘beşeri’ kanunlara dayanan demokrasiyi savunanlara yönelik kin ve nefret, Şer’i düzen özlemi, bugün dün olduğundan çok daha güçlü.. Dava (!) dedikleri bu..

28 Ekim 2018, Pazar.. Rektör Bey, elektrik-elektronik mezunu. İngiltere’de de okumuş.. On yıl Türkiye’de ‘Uçak ve Uzay Bilimleri’ öğretmiş, sonra Suudi Arabistan’a gitmiş. Belli ki oradaki üniversitelerde, dört yıl süreyle ‘İslami’ bilgilerini de—fetva (!) verecek kadar—geliştirmiş: “İslami olarak Cumhurbaşkanına itaat etmek şu anda farz-ı ayn’dır. Karşı gelmek de—harpten [cihattan] kaçmak manasında—haramdır. … Yanlış da olsa. … Şimdi böyle bir ortamda kalkıp da Tayyip Erdoğan’ın aleyhinde bulunmak, caiz değildir.”

Aslında, Nisa Suresi elli dokuzuncu ayetten, ‘Sizden olan ululemre itaat’ farzını hatırlatıyor. ‘Harpten kaçmak’ sözünü elbette bilerek kullanıyor. Düşman karşısında ‘kaçanların’ cezası belli.. Söylediklerinin Türkçe meali (!) şu: ‘Erdoğan’a itaat etmeyenin katli vaciptir..’

İki gün sonra, kendiliğinden (!) istifa ediyor. İstifası, ‘fetvasının’ yaklaşan yerel seçimlere dönük olarak kamuoyunu olumsuz etkileyeceğine yoruluyor, ama işin aslı pek de öyle değil..

5 Nisan 2017, referandumdan bir hafta önce.. Erdoğan Bursa’da konuşuyor. “Buna [Anayasa değişikliğine] karşı çıkacağım derken, dünyanızı da, ahiretinizi de tehlikeye atmayın” diyor.

10 Şubat 2018.. Erdoğan bu sefer İstanbul’da.. “Herşeyden önce [kendi içimizde] sadakat ve teslimiyet..” diyor.. Sonra da Al-i İmran Suresi yüz elli dokuzuncu ayeti hatırlatıyor: “Ve şavirhum fi’l-emr..” ‘(Umuma ait) işlerde onlara danış’ mealinde.. “Sen daha iyi bilemezsin. Biz [ben] daha iyi biliriz” diye de ilave ediyor.

Bu sözleri, rahatlıkla söyleyebilen bir kişinin, rektörün yukarıdaki sözlerinden rahatsızlık duyacağını düşünmek için çok saf olmak gerekir. Daha 2015’te, diğer dört adayın önünde, kendisini beşinci sıradan Rektör atamış olan zaten Erdoğan.. Erdoğan’a sadakatı farz saymak görevden ayrılma sebebi olsa, devlet kademeleri bir günde boşalır..

Sorun, hocanın, kaş yaparken göz çıkarmasında, konuşurken zülfü yare dokunmasında..

“(Cumhurbaşkanının) haberi olsa bu şekilde konuşmaz. … İşler yanlış gidiyorsa söylememiz de gerekiyor. … Tenkit edilemeyen sistemler batar. Gerçek dünyada da biz tenkit kültürünü, İslami olarak [yerleştirmeliyiz]. … Ne diyor sahabe, seni kılıcımızla düzeltiriz. … yanlış gidersen, biz seni düzeltiriz. … Şu andaki sistemde kim güçlüyse… (Programcı tamamlıyor: Haklı odur..) Problem buradan çıkıyor..” Belli ki hoca çok dolmuş. Kendince haklı..

Ama, Erdoğan ‘sadakat ve teslimiyet’ konuşmasında, “Çok önemli üniversiteler bitirebilirsin. Profesör, doçent olursun. … Bunların hepsi gelip geçici şeyler. Aslolan …saydığım hasletlere tabi olmaktır” diyor. ‘Cuk oturuyor’ derler ya, hocanın konuşması bu uyarıya cuk oturuyor.. Hoca, aslında ‘Kaşıkçı’ ne yaptıysa onu yapıyor.. Vacib-ül katl (!) noktasına iki tık kala duruyor, “Yıpratmak ayrı, eleştirmek ayrı şey” diyor, ama yıpratıyor (!) Erdoğan da haklı..!

İstifası, Türkiye’nin giderek demokrasiden uzaklaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Tam aksine, bir saat yirmi dakikalık programda kendi içinde tutarlı ifadeleri ‘İslamcıların’ artık kendilerini menzile çok daha yakın hissettiklerini gösteriyor. Suudi Arabistan’a veya İran İslam Cumhuriyeti’ne bakıp, Türkiye’yle karşılaştıran, sonra da mezarlıkta ıslık çalar gibi “Yok canım, o kadar da değil” diyenler yanlış örneklere bakıyorlar. Bizimki (!) özgün, Türkiye modeli olacak—başarabilirlerse..

Cihad, tekfir, ensar, muhacir, sahabe, ümmet gibi, 1400 yıl öncesine dayanan kavramlar, her gün, her saat, binlerce kanaldan, gazetelerden, sosyal medyadan, hatta ulusal yayın yapan televizyonlardan, canlı yayınlarda hedef kitlelerin beyinlerine ve bilinç altlarına işleniyor. Camilerde, okullarda, devlet dairelerinde, üniversitelerde, parlamentoda, hatta orduda hakim olan İslamcı söylem, kendi dünya görüşünü, kendi yaşam tarzını, kendi hukukunu dayatıyor.

Siyaseti ‘cihat’, siyasi muhalefeti ‘küfür’, muhalifleri münafık (!) sayan nefret söylemi, hemen hiçbir ciddi yaptırıma tabi olmaksızın sürdükçe, Kaşıkçı’nın başına gelenin, bu ülkede de herhangi bir başka kişinin veya grubun başına gelmesi ancak bir zaman ve şerait meselesidir. Dün Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta, ‘kumpaslarda’ olduğu gibi..

Birilerinin Kaşıkçı’nın katli üzerinden sağa sola adalet ve demokrasi dersi veriyor olmalarına aldanmayın, yalın gerçek çok farklı.. AKP sözcüsü ifadeleri ‘Sorunlu’ (!) görüyor. O kadar..! AKP Grup Başkan Vekili ‘İslamla ilgisi yok’ diyor, ama Afrin brifingi bile alan Diyanet İşleri Başkanı sus-pus.. ‘Cumhurbaşkanının siyasal anlayışıyla ilgisi yok’ diyor, ama kendisinden ses yok.. YÖK sadece iki buçuk satırlık bildiriyle ‘Toplumun hassasiyetlerine’ dikkat çekiyor.

Komşu komşu huu..! Demokrasi nerede? Dağa kaçtı.. Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu..

Önce laiklik bozuldu, sonra her şey.. Erdoğan’ı da aşan bir İslamcı dalga var.. Demokrasiyi baskılıyor, eziyor, katlediyor, parçalıyor, eritiyor—Kaşıkçı’ya, Mithat Paşa’ya yaptıkları gibi.

Abdülhamit aşkının sebebi bu. Yeni (!) devletlerine onu bayrak yapıyorlar..

Hafıza-i beşer: Kabataş Erkek Lisesi’ndeki ‘devlet’ töreninin adeta AKP Genel Başkanını eğlendirme ve siyasi propaganda seansına dönüşmesini eleştirmiştim. (Bknz. 15 Ekim 2018, Bakan & Müdür – II) 9 Eylül Üniversitesi yeni akademik yıl açılış töreninde de aynı şey oldu. Rektör Hanımefendi, 2002-2017 arasında AKP İzmir milletvekili, MKYK ve MYK üyesi, Genel Başkan Yardımcısı. Temmuz ayında, AKP Genel Başkanı tarafından—Cumhurbaşkanı sıfatıyla—rektör atanıyor. (İleri demokrasilerde böyle oluyor zahir..) Törenin başında üniversitenin ‘devlet’ konservatuarı, Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda ve Nazende Sevgilim şarkılarını seslendiriyor, birlikte söylüyoruz. Sonra “Cumhurbaşkanımızın en sevdiği iki şarkı için teşekkür ediyoruz” ve siyasi konuşmalara geçiliyor. Ehlen ve sehlen..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi